بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحيمِ BURSA MERKEZ ANADOLU İMAM HATİP LİSESİ TEFSİR DERSLERİ METİN NOTLARI MÜ'MINUN SURESİ 1-11 AYETLERİN TEFSİRİ اَعُوذُ بِااللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحيمِ MUSTAFA GÜLEÇ
قَدْ اَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ (1) اَلَّذينَ هُمْ فى صَلَاتِهِمْ خَاشِعُونَ (2) وَالَّذينَ هُمْ عَنِ اللَّغْوِ مُعْرِضُونَ (3) وَالَّذينَ هُمْ لِلزَّكوةِ فَاعِلُونَ (4) وَالَّذينَ هُمْ لِفُرُوجِهِمْ حَافِظُونَ (5) اِلَّا عَلى اَزْوَاجِهِمْ اَوْ مَا مَلَكَتْ اَيْمَانُهُمْ فَاِنَّهُمْ غَيْرُ مَلُومينَ (6) فَمَنِ ابْتَغى وَرَاءَ ذلِكَ فَاُولئِكَ هُمُ الْعَادُونَ (7) وَالَّذينَ هُمْ لِاَمَانَاتِهِمْ وَعَهْدِهِمْ رَاعُونَ (8) وَالَّذينَ هُمْ عَلى صَلَوَاتِهِمْ يُحَافِظُونَ (9) اُؤلئِكَ هُمُ الْوَارِثُونَ (10) اَلَّذينَ يَرِثُونَ الْفِرْدَوْسَ هُمْ فيهَا خَالِدُونَ (11) MUSTAFA GÜLEÇ
1)- Müminler gerçekten kurtuluşa ermişlerdir 1)- Müminler gerçekten kurtuluşa ermişlerdir.2)- Namazlarında ve dualarında huşû sahipleridir onlar.3)- Boş ve lüzumsuz sözden yüz çevirmişlerdir onlar.4)- Her türlü kötülükten arınmak için çaba harcarlar, çalışırlar. 5)- Cinsiyet organlarını /ırzlarını koruyanlardır onlar. 6)- Eşleri yahut akitleri aracılığıyla sahip bulundukları müstesnadır. Bu durumda kınanmış değillerdir onlar. MUSTAFA GÜLEÇ
7)- Kim bundan ötesini isterse, işte onlar, sınırı aşanlardır 7)- Kim bundan ötesini isterse, işte onlar, sınırı aşanlardır. 8)- O müminler, emanetlerine, ahitlerine saygı duyup sahip çıkanlardır. 9)- Namazlarını korumaya devam ederler onlar. 10)- İşte bunlardır mirasçı olanlar; 11)- Ki, Firdevs cennetine mirasçı olurlar, onda sonsuza dek kalırlar. (Mü’minun, 1-11) MUSTAFA GÜLEÇ
BU ÂYETLERDE GEÇEN KELİMELER قَدْ : Muhakkak ki; اَفْلَحَ : Kurtulmuştur; خَاشِعُونَ: Korkmak, Ürpermek, Titremek, Derin bir saygı; عَنِ اللَّغْوِ : Boş ve lüzumsuz sözden; مُعْرِضُونَ : Yüz çevirmişler; فَاعِلُونَ : vermek için faaliyette; لِفُرُوجِهِمْ : Cinsiyet organlarını/ırzlarını; حَافِظُونَ : Koruyanlar; اَزْوَاجِهِمْ : Eşleri; مَا مَلَكَتْ اَيْمَانُهُمْ : Sahip bulundukları, cariyeleri. MUSTAFA GÜLEÇ
غَيْرُ مَلُومينَ: Kınanmazlar; فَمَنِ ابْتَغَى وَرَاءَ ذَلِكَ: Kim bundan ötesini isterse, Kim başkasının peşine düşerse; فَاُولئِكَ هُمُ الْعَادُونَ: İşte onlar, sınırı aşanlardır, işte onlar,azgınlık, fesat çıkarmada aşırı gidenlerdir; لِاَمَانَاتِهِمْ: Emanetlerine; عَهْدِهِمْ: Ahitlerine, sözlerine; رَاعُونَ: Saygı duyup sahip çıkanlar, riayet ederler; الْوَارِثُونَ: Mirasçı olanlar; يَرِثُونَ: Mirasçı olurlar. MUSTAFA GÜLEÇ
Bil ki, Cenâb-ı Hak, şu yedi vasfı bir arada bulunduranlar için, kurtuluşun tahakkuk edeceğine hükmetmiştir. Bu yedi sıfatın izahına girmeden önce, şu iki bahsi mutlaka ele almamız gerekir. MUSTAFA GÜLEÇ
قَدْ اَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ 1. Müminler gerçekten kurtuluşa ermişlerdir. KAD EDATININ ANLAMI Birinci bahis: Ayetin başındaki kad, mâ edatının zıddıdır. Çünkü kad olması beklenenin olduğunu bildirir. Mâ ise, onu nefyeder olmadığını bildirir. Müminlerin bu tür bir müjdeyi beklediklerinde şüphe yoktur. Bu müjde de, onlar için böyle bir felahın tahakkuk etmiş olduğunu haber vermektir. Bunun için o müminlere bekledikleri o şeyin tahakkuk ettiğine delâlet eden bir ifadeyle hitâb edilmiştir. MUSTAFA GÜLEÇ
FELAH'IN MANASI İkinci bahis: "Felah" kişinin umduğunu elde etmesi demektir. Felahın, hayır içinde bulunmak, kalmak olduğu da ileri sürülmüştür. اَفْلَحَ "eflaha" kelimesi, tıpkı اَبْشَرَ "ebşere" kelimesinin, o kişinin bir müjdeye girdiğini, müjdelendiğini bildirmesi gibi, bu kelime de kişinin felaha girdiğini, felaha erdiğini gösterir. Bunun, "Onu felaha erdirdiği, ulaştırdı" manasında olduğu da söylenmiştir. Talha İbn Musarrif'in bu fiili meçhul olarak ufliha şeklinde okuması da, bunu gösterir. MUSTAFA GÜLEÇ
اَلَّذِينَ هُمْ فِى صَلَاتِهِمْ خَاشِعُونَ KURTULAN MÜMİNLERİN SIFATLARI (MÜMİNLERLE İLGİLİ) BİRİNCİ SIFAT: 1) İman. Bu el-Mü'minûn "müminler" kelimesinin ifade ettiği husus olup, imanın ne demek olduğu hususundaki sözümüz, Bakara Sûresinde geçmişti. 2) Namazda Huşu اَلَّذِينَ هُمْ فِى صَلَاتِهِمْ خَاشِعُونَ "Onlar ki namazlarında ve dualarında huşu içindedirler” (Mü’minun:2) ayetinin ifade ettiği husustur. Âlimler, "huşû"un ne çeşit bir fiil olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir.
Bu cümleden olarak bazıları onu, "korkmak, ürpermek" gibi, Kalbi fiillerden addederken, bazıları bunu, hareket etmeme, sağa sola dönmeme gibi, uzuvlarla alâkalı fiillerden saymışlar, bazıları da bununla bu iki tür fiilin kastedildiğini söylemişlerdir ki, evlâ olanı da budur. Bunun için, namazında huşu içinde olan kimsenin Mabûd'a karşı kalb ile ilgili olan fiillerden sonsuz huşu ve tezellülün, tevazünün bulunması;
yapılmaması gereken fiillerden de, namazda bulunanın zihninin Cenâb-ı Hakk'ın ululamanın dışında, herhangi bir şeye iltifatın bulunmaması gerekir. Ve yine namazda huşu içinde bulunan kimsenin uzuvlarla ilgili fiillerden, onun hareketsiz olması, başını önüne eğip secde yerine bakması vb. fiiller ile yapılmaması gereken fiillerden de, onun sağa sola dönmesi vb. şeylerin bulunmaması gerekir. Ancak ne var ki, insan üzerinde müşahede edilen huşu, ancak uzuvlarla ilgili olanıdır.
"Onlar namazlarını huşu' içinde kılarlar." Çünkü kalble ilgili olanlar görülemez. Hasan el-Basrî ve İbn Sîrin şöyle demişlerdir: “Müslümanlar, namazlarında, gözlerini semâya doğru dikiyorlardı. Hz. Peygamber (s.a.v)'de böyle yapıyordu. Bu ayet inince de, başını önüne eğdi ve onun bakışları, namazgâhının dışına taşmadı." "Onlar namazlarını huşu' içinde kılarlar."
Salât kelimesinin manasını ve namaz konusunu Bakara 3'te geniş bir şekilde açıkladık. Ancak burada manalarını kısaca vermeyi uygun buluyoruz. Salât, "dua" (Tevbe 9/103) "Kıraat, rükû, secde, tahiyyât ile icra edilen bir ibadet" (Yûnus 10/10; Hacc 22/77); "Kur'ân" (İsrâ 17/78); "zikir" (Tâhâ 20/14); "bir şeyi yakmak için ateşe atmak" (Hakka 69/31; Tebbet/Mesed 111/3); "tâbi olmak" (Müddessir 74/43) anlamların da kullanılmaktadır.
