Değişim Sosyolojisi
Modernleşme Okulu Modernleşme Okulu 1960’larda toplumsal değişme literatüründe hâkim olmuş bir yaklaşımdır. Evrimci yaklaşımın devamı olarak da görülebilecek olan Modernleşme Okulu, Amerikalı sosyolog Talcott Parsons’ın yapısal işlevselci yaklaşımından etkilenerek geliştirmiştir. Modernleşme Okulu, temel olarak “Gelişmeyi engelleyen faktörler nelerdir?” ve “Gelenekselden moderne doğru olan toplumsal dönüşüm mekanizmaları ve koşulları nelerdir?” soruları üzerine odaklanır.
Toplumsal değişmeyi, modern toplum-geleneksel toplum ikiliği ve karşılaştırması kullanarak açıklamaya çalışır. Modern toplum, yapısal olarak farklılaşmayı ve uzmanlaşmayı gerçekleştiren toplum olarak görülürken, geleneksel toplum, rasyonellik, verimlilik ve özgürlük gibi modern değerlerin tersine geleneksel değerlerin hâkim olduğu, bulundukları coğrafi çevre içinde kısıtlanmış toplum olarak görülür.
Geleneksel toplum; basit teknolojiye dayalı tarım ekonomisinin, toplumsal yaşantı da birincil ilişkilerin, dinî düşüncelerin ve politik alanda geleneksel elitlerin hâkim olduğu, eğitim seviyesinin düşük olduğu toplumdur. Modern toplum ise geleneksel toplumun tam karşıtında yüksek teknolojiye dayalı endüstriyel üretimin, ikincil ilişkilerin ve rasyonel düşüncenin hayatın her alanına hâkim olduğu, yüksek eğitim seviyesi ve kentleşmenin görüldüğü, liberal demokrasinin egemen olduğu toplumlar olarak tanımlanır.
Modernleşme Okulu ekonomik, siyasal ve kültürel alanda modernleşmeyi şu şekilde açıklar. Ekonomik alanda modernleşme; ekonomik aktivite ve işin uzmanlaşmasını, kaynakların, verilmiş statülerin tersine başarıyı ölçüt alarak dağıtılmasını, pazarın genişlemesini, kentleşme, hareketlilik ve esnekliği ifade eder. Modernleşme, siyasal alanda geleneksel elit grupların gücünün zayıflaması ve demokrasinin, seçim ve parti aktivitelerinin, farklılaşmış bürokratik organizasyonların yayılmasıdır.
Kültürel alanda modernleşme ise eğitimin yaygınlaşması, laiklik, geleneksel olmayan ulusal ve ulus-üstü grup kimliklerinin gelişmesi anlamına gelmektedir. Bütün bunlara ek olarak modern iletişim, medya ve tüketim kültürünün yaygınlaşması da modernleşme sürecinin önemli özelliklerindendir.
Parsons’ın toplumsal eylem kalıplarını kullanan Bert Hozelitz, modern toplumu evrensel değerlerin hâkim olduğu, başarı ve performansın geleneksel kimliklerin önüne geçtiği, farklılaşma, uzmanlaşma ve işbölümü çerçevesinde rollerin belirginleştiği toplum olarak tanımlar. Modern toplum seviyesine ulaşabilmek için geleneksel toplumların içinde yer alan değişime açık bireylerin modern toplumlara gönderilerek alacakları eğitim ile modern değerlerle donatılmaları sonucunda bu değerleri kendi toplumlarında yaygınlaştıracaklarını iddia eder.
Bir başka Modernleşme Okulu teorisyeni Walt Whitman Rostow, Ekonomik Büyümenin Aşamaları isimli çalışmasında modern toplumların geçirdiği dönüşümü beş aşamada açıklar. 1. Geleneksel toplum: ilkel teknoloji ve tarıma dayalı sınırlı üretimin; toprak sahiplerinin gücüne dayalı hiyerarşik yapıların ve toplumsal hareketliliğin az olduğu toplumlardır. 2. Ekonomik kalkınmanın ön koşulları: 18. yüzyılın başlarında Batı Avrupa ve özellikle de ingiltere’de ortaya çıkmıştır. Bilimsel keşiflerle birlikte tarım ve endüstride yeni üretim fonksiyonları kullanılmaya başlanmıştır.