Yüce Allah bu âyetinde, kurtuluşa erecek olan mü'min kişinin namaz kılmasını normal görmekte, namazında esas olarak huşu'u yakalamasını daha çok önemsemektedir. Herkes namaz kılar ama namazında huşu'u yakalamayı herkes gerçekleştiremeyebilir. "Nedir huşu”? “Huşu” "itaat etmek, boyun eğmek, tevazu göstermek, korkmak, sesini alçaltmak, yere bakmak, önünde eğilmek, balgam tükürmek, güneş tutulmak, yıldız batmaya yüz tutmak, yağmursuzluktan yer kurumak, mütevazı olmak" manalarına gelmektedir. "Ulaşılmayan yer" denirken de bu kelime kullanılmaktadır.
HUŞU' KELİMESİNİN KUR'ÂN DA Kİ MANALARI ŞUNLARDIR: Huşu kelimesinin Bakara sûresi 45. âyetinde kısa bir açıklaması yapılmış, ama burada daha geniş bir izah yapılacaktır. 1. SESİNİ KISMAK, يَوْمَئِذٍ يَتَّبِعُونَ الدَّاعِىَ لَاعِوَجَ لَهُ وَخَشَعَتِ الْاَصْوَاتُ لِلرَّحْمنِ فَلَا تَسْمَعُ اِلَّا هَمْسًا "Artık, çok merhamet sahibi Allah hürmetine sesler kısılmıştır, fısıltıdan başka bir şey işitemezsin" (Tâhâ 20/108). Bu âyette haşa'a fiili, mahşerde, Allah'ın huzurunda insanların ileri-geri konuşamayacağını ifade etmektedir.
2. YUMUŞAMAK اَلَمْ يَاْنِ لِلَّذينَ امَنُوا اَنْ تَخْشَعَ قُلُوبُهُمْ لِذِكْرِ اللّهِ وَمَا نَزَلَ مِنَ الْحَقِّ وَلَا يَكُونُوا كَالَّذينَ اُوتُوا الْكِتَابَ مِنْ قَبْلُ فَطَالَ عَلَيْهِمُ الْاَمَدُ فَقَسَتْ قُلُوبُهُمْ وَكَثيرٌ مِنْهُمْ فَاسِقُونَ "İnananlar için hâlâ vakti gelmedi mi ki, kalpleri Allah'ın zikri/Kur'an'ı ve Hak'tan inen için ürpersin de daha önce kendilerine kitap verilmiş, sonra üzerlerinden uzun zaman geçmiş de kalpleri kaskatı kesilmiş kimseler gibi olmasınlar. Onların çoğu yoldan çıkmıştır." (Hadîd 57/16). Bu âyette de tahşa'a fiili, Kur'ân'a karşı insan gönlünün alacağı veya alması gereken durumu açıklamaktadır.
وَيَخِرُّونَ لِلْاَذْقَانِ يَبْكُونَ وَيَزيدُهُمْ خُشُوعًا 3. GÖNÜLDEN BAĞLILIK, وَيَخِرُّونَ لِلْاَذْقَانِ يَبْكُونَ وَيَزيدُهُمْ خُشُوعًا "Tekrar ağlayarak secdeye kapanırlar ve Kur'ân onların Allah'a olan gönülden bağlılıklarını arttırır" (İsrâ 17/109). Bu âyetteki huşu', ilâhî bilginin gönüldeki etkinliğini ifade etmektedir.
4. EZİLİP BÜZÜLMEK, لَوْ اَنْزَلْنَا هذَا الْقُرْانَ عَلى جَبَلٍ لَرَاَيْتَهُ خَاشِعًا مُتَصَدِّعًا مِنْ خَشْيَةِ اللّهِ وَتِلْكَ الْاَمْثَالُ نَضْرِبُهَا لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ “Eğer biz bu Kur'an'ı bir dağın üzerine indirseydik, her halde sen onu huşû ile boynunu bükmüş, çatlayıp yarılmış görürdün. Biz bu örnekleri insanlara hep veriyoruz ki, inceden inceye düşünebilsinler.” (Haşr 59/21). Bu âyetteki hâşi' kelimesi, ezilip büzülmeyi ifade etmektedir.
5. YÜREKTEN ALLAH'A YÖNELMEK وَاسْتَعينُوا بِالصَّبْرِ وَالصَّلوةِ وَاِنَّهَا لَكَبيرَةٌ اِلَّا عَلَى الْخَاشِعينَ "Sabır ve dua ile Allah'tan yardım isteyiniz. Kuşkusuz bu davranış, yürekten Allah'a yönelenler dışında herkes için zor bir iştir" (Bakara 2/45). Bu âyette hâşi kelimesi, Allah'ın emirlerini yerine getirmeyi kolaylaştıran Allah'a yönelişi ifade etmektedir.
6. BOYUN EĞMEK وَاِنَّ مِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ لَمَنْ يُؤْمِنُ بِاللّهِ وَمَا اُنْزِلَ اِلَيْكُمْ وَمَا اُنْزِلَ اِلَيْهِمْ خَاشِعينَ لِلّهِ لَا يَشْتَرُونَ بِايَاتِ اللّهِ ثَمَنًا قَليلًا اُولئِكَ لَهُمْ اَجْرُهُمْ عِنْدَ رَبِّهِمْ اِنَّ اللّهَ سَريعُ الْحِسَابِ "Şüphesiz, kitap sahiplerinden, Allah'a, size indirilene ve onlara indirilene inanan, buyruğuna uyarak Allah'a boyun eğen ve Allah'ın âyetlerini az bir bahaya satmayanlar da vardır. İşte bunlar için Rableri katında kendilerine özgü ödüller vardır. Allah, hesabı, çabucak görüverir." (ÂI-i İmrân 3/199). Bu âyette zikri geçen hâşi'în kelimesi boyun eğmek anlamına gelmektedir.
7. SAYGI DUYMAK فَاسْتَجَبْنَا لَهُ وَوَهَبْنَا لَهُ يَحْيى وَاَصْلَحْنَا لَهُ زَوْجَهُ اِنَّهُمْ كَانُوا يُسَارِعُونَ فِى الْخَيْرَاتِ وَيَدْعُونَنَا رَغَبًا وَرَهَبًا وَكَانُوا لَنَا خَاشِعينَ "Kendisine hemen cevap vermiş. Yahya'yı ona hediye etmiş, karısını kendisi için doğurmaya elverişli hale getirmiştik. Onlar, hayırlarda yarışırlar, umarak ve korkarak bize yalvarırlardı. Onlar, bize ürpererek saygı gösterirlerdi." (Enbiyâ 21/90). Bu âyette zikri geçen hâşi'în kelimesi, Peygamber ahlâkının önemli bir davranış şeklini ve ruh halini ifade etmektedir.
8. GÖZLERİ ÖNE EĞMEK خُشَّعًا اَبْصَارُهُمْ يَخْرُجُونَ مِنَ الْاَجْدَاثِ كَاَنَّهُمْ جَرَادٌ مُنْتَشِرٌ "Korkudan gözleri öne eğik halde, etrafa saçılmış çekirgeler gibi kabirlerinden çıkarlar" (Kamer 54/7). Bu âyette zikri geçen huşşa' kelimesi, kıyamet günü korkunun gözlere verdiği şekli anlatmaktadır.
9. KUPKURU, ÇORAK وَمِنْ ايَاتِه اَنَّكَ تَرَى الْاَرْضَ خَاشِعَةً فَاِذَا اَنْزَلْنَا عَلَيْهَا الْمَاءَ اهْتَزَّتْ وَرَبَتْ اِنَّ الَّذى اَحْيَاهَا لَمُحْيِ الْمَوْتى اِنَّهُ عَلى كُلِّ شَىْءٍ قَديرٌ “Sen, toprağı huşû halinde boynu bükük görüyorsun ya, işte o da Allah'ın ayetlerindendir. Onun üzerine suyu indirdiğimizde, o titrer ve kabarır. Hiç kuşkusuz, onu dirilten Muhyi ölüleri de mutlaka diriltecektir. O, her şey üzerinde güç sahibidir." (Fussılet, 41/39). Buradaki hâşi'a kelimesi, susuz toprağın aldığı durumu anlatan bir ifade olmaktadır.
وُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ خَاشِعَةٌ 10. ZELİL OLMAK وُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ خَاشِعَةٌ "O gün bir takım yüzler zelildir" (Gâşiye 88/2). Buradaki hâşi'a kelimesi, konunun işlenişine göre zelil, öne düşük anlamına gelmektedir.
اَلَّذينَ هُمْ فى صَلَاتِهِمْ خَاشِعُونَ 11. ALÇAKGÖNÜLLÜLÜK اَلَّذينَ هُمْ فى صَلَاتِهِمْ خَاشِعُونَ "Onlar namazlarını alçak gönüllülükle kılarlar" (Mü'minûn 23/2). Yorumunu yapmakta olduğumuz Mü'minûn 2'de hâşi'ûn kelimesi, namaz ibadetini bihakkın yerine getiren müminin ruh halini ifade etmektedir.Demek ki, alçakgönüllülük içinde kılınan namaz ile kurtuluş arasında sıkı bir bağ kurulmaktadır. Bu kelime, şirkin, kibrin ve şeytanın bağlarından kurtulup Allah'ın huzurunda huşu' içinde namaz kılmayı ifade etmektedir. Kısaca huşu', namazda kaliteyi yakalamaktır. Kaliteli ibadet, kurtuluşa giden basamağın ikincisini teşkil etmektedir.