3. Kalkış: Kalkış aşamasını ilk gerçekleştiren ülke ‹İngiltere'dir 3. Kalkış: Kalkış aşamasını ilk gerçekleştiren ülke ‹İngiltere'dir. İngiltere’de büyümeye karşı engellerin ortadan kalkmasında teknoloji çok önemli bir rol oynamıştır. Kent merkezli endüstriyel faaliyetler artmıştır ve tarımda yeni teknolojiler kullanılmaya başlanmıştır. 4. Olgunluk: Bu aşamada artık modern teknoloji, bütün endüstriyel faaliyetlerde kullanılmaya başlanmıştır. Üretimin her aşamasında yeterli teknik bilgi ve girişimcilik bulunmaktadır. 5. Yaygın Tüketim: Gelişmiş dayanıklı tüketim malzemeleri ve hizmet sektörü bulunmaktadır. Reel ücretlerin artışı tüketimi de artırmıştır. Amerika Birleşik Devletleri 1. Dünya Savaşı sonrası dönemde bu aşamaya gelebilen ilk ülkedir
Rostow, geleneksel toplumdan modern topluma geçişte evrensel aşamalar olarak sıraladığı bu aşamaların diğer toplumlar için de bir örnek oluşturacağını iddia eder. Rostow’a göre modernleşme, öncelikle Avrupa toplumlarında daha sonra Amerika Birleşik Devletleri ve Japonya’da gerçekleşmiştir. Diğer toplumlar ise dışarıdan yapılacak yardım ve müdahalelerle aynı duruma gelebileceklerdir. Modernleşme Okulu’nun bu bakış açısı dönemin kalkınma iktisadı ve politikalarında önemli rol oynamıştır.
Bağımlılık okulu
Bağımlılık Okulu, 1960’larda Latin Amerika’nın azgelişmişlik durumunu Latin Amerika perspektifinden bakarak analiz etmeye çalışmıştır. Modernleşme Okulu’nu eleştirmek için ortaya çıkan Bağımlılık Okulu, geleneksel-modern toplum ikiliği yerine merkez-çevre ya da metropol-uydu ikiliğini kullanmıştır. Kapitalist üretim biçiminin güçlü merkez ülkeler ve onlara bağımlı oldukları için azgelişmiş olan çevre ülkeler yarattığını iddia eder.
Bağımlılık Okulu’nun en önde gelen teorisyeni Andre Gunder Frank’a göre, Latin Amerika ülkeleri 16. yüzyıldan itibaren azgelişmiş çevre ülke konumundadırlar. Çünkü o tarihten itibaren kapitalist merkez ülke konumunda olan Amerika Birleşik Devletleri’nin uydusudurlar.
Merkez ve çevre arasındaki bu bağımlı ilişki, kapitalist üretim biçimi devam ettiği sürece devam edecektir ve çevrenin gelişmesi mümkün olmayacaktır. Merkez, çevrenin ürettiği artı değere farklı yöntemlerle el koyduğu sürece daha da güçlü hâle gelecek ve bu durumun sonucunda azgelişmişlik durumu sürekli olarak var olacaktır. Frank bu durumu azgelişmişliğin gelişmesi olarak adlandırmıştır.
Çevrede gelişmenin olamayacağını iddia eden Bağımlılık Okulu, 1970’lerden sonra yeni sanayileşen ülkelerin ortaya çıkışıyla birlikte sorgulanmaya başlamıştır
Dünya sistemi yaklaşımı
Bağımlılık Okulu’nun yaptığı analize tarihsel bir boyut kazandırmaya çalışan Immanuel Wallerstein, yalnızca Latin Amerika’nın azgelişmişliği üzerine odaklanmaz. Küresel düzeyde kapitalist üretim biçiminin nasıl işlediğini açıklamaya çalışır. Çünkü Wallerstein’a göre kapitalizm ulusal sınırların ötesinde uluslararası düzeyde örgütlenmektedir ve bunda sermayenin uluslararası düzeyde dolaşımı önemli rol oynamaktadır.
Wallerstein, 16. yüzyılda başlayan dünya sisteminin kapitalist üretim biçimine dayandığını ve bunun da merkez, yarıçevre, çevre ülkeler (gelişmiş, yarıgelişmiş ve az gelişmiş) olmak üzere bir işbölümü yarattığını iddia eder.