Huşu içerisindeki ruh haletinin yeri ve kaynağı gönüldür Huşu içerisindeki ruh haletinin yeri ve kaynağı gönüldür. Gönülde olan, ya da ortaya çıkan huşu', namazda organlara yayılır ve organların disiplinli ve ahenkli bir şekilde hareket etmesini temin eder. Demek ki huşu', içerden dışarıya doğru hareket eden bir özelliğe sahiptir. "Bütün organları kontrolü altına aldığında gönlün içindeki oluşun huşu' diyebiliriz.
Gönül, organlara olan hükümranlığını huşu ile delillendirir.” Namazda huşu' bulmanın etkinliği öncelikle ahlâkta görülmektedir. Kaliteli namaz kılmak, bir taraftan kurtuluşa götürürken, diğer taraftan da kişiyi ahlâkî düzene de sokmaktadır. Ahlâkın temel direklerinden biri akıl, biri bilgi, bir diğeri de gönüldür.
Namazı şekilden çıkarıp gönüle bağlayan huşu', hayâsızlıktan ve kötülüklerden alıkoyan bir etkinliğe sahiptir. اُتْلُ مَا اُوحِىَ اِلَيْكَ مِنَ الْكِتَابِ وَاَقِمِ الصَّلوةَ اِنَّ الصَّلوةَ تَنْهى عَنِ الْفَحْشَاءِ وَالْمُنْكَرِ وَلَذِكْرُ اللّهِ اَكْبَرُ وَاللّهُ يَعْلَمُ مَاتَصْنَعُونَ “Kitap'tan sana vahyedileni oku! Namazı da kıl! Çünkü namaz, çirkinliklerden ve kötülüklerden alıkoyar. Elbette ki Allah'ın zikri/Kur'an'ı daha büyüktür! Allah, neler yaptığınızı biliyor.” (Ankebût 29/45) Onun içindir ki, namazda huşu'u yakalamayan insanlar için Hz. Peygamber şöyle demiştir: "Namaza duran nice kimseler vardır ki, onun bu durmasından eline geçen pay, yorgunluk ve argınlıktır".
Şayet, "Şimdi siz bunu, (huşu ve huzûun), namazda vacib olduğunu mu söylüyorsunuz?" denilirse, biz deriz ki, bu bize göre vacibdir. Bunun delilleriyse şunlardır: 1) Cenâb-ı Hak, "Peki bunlar, Kur'an'ın anlamını inceden inceye düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri üzerinde kilitler mi var?" (Muhammed, 24) buyurmuştur. Halbuki manaya vakıf olmadan düşünme ve tedebbür olamaz. Cenâb-ı Hakk’ın اَوْ زِدْ عَلَيْهِ وَرَتِّلِ الْقُرْانَ تَرْتيلًا “Yahut buna biraz ekle! Ve Kur'an'ı ağır ağır, düşüne düşüne oku!” (Müzzemmil:4) emrinin manası da, "O Kur'ân'ın hayranlık uyandıran yönlerine ve manalarına vakıf ol!" demektir.
2) Cenâb-ı Hak, اِنَّنى اَنَا اللّهُ لَا اِلهَ اِلَّا اَنَا فَاعْبُدْنى وَاَقِمِ الصَّلوةَ لِذِكْرى "Hiç kuşkulanma ki ben Allah'ım. İlah yoktur benden başka. O halde bana kulluk/ibadet et ve namazını, beni hatırlayıp anmak için dosdoğru kıl " (Tahâ, 14) buyurmuştur. Emrin zahiri ise vücub ifade eder. Halbuki gaflet, anma ve hatırlamanın: adıdır. Bunun için, bütün namazı süresince gaflet içinde olan Kimse, daha nasıl Allah'ı anmak için, namazını dosdoğru kılmış olur.
3) Cenâb-ı Hak "Gafillerden olma" (Araf, 205) buyurmuştur 3) Cenâb-ı Hak "Gafillerden olma" (Araf, 205) buyurmuştur. Nehyin zahiri de, haramlığı ifade eder. 4) Cenâb-ı Hak, "... ne dediğinizi bilmedikçe" (Nisa, 43) buyurmuştur. Bu ayet, sarhoşun namazdan nehyedilmesinin illetidir. Bu demektir ki sarhoş da, dünyaya ehemmiyet veren ve ona iyice dalmış olan gafil kimseler arasına sokulmuştur.
5) Hz. Peygamber (s.a.v) اِنَّمَا الْخُشُوعُ لِمَنْ تَمَكَّنَ وَتَوَاضَعَ "Huşu ancak, namazında uzuvlarını) hiç kımıldatmayan ve tevazu içinde olan kimseler için tahakkuk eder" buyurmuştur ki, buradaki innemâ kelimesi, hasr ifade eder. Yine Hz. Peygamber (s.a.v) مَن لَمْ تَنْهَهُ صَلاَتَهُ عَنِ الْفَحْشَاءِ وَالْمُنْكَرِ لَمْ يَزْدَدْ مِنَ اللهِ اِلاَّ بُعْداً "Namazı, kendisini fuhşiyyattan ve münkerâttan alıkoymayan kimse ancak, Allah'a olan uzaklığını arttırmış olur" buyurmuştur. (Câmi’us-Sağir, 2/181) Hâlbuki gafil kimsenin namazı, kendisini fuhşiyyattan etmez.
Yine Hz. Peygamber (s.a.v) كَمْ مِنْ قَائِمٍ حَظُّهُ مِنْ قِيَامِهِ التَّعَبُ وَالنَّصَبُ "Namaza duran nice kimse vardır ki, onun bu durmasından eline geçen pay, yorgunluk ve argınlıktır" buyurmuştur. (Müsned, 2/373) Hz. Peygamber bu ifadesiyle, (namazında ruhen) gafil olan kimseyi kastetmiştir. Yine Hz. Peygamber (s.a.v): لَيْسَ لِلْعَبْدِ مِنْ صَلاَتِهِ اِلاَّ مَا عَقَلَ “Huşu içinde olmayan kulun kıldığı namazından elde ettiği şey, sadece (namazda oluşunun) şuurunda olduğu anların sevabı yazılır" buyurmuştur. (Müsned, 2/373)
a) Kişinin, mala karşı olan düşkünlüğünü kırması; 6) Gazali (r.h) şöyle der: "Namaz kılan kimse, hadiste de varid olduğu gibi, Rabbine münacaat içindedir. Hâlbuki gaflet ile söylenen söz, kesinlikle münacât olmaz." Bunu şu şekilde açabiliriz: İnsan, zekâtını gaflet içinde verdiğinde, zekâttan elde edilmek istenen şeylerden sadece şunlar tahakkuk eder: a) Kişinin, mala karşı olan düşkünlüğünü kırması; b) Fakiri zenginleştirmesi... Oruç da, nefsî kuvvetleri ezer, Allah'ın düşmanı olan hevâ ve hevesin hücumunu kırar. Bunun için, kişi gafil olmakla beraber, maksatlar yine de hasıl olur.
Hac da, birtakım zor fiilleri ihtiva eder Hac da, birtakım zor fiilleri ihtiva eder. Hac'da ise kalb ister hazır olsun, isterse olmasın, hac ibadetinde kendisiyle imtihanın tahakkuk ettiği bir nevi mücahede bulunmaktadır. Namaza galince, namazda sadece zikir, kıraat, rükû, sücûd, kıyam ve kuûd bulunmaktadır. Zikir, kişinin Allah'a karşı yakarışıdır. Bunun için, bu münacattan kastedilen, onun ya tam münacat olmasıdır veyahutta sırf o harfler ve seslerdir.
Bu ikinci kısmın fasit olduğunda şüphe yoktur Bu ikinci kısmın fasit olduğunda şüphe yoktur. Çünkü dili, anlamsız, saçma sapan şeylerle kımıldatmada, sahih bir maksad aranamaz. Böylece, bundan maksadın münâcat olduğu sabit olur. Bu münacat da ancak, dilin kalbteki yalvarış ve yakarışı ifade etmesi, onu ortaya koymasıyla tahakkuk eder.
Bu nedenle kalb, bu ifadenin anlamından gafil ise, daha nasıl, "Bizi, sırât-ı müstakime ilet" (Fatiha, 5) ifadesiyle hangi talepte bulunabilir? Hatta ben şöyle diyorum: Bir kimse yemin etse ve "Allah'a yemin ederim ki ben, falancaya teşekkür edeceğim, onu medhû sena edip öveceğim ve ondan, ihtiyacımı talep edeceğim" dese. Sonra da (o kişi bu manalardan gafil olduğu halde) bu manalara delâlet eden bu lafızlar, o gün onun dilinden dökülse, o kimse, yemini yerine getirmiş olmaz.
Yine bu lafızlar, karanlık bir gecede o kimse orada olup, bu kimse de, onun orada olduğunu bilmediği ve onu görmediği bir halde, onun dilinden dökülse, o kimse yine yeminini yerine getirmiş olmaz ve onun bu sözü, bu İşe kalbiyle hazır olmadığı sürece, karşı tarafa bir hitab olmuş olmaz. Yine bu kelimeler, karşı taraf güpegündüz orada bulunuyorken, o kimsenin lisânından dökülüverse, ancak ne var ki bu sözleri söyleyen kimse herhangi bir düşünceye iyice dalmış olduğu için gafil ve konuşurken hitabı o kimseye bizzat tevcih edemediği için, yeminini yerine getirmiş olmaz.
Kıraat'dan maksadın, bir takım zikirler, hamdü senalar, yalvarıp yakarmalar olduğu hususunda; bunlara muhatab olanın da, Allah olduğunda şüphe yoktur. Bunun için kalb, gaflet perdesiyle kapalı olup, o kimse de Allah'ın celâl ve kibriyasından gafil bulunsa, sonra da lisânı, alışkanlıktan ötürü hareket ediverse, bu yalvarıp yakarmalar kabul olunmaktan ne kadar uzaktır.
Rükû ve secdeye gelince, bunlardan maksad da Cenâb-ı Hakk'a ta'zimdir Rükû ve secdeye gelince, bunlardan maksad da Cenâb-ı Hakk'a ta'zimdir. Gafletle yapılan tazim Allah'ı tazim sayılsaydı, Allah yerine önüne konulan puta tazimi de bundan farksız olurdu. (Yani: bilmeyerek puta tazimi tazim sayılamayacağına göre, gafil olarak Allah'ın huzurunda durması da tazim sayılmaz). Bir de böyle bir ta'zim tahakkuk etmeyince, geriye sadece belin ve başın hareket etmesi kalır. O namazda dinin direği olmasını gerektiren, bir meşakkat ve küfür ile imanın arasını ayıran bir özellik kalmamış olur.
Namaz; hac, zekat, cihad ve diğer zor taatlerden daha önceki sırada yer alır. Taatler içerisinde yalnız namazı, terk etmekte ısrar edene ölüm cezası verilir. Halbuki gafletle kılınan namazın, bu zor taatlerin önüne geçmesinin manası kalmaz. Netice olarak diyebiliriz ki her insan bu büyük özellikleri görüp müşahede etmenin, sırf zahiri ameller olmadığına buna bu münacatın gayesinin de eklendiğine kesinkes hükmeder. Bu nedenle bütün bu açıklamalar namazda mutlaka kalbî bir huzurun olması gerektiğine delâlet eder.
7) Fakihler, cemaatle veya tek başına namaz kılan kimsenin, namaz sonundaki selamı ile kimlere selam vermeye niyet edeceği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu kimse, yanında olanlara mı, yanında olmayanlara mı yahut her ikisine de mi selama niyetlenir? (Bu iş, inceleme konusu olmuştur) Namazın sonu demek olan selamın manası üzerinde düşünmeye ihtiyaç hissedildiğine göre, namazdan esas olarak kastedilen, tekbir ve teşbihlerin manasını düşünmeye haydi haydi ihtiyaç vardır.
“HUŞU ŞART DEĞİL” DİYENLERE RED Hasım, "Huzû ve huşûnun şart koşulması, fakihlerin ihtilafına mebni olduğu için, buna iltifat edilmez" diye delil getirmiştir. Buna birkaç yönden cevap verilir: a) Bize göre namazda kalbin huzuru, namazın caiz oluşunun yeterliliğinin şartı değil, kabulünün şartıdır. "Yeterli" olmadan kastımız, o namazın kazasının gerekmemesidir. "kabul” den kastımız ise, namaz için mükâfatın tahakkuk etmesidir. Hâlbuki Fakihler o namazın, mükâfatının tahakkukunu değil, yeterli olup olmayışını incelerler. Bizim bundan maksadımız ise mükafaat meselesidir.
Bunun dünyadan bir örneği şudur: Birisi senden bir elbise ödünç alsa, sonra onu güzel bir şekilde geri verse, bu kimse sorumluluktan çıkmış ve övgüyü hak etmiş olur. Fakat aynı adam o elbiseyi seni hafife alarak sana fırlatıp atsa, bu da sorumluluktan çıkmış olur. Ama övgüyü değil zemmi hak etmiş olur. Tıpkı bunun gibi, bir kimse ibadetini, ta'zim ile yerine getirse, hem farzı yerine getirmiş, hem mükâfata müstehak olmuş olur. Fakat ibadetlerini hafife alan kimse de, zahiren farzı yerine getirmiş olur, ama zemmi hak eder.
b) Biz, böyle bir icmayı kabul etmiyoruz b) Biz, böyle bir icmayı kabul etmiyoruz. Çünkü kelâmcılar, namazda mutlaka huzur ve huşunun bulunması gerektiğinde ittifak etmişler, bu hususta şöyle istidlalde bulunmuşlardır: "Allah'a secde, taat; putlara secde ise küfürdür.” Bunlardan her biri ise, gerek zâtı, gerek levazımı (vasıfları-şekilleri) itibarıyla, diğeri gibidir.
Dolayısıyla secdenin, bu iki şekilden birisinde, sayesinde taata dönüştüğü, diğerinde de masiyete dönüştüğü bir vasfın bulunması gerekir. Bu vasıf ise, secde edenin kastı, niyeti ve iradesidir. Kasıttan maksad, o fiillerin Allah'ın emrine imtisal duygusu ile yapılmasıdır. Böyle bir duygu ise, ancak kalb huzurlu olunca bulunabilir. İşte bundan ötürü kelâmcılar, namazda mutlaka kalb huzurunun bulunması gerektiği hususunda ittifak etmişlerdir.
Fakihlerden Ebu'l-Leys (r. h Fakihlerden Ebu'l-Leys (r.h.) ise "Tenbîhu'l-Gâfilin" adlı eserinde şunu belirtir; "Namazdaki kıraatin tam oluşu, hatasız ve tefekkürle (manası düşünülerek) okunuşudur.” Gazali (r.h.) da, Ebu Talib el-Mekkî'nin, Bişrü'l-Hafi'den, "Kim namazda huşu İçinde olmazsa, namazı fâsid olur" dediğini rivayet ettiğini yazmıştır. Hasan el-Basrî (r.h.)'nin de: "Kalbinin huzurlu ve hazır olmadığı her namaz, (mükafaata değil) cezaya doğru hızla gider" dediği rivayet edilmiştir. Mu'az b. Cebel (r.h.)'in: "Kim. namazda iken, şuurlu olarak etrafındakileri tanımaya çalışırsa, o namaz kılmıyor demektir" dediği rivayet edilmiştir.
Yine müsned bir hadiste, Hz. Peygamber (s. a Yine müsned bir hadiste, Hz. Peygamber (s.a.v)'in söyle dediği rivayet edilmiştir. اِنَّ الْعَبْدَ لَيُصَلِّى الصَّلاَةَ لاَيُكْتَبُ لَهُ سُدُسُهَا وَلاَعُشْرُهَا وَاِنَّمَا يُكْتَبُ لِلْعَبْدِ مِنْ صَلاَتِهِ مَا عَقَلَ مِنْهَا "Kul bazen namaz kılar. Ama o namazının altıda biri, hatta onda biri(nin mükâfatı) kendisi için yazılmaz. O kul için namazından, sadece (namazda oluşunun) şuurunda olduğu anların sevabı yazılır." Abdulvâhid b. Zeyd de şöyle der: "Âlimler, kulun kıldığı namaz'dan, onun için sadece şuurlu olarak (gafil olmaksızın) kıldığı kısımların sevab temin ettiği hususunda ittifak etmişlerdir" demiş ve bu hususta bir icmâ bulunduğunu iddîa etmiştir.
Bunun böyle olduğu sabit olunca, deriz ki: Farz edelim ki bütün fakihler, gafil olarak (şuursuz) kılınan bir namazın da caiz olduğunu söylediler. Peki, Kelamcılar ve ehl-i takva, bu husustaki işi, daha dar tutmuş olmuyorlar mı? Dolayısıyla keşke ihtiyatlı olanı yapsan. Çünkü âlimlerden biri, imamlığı tercih etmiş. Kendisine bunun sebebi sorulunca, o: "İmâma uyan (muktedi) olmam hâlinde fatihayı okumayacağım için, İmam-ı Şâfi'nin, imam ile birlikte onu okuması halinde de, İmam Ebu Hanife’nin bana çıkışmasından korkarım. Bu ihtilaftan canımı kurtarmak için imameti tercih ettim."
3) BOŞ ŞEYLERDEN UZAK DURURLAR Bu, وَالَّذينَ هُمْ عَنِ اللَّغْوِ مُعْرِضُونَ "Onlar ki boş ve faydasız şeylerden yüz çevirirler“ (Mü’minun:3) ayetinin ifade ettiği husustur. Buradaki "lağv" ile ilgili olarak şu açıklamalar yapılmıştır: 1) Buna, her türlü haram ve mekruh işler ile insanın yapmaya mecbur olmadığı (bazı) mubah işler girer. 2) Bu, sadece haram işleri ifade eder. Bu görüş, birincisinden daha sınırlıdır.
3) Bu, özellikle konuşmada vaki olan masıyetlerdir 3) Bu, özellikle konuşmada vaki olan masıyetlerdir. Bu da, ikinci görüşe göre, daha dardır. 4) Bu, yapılması mecbur olmayan mubah işlerdir. Bu görüşü benimseyen, لَايُؤاخِذُكُمُ اللّهُ بِاللَّغْوِ فى اَيْمَانِكُمْ وَلكِنْ يُؤَاخِذُكُمْ بِمَا كَسَبَتْ قُلُوبُكُمْ وَاللّهُ غَفُورٌ حَليمٌ "Allah sizi, dil sürçmesi sonucu lağv olarak yaptığınız yeminlerinizden sorumlu tutmaz; ama O sizi kalplerinizin kazandığından hesaba çeker. Allah Gafûr'dur, çok affeder; Halîm'dir, çok yumuşak davranır." (Bakara. 225)
ayetini delil getirerek, "Bundan dolayı bu, kendisinden sorumlu tutulacak günahlar manasına hâsıl hamledilebilir" demişlerdir. Önceki görüşleri ileri sürenler de, "Lağv, ilgi edilen her şeye denir.” Dolayısıyla dinen lağvedilmesi gereken her şey, bu şekilde, nitelendirilebilir. Bu sebeble, her haramın lağv olması gerekir. Hem sonra "lağv", bazen, "küfür" manasına gelir. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle: وَقَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا لَا تَسْمَعُوا لِهَٰذَا الْقُرْآنِ وَالْغَوْا فِيهِ لَعَلَّكُمْ تَغْلِبُونَ “İnkâr edenler, “Bu Kur'ân'ı dinlemeyiniz. Okunurken gürültü çıkarınız ki duyulmasını engelleyesiniz” dediler.” (Fussilet, 26) buyurmuştur.
Bazen de, "yalan” manasına gelir Bazen de, "yalan” manasına gelir. Nitekim Allah Teâlâ, "O (cennette), hiçbir lağv (yalan) duymazsın" (Gâşiye. 11) ve "Onlar, orada ne bir lağv, ne günaha sokacak bir şey işitmezler" (Vakıa. 25) buyurmuştur. Yine Cenâb-ı Hak, müminleri bu tür lağviyattân yüz çevirdikleri için, övmektedir. Bunlardan yüz çevirmek ise, böyle şeyleri yapmamak, bunlardan hoşlanmamak ve bunları yapanlarla içli-dışlı olmamakla mümkündür.
İşte bu manada Cenâb-ı Hak, وَالَّذِينَ لَا يَشْهَدُونَ الزُّورَ وَإِذَا مَرُّوا بِاللَّغْوِ مَرُّوا كِرَامًا "Onlar ki, yalan ve asılsız olandan yana şehadet etmezler; boş ve anlamsız şeylerle (uğraşan kimselere) rastladıkları zaman yanlarından vakarla geçip giderler." (Furkân, 72) buyurmuştur. Bil ki Allah Teâlâ o mü'minleri, "namazlarında huşûlu olan kimseler" diye tavsif edince, mükellefiyetin iki temeli olan ve insan nefsine çok ağır gelen fiil ve terki (yapmaları ve yapmamaları) bir arada bulundurdukları için, bunun peşisıra onları, "lağviyattan yüz çevirenler" olarak tavsif etmiştir.
Lağv, "insanın kurtuluşuna mâni olan, umduğunu elde etmesini engelleyen, mutluluğu yakalamasını zorlaştıran her şeydir.” İnsanı insandan, insanı kendisinden ve insanı Allah'ından, hakikatten uzaklaştıran ne varsa lağvdır. Yalan, hurafe, bâtıl, yanlış, çirkinlik dolu sözler lağvdır. Yazılan bazı kitaplar, çevrilen bazı filmler, oynanan kumar oyunları, boş sohbetler, hurafe dolu konuşmalar lağvdır. Bunlar insanın ruh olgunluğunu yakalamasına, gelişmesine ve ilerlemesine engel teşkil etmekte, onun için Allah tarafından lağv olarak isimlendirilmektedir.
4) ZEKÂTI İFA EDERLER Ayetteki, (4) وَالَّذينَ هُمْ لِلزَّكوةِ فَاعِلُونَ "Onlar, zekât verme görevini yerine getirirler." Şöyle de anlam verile bilir. “Her türlü kötülükten arınmak için çaba harcarlar, çalışırlar.” ayeti ile anlatılan sıfat... Ayetteki bu "zekât”la ilgili olarak şu iki görüş ileri sürülmüştür: a) Ebû Müslim'e göre, zekât Övgüye değer ve beğenilen her iş hakkında kullanılır.
Mesela, "Tezekkî eden (nefsini temizleyen), hiç şüphesiz felaha ermiştir." (A'la, 14) ve "Nefsinizi temize çıkarmayın (tezkiye etmeyin)" (Necm, 32) ayetlerinde olduğu gibi... Maldan çıkarılıp verilene de zekat denilmesi, bu temizleme manasından ötürüdür. Çünkü zekat da nefisleri günahtan temizlediği için bu adı almıştır. Zira Cenâb-ı Hak, buyurmuştur. "Onların mallarından zekât al ki, bununla kendilerini temizlemiş, o mallarını bereketlendirmiş olasın"
b) Ekseri âlimler ise, bununla, bilhassa mallarda verilmesi farz olan hak, yani bildiğimiz zekât manası kastedilmiştir. Bu, daha doğrudur. Çünkü bu kelime, şeriat örfünde, bilhassa bu manada kullanılır. Eğer, Fasih bir ifadede: "O zekâtı yaptı denilmemesi gerekir" denilirse, biz deriz ki: Keşşaf Sahibi şöyle söyler: "Zekât, madde ismi olarak da, mana (mefhum) ismi olarak da kullanılır. Buna göre madde, zekat veren kimsenin, zekatı verilecek mallardan ayırıp fakire verdiği miktardır. Mana ismi oluşu, zekat veren kimsenin yapmış olduğu bu tezkiye (manevî temizlik) işinin adı oluşudur.
Bu da Cenâb-ı Hakk'ın kastettiği ve zekat verenleri bu işin yapıcısı olarak ifâde ettiği şeydir. Bu hususta zaten, başka ifade de kullanılmaz. Çünkü bu masdar, fiil ile (bir iş adı ile) açıklanır. O işi yapana, onun faili denir. Nitekim vurana, vurmanın faili; öldürene, öldürmenin faili, zekât verene de, zekâtın faili denir. Buna göre, buradaki zekât ile zekât olarak verilen malın adı olması caizdir.
Dolayısıyla burada "edâ" lafzı muzaaf olarak takdir edilir." Eğer, "Allah Teâlâ Kur'ân'da, namaz ile zekâtı hep birlikte zikretmiştir.” Bu ayette niçin, ikisinin arasını, "Onlar, boş ve faydasız şeylerden yüz çeviricidir" ifadesi ile ayırmıştır denilirse biz deriz ki: "Boş ve faydasız şeylerden yüz çevirmek”, namazın tamamlayıcısı olan hususlardandır.
Bunun anlamı, arınmak için yapılması gerekeni yaparlar Bunun anlamı, arınmak için yapılması gerekeni yaparlar. Zekât, mal ile yapılan bir ibadet olmasına rağmen, neticelerinden biri zekâtı verenin ruhunda meydana gelen "arınma"dır. "Onların mallarından, kendilerini temizleyeceğin ve arındıracağı bir sadaka al" (Tevbe 9/103). Bakara Sûresi'nin 151. âyetinde zekât kelimesinin açıklaması yapıldı. Ancak burada kısaca değinmek istiyoruz.
"Büyümek, gelişmek, artmak, kalbi temiz olmak, âdil olmak, temizlemek, terbiye etmek" anlamına gelen bu kelime, Kur'ân'da "iyi" (Kehf 18/19); "günahsız" (Kehf, 8/74); "mübarek" (Meryem 19/19); "temiz kalmak" (Nûr 24/21); "haklı çıkarmak" (Necm 53/32); "arınmak" (Abese 80/3); "nefsi temizlemek" (Şems 91/9) manalarına gelmektedir.
Buradaki anlam örgüsü içinde Mü'minûn 3'te geçen lağv kelimesine ne anlam verirsek, zekât da "ondan temizlenmeye işaret etmektedir" diyebiliriz. Lağvı "şirk" anlamına alırsak "şirkten temizlenmek"; lağvı "günah kirleri" anlamına alırsak "gönülü günahlardan temizlemek" manası verebiliriz. O zaman, mü'minleri kurtuluşa getirecek olan şeyin ruhsal temizlik ve gönülü arındırmak olacağı fikrine varabiliriz.
Buradaki temizleme eylemini birkaç açıdan ele almak gerekiyor Buradaki temizleme eylemini birkaç açıdan ele almak gerekiyor. Zekâtı verilen mal temizlenmiş oluyor. Çünkü Zâriyât 19'a göre zenginin malında fakirin hakkı vardır. Diğer taraftan zekâtın verildiği kimsenin gönlünde zengine karşı olan çekememezlik, haset ve kin de temizlenmektedir. Ayrıca zekâtı verenin gönlü Allah'ın emrini yerine getirmiş olma ve sosyal hizmeti görmüş olmadan dolayı temizlenmekte ve ruhu arınmaktadır.
Ebû Müslim'e göre, zekât övgüye değer ve beğenilen her iş hakkında kullanılır. Ebû Müslim, görüşüne gerekçe olarak da: "Nefsini temizleyen hiç şüphesiz kurtuluşa ermiştir" (A'lâ 87/14); "Nefislerinizi temize çıkarmayın" (Necm 53/32) âyetlerini bu manaya delil olarak getirmektedir. Maldan çıkarılıp fakire verilene de zekât denilmesi, bu temizleme manasından dolayıdır. Zemahşerî de zekât vermeyi manevî temizlik yapma anlamında almaktadır.
Genelde Kur'ân'da "namazı kıl" emrinin ardından hemen "zekât ver" emri gelmesine rağmen, burada namazdan sonra "boş sözden yüz çevirme" gelmiş, zekât ise ondan sonraya kalmıştır. Namaz ile zekât arasına, "boş sözden yüz çevirme" eylemi girmiştir. Bunun sebebi ne olabilir? Namaz, "lağv" denen yanlış davranışlardan uzaklaştırıyor, zekât da onların günahından arındırıyor, şeklinde cevap vermemiz mümkündür.
Namaz ile zekât ibadetleri "lağvı" aralarına alıp sıkıştırmaktadırlar Namaz ile zekât ibadetleri "lağvı" aralarına alıp sıkıştırmaktadırlar. Namaz insanı yüz kızartıcı davranışlardan, kötülüklerden çıkarıyor, uzaklaştırıyor; üzerine bulaşmış pisliği de zekât denen ruh temizliği arındırıyor. Namaz, kötülüklerden çıkarıyor, zekât hortumu tutup temizliyor. İşte günah pisliğinden çıkış ve arınma, felaha götüren eylemlerin başında yer almaktadır. Bu açıdan bakınca namaz ile zekât sadece bir ibadet değil, aynı zamanda terbiye veren bir okul niteliğini taşımaktadırlar.
اَيْمَانُهُمْ فَاِنَّهُمْ غَيْرُ مَلُومينَ 5) IRZLARINI KORURLAR Bu, ayette ifade edilir. اِلَّا عَلى اَزْوَاجِهِمْ اَوْ مَا مَلَكَتْ (5) وَالَّذينَ هُمْ لِفُرُوجِهِمْ حَافِظُونَ اَيْمَانُهُمْ فَاِنَّهُمْ غَيْرُ مَلُومينَ "Onlar iffetlerini korurlar. Ancak eşleri ve ellerinin sahip oldukları hariç. Bunlarla ilişkilerinden dolayı kınanmazlar. Ama bunun Ötesine gitmek isteyen olursa, işte onlar haddi aşanlardır." (Mü’minun:5-6) ayetinin anlattığı sıfattır. Bu ifade ile ilgili bir kaç soru var: Birinci Soru: niçin عَنْ اَزْوَاجِهِمْ denilmeyip an yerine ala kullanılmıştır? Cevab: Ferrâ, عَلَى َاَزْوَاجِهِمْifadesinin مِنْ اَوَاجِهِمْ manasında olduğunu söylemiştir.
Keşşaf Sahibi bu hususta şu üç izahı yapmıştır: 1) Bu ifade, "hal" yerinde olup, "zevceleri üzerine veli ve kâim olanlar" takdirindedir. Bu, tıpkı, "Falanca, falanca kadına hâkimdir." demen gibidir. Arapların, "Falan kadın, falancanın (nikâhı) altındadır" şeklindeki sözleri de bu manadadır. Bundan ötürü kadına mecazen firâş (döşek) adı verilmiştir. Buna göre ayetin manası, "Onlar, evlenip birleşmeleri ve (cariyelerden) odalık edinmeleri hâli müstesna, diğer bütün gayr-i meşru hallerden ırzlarını (uçkurlarını) korurlar" şeklinde olur.
2) Bu, غَيْرُ مَلُومِينَ ifadesinden anlaşılan mahzûf bir şeyle alakalıdır. Buna göre sanki "Onlar, zevceleri dışında yaptıkları münasebetlerden dolayı) kınanırlar" yani "kendilerine helâl kılınmışların dışındaki her türlü cinsî münasebetten ötürü kınanırlar. Ancak bu helâl olanlardan dolayı kınanamazlar" denilmektedir. Bu, Zeccâc'ın görüşüdür. 3) Alâ harf-i cerrinin mutaallakı, hâfızûn kelimesidir. (Yani "Onlar, ancak zevcelerine devam ederler" manasında.)
فَمَنِ ابْتَغى وَرَاءَ ذلِكَ فَاُولئِكَ هُمُ الْعَادُونَ (7) MEŞRUİYET HUDUTLARININ DIŞINA ÇIKANLAR: فَمَنِ ابْتَغى وَرَاءَ ذلِكَ فَاُولئِكَ هُمُ الْعَادُونَ (7) "Artık her kim bundan başkasını isterse, işte onlar sınırı aşan kimseler olurlar" (Mü’minun:7) buyruğunda yüce Allah helâl olmayan nikâh yapan kimseleri haddi aşan ve bu haksızlığı dolayısıyla kendisine had uygulanmasının vacib olmasına sebeb teşkil eden kimse diye nitelendirmektedir. Lût kavminin işini yapan kimse de hem Kur'ân hükmü gereğince, hem de sözlükteki anlamları itibariyle haddi aşan bir kimsedir.
Buna delil yüce Allah'ın: وَتَذَرُونَ مَا خَلَقَ لَكُمْ رَبُّكُمْ مِنْ اَزْوَاجِكُمْ بَلْ اَنْتُمْ قَوْمٌ عَادُونَ "Rabbinizin sizler için yarattığı eşlerinizi bırakıp da, insanlar içinden erkeklere mi yaklaşıyorsunuz? Doğrusu siz sınırı aşmış (sapık) bir kavimsiniz! " (Şuarâ, 166) buyruğu gereğince ve daha önceوَلُوطًا اِذْ قَالَ لِقَوْمِه اَتَاْتُونَ الْفَاحِشَةَ مَا سَبَقَكُمْ بِهَا مِنْ اَحَدٍ مِنَ الْعَالَمينَ “Lût'u da (peygamber gönderdik). Kavmine dedi ki: "Sizden önceki milletlerden hiçbirinin yapmadığı fuhuşu mu yapıyorsunuz?” (A'râf:80) geçtiği üzere bu durumdadır.
O bakımdan bunlara haddin uygulanması gerekmektedir O bakımdan bunlara haddin uygulanması gerekmektedir. Bu da apaçık bir hükümdür ve bunun anlaşılmayacak hiçbir tarafı yoktur. ez-Zeccâc der ki; Kim bundan sonra başkalarını isterse demektir. Buna göre; istemenin mef’ûlü mahzuftur (düşmüştür). "Başkasını" anlamındaki kelime de zarftır. "Bu" ile ister müennes, ister müzekker olsun daha önce anılmış her bir şeye işaret olunur. "İşte onlar sınırı aşan kimseler olurlar." Yani bunlar haddi aşan kimselerdir. "Haddi aştı, haddi çiğneyip geçti" anlamındadır.
6) SÖZLERİNDE (AHİDLERİNDE) DURURLAR Hak Teâlâ'nın وَالَّذينَ هُمْ لِاَمَانَاتِهِمْ وَعَهْدِهِمْ رَاعُونَ "Onlar, emanetlerine ve ahidlerine riayetkârdırlar” (Mü’minun:8) ifadesinin anlattığı sıfat... Nafî ve İbni Kesir, "emânet", müfred olarak لِاَمَانَاتِهِمْ şeklinde okumuşlardır. Bil ki güvenilen ve üzerinde anlaşılan şey, emanet ve ahd adı verilir.
Hak Teâlâ'nın, اِنَّ اللّهَ يَاْمُرُكُمْ اَنْ تُؤَدُّوا الْاَمَانَاتِ اِلى اَهْلِهَا وَاِذَا حَكَمْتُمْ بَيْنَ النَّاسِ اَنْ تَحْكُمُوا بِالْعَدْلِ اِنَّ اللّهَ نِعِمَّا يَعِظُكُمْ بِه اِنَّ اللّهَ كَانَ سَميعًا بَصِيرًا "Şu bir gerçek ki, Allah size emanetleri, onlara ehil olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emrediyor. Allah size bu şekilde ne güzel öğüt veriyor. Allah Semî'dir, çok iyi duyar; Basîr'dir, çok iyi görür." (Nisa. 58)
ve يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا لَا تَخُونُوا اللّهَ وَالرَّسُولَ وَتَخُونُوا اَمَانَاتِكُمْ وَاَنْتُمْ تَعْلَمُونَ " Ey inananlar! Allah'a ve resule hıyanet etmeyin! Bilip durduğunuz halde, öz emanetlerinize hıyanet mi ediyorsunuz?" (Enfal, 27) ayetleri de bu manadadır. Manalar (sıfatlar) değil de, "ayn" olan şeyler (bizzat mallar) "edâ" edilir, yerine geri verilir. Bunun için buna göre, güvenilip, verilen şey, emanetin bizzat Kendisi olmuş olur. Ahd ise, insanın, kendisini Rabbine yaklaştıracak şeyler hususunda yapmayı taahhüd ettiği şeylerdir. Allah Teâlâ'nın emrettiği şeylere de ahd denir.
Nitekim Cenâb-ı Hak, اَلَّذينَ قَالُوا اِنَّ اللّهَ عَهِدَ اِلَيْنَا اَلَّا نُؤْمِنَ لِرَسُولٍ حَتّى يَاْتِيَنَا بِقُرْبَانٍ تَاْكُلُهُ النَّارُ قُلْ قَدْ جَاءَكُمْ رُسُلٌ مِنْ قَبْلى بِالْبَيِّنَاتِ وَبِالَّذى قُلْتُمْ فَلِمَ قَتَلْتُمُوهُمْ اِنْ كُنْتُمْ صَادِقينَ "Allah, yakılarak sunulan bir kurban getirmedikçe, hiçbir elçiye inanmamamızı bize emretmiştir" iddiasında bulunanlara gelince, (Ey Peygamber, onlara) de ki: "Benden önce de peygamberler size hakikatin tüm kanıtlarını ve o hakkında konuştuğunuzu getirmişlerdi: Peki, söylediğinizde samimi idiyseniz neden onları katlettiniz?" diyenler (Al-i İmrân. 183) buyurmuştur. "Riayetkâr", bir şeyi korumak ve ıslah için, ona devam eden, üzerinde duran demektir. "Sürünün râisi (çobanı)" ve "Raiyyenin râîsi" ifadeleri de bu manadadır.
7) EMANETİ GÖZETİRLER Bil ki emanet, yapılmaması hiyânet sayılan herşeyi içine alır. Nitekim Cenâb-ı Hak, لَا تَخُونُوا اللّهَ وَالرَّسُولَ وَتَخُونُوا اَمَانَاتِكُمْ وَاَنْتُمْ تَعْلَمُونَ "Allah'a ve peygamberine hainlik etmeyin, yoksa emânetlerinize hainlik etmiş olursunuz. Bildiğiniz halde" (Enfal. 27) buyurmuştur. İnsana, güvenilip havale edilen ibadetler de emanetlerdendir. O halde, bütün ibadetler, emanet sözüne dahildir.
Çünkü ibadetler, ya oruç, cünüblükten gusül ve güzel abdest alma gibi, asılları itibarıyla gizli olur, yahut da nasıl yapılacakları itibarı ile gizli olur. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle: اَعْظَمُ النَّاسِ خِيَانَةُ مَنْ لَمْ يُتِمَّ صَلاَتَهُ "İnsanların en hâini, namazını tastamam ve dosdoğru kılmayandır" buyurmuştur. İbn Mes'ûd (r.a)'ın da: "Dininizde, kaybedeceğiniz ilk umde, emânet (duygusu), son umde de namazdır" dediği rivayet edilmiştir. İnsanın, fiil veya söz olarak üstlendiği her şey emânet sayılır. Bunun için onlara riayet etmesi gerekir.
Emânet olarak bırakılan şeyler, anlaşmalar ve ikisiyle ilgili hususlar gibi... Söylendiği zaman, kölelerin ve hanımların haram (azâd ve boş) olduğu sözler de, emânet sayılır. Çünkü kişiye, bu sözleri hususunda güvenilir. İnsanın, emânetleri gözetmesi, onlara gasb ve benzeri yollarla hainlik etmemesi de emânete dâhildir. "Ahd" sözcüğüne ise, çeşitli anlaşmalar, yeminler ve adaklar girer. Böylece Cenâb-ı Hak, kurtuluşun gerçekleşmesi hususunda bu tür şeylere riayet etmenin ve onların haklarını yerine getirmenin nazarı dikkate alındığını beyân buyurmuştur.
8) NAMAZA DEVAM EDERLER Bu, ayetteki وَالَّذينَ هُمْ عَلى صَلَوَاتِهِمْ يُحَافِظُونَ "Onlar, namazlarına devam ederler" (Mü’minun:9) ifadesinin anlattığı husustur. Cenâb-ı Hak, namazla ilgili ifadeyi tekrar getirmiştir. Çünkü huşu ve namaza, devam, birbirinden farklıdır ve birbirini gerektirmez. Zira huşu, namaz kılan kimsenin, namazı edâ esnasında takındığı bir sıfattır.
Namaza devam ise, namaz kılan kimse, onu hakkıyla yerine getirmediğinde de olabilen bir durumdur. Belki de buradaki "devam" ile kastedilen, namazın vakti, temizliği gibi şartlarını ve rükünlerini hakkıyla yerine getirmek ve tastamam yapmak kastedilmiştir. Böylece, bu insanın sanki bir âdeti hâline gelmiş olur.
CENNETE VARİS OLACAKLAR Allah Teâlâ, bu yedi sıfatın tamamını sayınca şöyle: اُولَئِكَ هُمُ الْوَارِثُونَ (10) اَلَّذينَ يَرِثُونَ الْفِرْدَوْسَ هُمْ فيهَا خَالِدُونَ "İşte onlar, vâris olanların tâ kendileridir. Onlar Firdevs (cennetine) vâris olacaklardır” (Mü’minun:10-11) buyurmuştur. Burada birkaç soru var:
CENNETE MİRAS DENİLMESİNİN İZAHI Birinci Soru: Cenâb-ı Hak niçin, cennetliklerin elde edecekleri, mükâfatları ve cenneti niçin "miras" olarak isimlendirmiştir? Hâlbuki Cenâb-ı Hak, اِنَّ اللّٰهَ اشْتَرٰى مِنَ الْمُؤْمِنِينَ اَنْفُسَهُمْ وَاَمْوَالَهُمْ بِاَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ يُقَاتِلُونَ فِي سَبِيلِ اللّٰهِ فَيَقْتُلُونَ وَيُقْتَلُونَ وَعْداً عَلَيْهِ حَقاًّ فِي التَّوْرٰيةِ وَالْاِنْجِيلِ وَالْقُرْاٰنِ وَمَنْ اَوْفٰى بِعَهْدِهِ مِنَ اللّٰهِ فَاسْتَبْشِرُوا بِبَيْعِكُمُ الَّذِي بَايَعْتُمْ بِهِ وَذٰلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ "Şüphesiz Allah, mü’minlerden canlarını ve mallarını, kendilerine vereceği cennet karşılığında satın almıştır. Artık, onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve ölürler. Allah, bunu Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da kesin olarak va’detmiştir. Kimdir sözünü Allah’tan daha iyi yerine getiren? O hâlde, yapmış olduğunuz bu alışverişten dolayı sevinin. İşte asıl bu büyük başarıdır." (Tevbe. 111) ayetinde, cennetin o mü'minlerin hakkı olduğunu bildirmiştir.
BUNA BİRKAÇ ŞEKİLDE CEVAP VERİLİR: 1) Hz. Peygamber (s.a.s.)'den rivayet edilen şu husus, bu konuda söylenilen en açık sözdür: "Cenâb-ı Hak her bir mükellef için, isyan etmeleri halinde cehennemde, itaat etmeleri halinde cennette hak edecekleri yerler hazırlamış ve bunlara birer işaret vurmuştur.” Bunun için o mükelleflerden kimi imân edip, kimi inkâr edince, inkâr edenlerin cennetteki yerleri, iman edenlere geçmiş gibi olur. Böylece de, onların mükâfatları kesin mahrumiyet demek olan cehenneme varışları, bu kimselerin ölümü gibi olur. İşte bu, bu açıdan miras diye adlandırılmıştır.
Nitekim fakihler ölenin, geride bıraktığı mallar ile ileride sahib olabileceği düşünülen şeyler arasında, kendisine vâris olunma bakımından bir fark bulunmadığını söylemişlerdir. Yine fakihler, gerçek manada mâlik olunmadığı halde, katil (öldürme) sebebiyle vâcib olan diyete de vâris olunacağını söylemişlerdir. İşte Fakihlerin bu fetvaları da, bizim söylediğimiz şeyi destekler.
Eğer, "Allah, cennetliklerin müstehak olacakları herşeyi miras diye nitelemiştir. Sizin dediğinize göre ise, bu mirasa, itaatkâr olsalardı kâfirlerin hak edecekleri şeyler de girmektedir" denilirse, biz deriz ki: Cenâb-ı Hakk'ın, O mü'min için bi zâtihi takdir ettiği o makam ve mevkiin aynısını, itaat etmesi halinde, o kâfir için de bir makam, bir mevki kılması imkânsız değildir. Çünkü bu, bu durumda o makam ve mevkilere bir ilave demektir. Dolayısıyla o kâfir iman ettiği takdirde, bu makam ve mevki ona geçer. 2) Cennetin o mü'minlere, hesabsız ve sınırsız sunulması, tıpkı malın vâris olana geçmesine benzer. 3) Cennet, atamız Âdem (a.s)'in yurdu idi. Bunun için o, onun soyuna geçince sanki miras gibi olur.
ZİKREDİLMEYEN MÜKELLEFİYETLER İkinci Soru: Cenâb-ı Hak, oruç, hac ve taharet (temizlik) gibi, bütün farzları saymışken, bu yedi sıfatı taşıyan mü'minlerin felaha ulaşacaklarını bildirmiştir? Cevab: Ayetteki, "Onlar, emanetlerine ve ahdlerine riayetkârdırlar" ifadesi, Allah'ın bütün emir ve yasaklarını, daha evvel de açıkladığımız gibi, içine alır. Taharetle ilgili vecibeler de, beş vakit "namaza devam edenler" ifadesine dâhildir, çünkü bunlar, namazın şartlarındandır.
BU AYET HASR İFADE EDER Mİ? Üçüncü Soru: Hak Teâlâ'nın, İşte onlar vâris olanların tâ kendileridir" buyruğu cennete bunlardan başka hiç kimsenin girmeyeceğini gösterir mi? Cevab: Ayetteki bu söz, hasr (sadece) manası ifade eder. Fakat bu mana ile hüküm çıkarılmaması gerekir. Çünkü küçüklerin delilerin, çocukların, hurilerin ve اِنَّ اللّهَ لَا يَغْفِرُ اَنْ يُشْرَكَ بِه وَيَغْفِرُ مَا دُونَ ذلِكَ لِمَنْ يَشَاءُ وَمَنْ يُشْرِكْ بِاللّهِ فَقَدِ افْتَرى اِثْمًا عَظيمًا “Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını, (günahları) dilediği kimse için bağışlar. Allah'a ortak koşan kimse büyük bir günah (ile) iftira etmiş olur." (Nisa,48) ayetinden ötürü, ehl-i kıblenin günahkârlarının da, atfedildikten sonra cennete girecekleri sabittir.
FİRDEVS CENNETİ NE DEMEKTİR? Dördüncü Soru: Cennetlerin hepsine mi "Firdevs" denir? Cevab: Firdevs, Habeşce'de "Cennet" demektir. Bu kelimenin aslen Rumca olduğu söylenmiştir. Ebû Musa el-Eşârî (r,a.) Hz. Peygamber (s.a.v.)'in şöyle: اَلْفِرْدَوْسُ مَقْصُورَةُ الرَّحْمَنِ فِيهَا اْلاَنْهَارُ وَاْلاَشْجَارُ "Firdevs Rahman (Allah'ın) sarayıdır, onda nehirler ve ağaçlar vardır" buyurduğunu rivayet etmiştir. Ebû Umâme (r.a.) da, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in şöyle: سَلُوا اللهَ الْفِرْدَوْسَ فَاِنَّهَا اَعْلَى الْجِنَانِ وَ اِنَّ اَهْلَ الْفِرْدَوْسِ يَسْمَعُونَ اَطِيطَ الْعَرْشِ "Allah'dan Firdevsi isteyiniz. Çünkü o, cennetlerin en yücesidir. Firdevs'te olanlar Arş'ın iniltisini duyarlar" dediğini rivayet etmiştir. (Kenzu’l-Ummâl, 2/3184)
CENNETİN MÜ'MİNLER LEHİNDE KONUŞMASI Beşinci Soru: Hz. Peygamber (s.a.v.)in şöyle: لَمَّا خَلَقَ اللهُ تَعَالَى جَنَّةَ عَدْنٍ قَالَ لَهَا تَكَلَّمِى فَقَالَتْ "Allah Teâlâ, Adn cennetini yaratınca, ona "Konuş" dedi O da, "Mü'minler muhakkak felah bulmuştur" dedi". Dediği rivayet edilmiştir. (Câmiu’s-Sağîr, 2/127) Ka'b da şöyle demiştir: "Allah, Hz. Âdem’i (Kudret) eliyle yarattı. Tevrat’ı, eliyle yazdı. Tûbâ ağacını eliyle dikti. Sonra o Tûbâ ağacına, "Konuş" dedi. O da, "Mü'minler muhakkak felah bulmuştur" dedi.
Yine Hz. Peygamber (s.a.v.)'in, اِذَا اَحْسَنَ الْعَبْدُ الْوُضُوءَ وَصَلَّى الصَّلاَةَ لِعَقْتِهَا وَحَافَظَ عَلَى رُكُوعِهَا وَسُجُودِهَا وَمَوَاقِيتِهَا قَالَتْ: حَفِظَكَ اللهُ كَمَا حَافَظْتَ عَلَيَّ وَشَفَعَتْ لِصَاحِبِهَا وَ اِذَا اَضَاعَهَا قَالَتْ اَضَاعَكَ اللهُ كَمَا ضَيَّعْتَنِى وَتُلَفَّ كَمَا يَلَفُّ الثَّوْبُ الْخَلَقُ فَيُضْرَبَ بِهَا وَجْهَ صَاحِبِهَا"Kul, güzelce abdest alıp, namazını vaktinde kıldığında ve namazın rükûlarına, secdelerine ve vakitlerine tam riayet ettiğinde, namaz, "Bana devam edip, beni koruduğun gibi, Allah da seni korusun " der ve ona şefaat eder. Fakat kul, namazını zâyî ettiğinde, (hakkıyla, tastamam kılmadığında), namaz, ''Beni zâyî ettiğin gibi, Allah 'da seni zâyî etsin " der. İşte bu namaz, tıpkı eski bir elbise gibi dürülüp, bükülür ve sahibinin yüzüne çarpılır." (Câmiu’s-Sağîr, 2/127) buyurduğu rivayet edilmiştir.
Cevab: Cennetin konuşması ile onun mü'minler için hazırlanmış oluşu Kastedilmiştir. Onun hazır oluşu, sanki konuşması kabul edilmiştir. Bu tıpkı, "(Gökler ve yerler) "İsteye isteye geldik. (Ey Rabbimiz)" dediler. " (Fussilet, 11) ayetinde olduğu gibidir. Cenâb-ı Hakk'ın cenneti eliyle yaratması meselesine gelince, Bununla, o yaratma işini başkasına bırakmayıp bizzat yaptığı anlatılmak istenmiştir.
Namazın, kendisini hakkıyla yerine getirenleri övmesine gelince, bu, imkân açısından, cennetin konuşmasından daha uzaktır. Çünkü namaz bir takım hareket ve hareketsizliklerden ibaret olup, konuşup düşünmesi mümkün değildir. Bunun için bu ifâde ile bir teşbih (benzetme) yapılmıştır. Bu tıpkı, iyilikte bulunana, insanın, "senin bana yaptığın iyilik, teşekkürümü konuşuyor (istiyor)" demesi gibidir.
CENNET ŞİMDİ MEVCUT MU? Yedinci Soru: Bu ayet, Firdevs cennetinin yaratılmış olduğunu gösterir mi? Cevab: Kâdî şöyle der: "Hak Teâlâ'nın, "Onun yemişleri devamlıdır" (Ra'd, 3) ayeti, cennetin, mahlûk (yaratılmış) olmadığına delâlet eder. Dolayısıyla bu ayeti te'vil etmek gerekir. "Kıyamet günü, Allah Teâlâ, cenneti mü'minlere miras olarak yaratır (yani miras kılar)." Yahut da Allah cenneti yarattığında, cennet, "Cehennem ashabı, cennet ashabına şöyle seslenir"
Buna göre, Cenâb-ı Hak sanki şöyle demek istemiştir: وَنَادَىٰ أَصْحَابُ النَّارِ أَصْحَابَ الْجَنَّةِ أَنْ أَفِيضُوا عَلَيْنَا مِنَ الْمَاءِ أَوْ مِمَّا رَزَقَكُمُ اللَّهُ قَالُوا إِنَّ اللَّهَ حَرَّمَهُمَا عَلَى الْكَافِرِينَ Cehennem ehli, cennet ehline, “Suyunuzdan veya Allah'ın size verdiği rızıktan biraz da bize veriniz!” diye seslenirler. Onlar da, “Allah bunları kâfirlere haram kılmıştır” derler. (A’râf, 50).
ayetini te'vil ettiğimiz gibi sözler söyler ayetini te'vil ettiğimiz gibi sözler söyler. Kâdî'nin bu görüşü zayıftır. Çünkü onun, ayette yaptığı takdir (ve te'vil), "Onun yemişleri devamlıdır" (Ra’d, 35) ayetinde yaptığı takdirden daha evlâ değildir. Hem sonra, bu cennetin yemişleri, âhirette devamlıdır manasına gelir. Dolayısıyla bu iki ayetin, zahirî manaları çelişki teşkil edince, cennetin mahlûk olduğu hususunda, Hak Teâlâ'nın, "O, muttakîler için hazırlandı" (Al-i İmran, 133) ayetine sarılırız.
KAYNAKLAR 1.Fahreddin Er-Râzî, Tefsîr-i Kebîr (Mefâtihu’l-Gayb) 2.Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’ân. 3.Diyanet İşleri Başkanlığı, Kur’ân Yolu Türkçe Meâl ve Tefsir. 4.Kur’an-ı Kerim Meâli Diyanet Vakfı 5.Kur’an-ı Kerim Meâli Diyanet İşleri Başkanlığı
HAZIRLAYAN MUSTAFA GÜLEÇ BURSA MERKEZ ANADOLU İMAM HATİP LİSESİ MESLEK DERSLERİ ÖĞRETMEMİ 15.04.2014