Merkez bir yandan çevrenin hammaddelerine el koyarken diğer yandan da kendi endüstriyel üretimini artırmaktadır. Wallerstein’ın kapitalizmi uluslararası düzeyde ele alan yaklaşımı küreselleşme tartışmalarında da kullanılmaktadır.
küreselleşme
Küreselleşme ekonomik, finansal, toplumsal ve kültürel ilişkilerin dünya ölçeğinde yaygınlaşması süreci olarak ele alınabilir. Bu sürecin aynı zamanda yerel ile etkileşimi, bireylerin doğrudan gündelik yaşamlarına olan etkileri mevcuttur. 1990’lı yıllardan sonra yaygın olarak kullanılmaya başlayan küreselleşme kavramı dünyada ortaya çıkan yeni değişim ve dönüşümleri açıklamak için kullanılmaktadır. Elbette ki daha önceki dönemlerde de bütün dünyayı küresel düzeyde etkileyecek olan değişimler yaşanmıştır.
Bazı teorisyenler küreselleşmeyi, kapitalizmle birlikte başlayan modernite sürecinin bitişi ve postmodern dönemin başlangıcı ile ilişkilendirmektedirler. Bu bakış açısı, altında kapitalizmin de sona erdiği gibi bir varsayımı barındırmaktadır. Bazı teorisyenlere göre ise ne modernite süreci ne de kapitalizm sona ermiştir. Bu anlamda küreselleşme; kapitalizmin geldiği yeni aşamayı, yeni sermaye birikim sürecini açıklamak için kullanılmıştır. Küresel kapitalizm, bütün dünyada hem üretim hem de tüketim ideolojisi ile hakimiyetini kurmuştur.
Anthony Giddens geç modernite olarak da adlandırdığı küreselleşme sürecinin kapitalist modernitenin bir sonucu olduğunu iddia etmektedir. Küreselleşmeyi zaman ve mekân bağlamında açıklamaya çalışan Giddens’a göre, küresel sistem ulus devletler, kapitalist dünya ekonomisi, uluslararası işbölümü ve askeri bir dünya düzeninden oluşmaktadır.
Ulus devletlerin yerel, bölgesel ve uluslararası ekonomi politikalarının düzenlenmesi ve hayata geçirilmesinde önemli role sahiptirler. Ancak ulus devletlerin bu rolünde belirleyici olan refah düzeyleri ve askeri güçleridir. Kapitalist dünya ekonomisi, ortaya çıktığı 16. ve 17. yüzyıllardan bu yana küresel düzeni belirlemektedir ve ülkeler arasındaki ekonomik gelişmişlik farkları bu ekonomik yapının sonucunda oluşmuştur.
Uluslararası ekonomik ilişkiler ve çokuluslu şirketlerin üretim faaliyetleri kapitalist dünya ekonomisine göre biçimlenmektedir. Askeri dünya düzeni birden fazla ulus devletin askeri güçlerini birleştirmesi ve bunun sonucunda yerel olarak ortaya çıkan olaylara NATO benzeri birliklerle müdahale edebilme durumudur. Uluslararası işbölümü küresel düzeyde bazı bölgelerin endüstriyel üretim merkezlerine bazı bölgelerinse endüstri dışı üretim faaliyetleri merkezi dönüşmesini ifade etmektedir (Suğur, 1995; Bilton ve diğerleri, 2008).
Giddens, yukarıda sıralanan dört faktörün birbirleri ile etkileşimlerini yeterli düzeyde açıklamadığı için eleştirilmektedir. Ayrıca Giddens’ın yaklaşımının azgelişmiş ülkelerin bu küresel durum içinde geleceklerinin ne olacağına yer vermeme- si ve küresel düzeyde oldukça önemli rol oynayan dinin etkisini yeterince vurgulamamasıda bir başka eleştiri konusu olmuştur (Suğur, 1995)
Yerel olan ile küresel olan arasındaki ilişki ve etkileşimler küreselleşme konusunda yapılan çalışmalarda önemli yer tutmaktadır. Küresel düzeyde özellikle tüketim kültürü çerçevesinde bakıldığında bir aynılaşma sürecinin yaşanıp yaşanmadığı sorgulanmaktadır.
Bu sorgulamalar çerçevesinde geliştirilen küreselleşme (glo- calization) kavramı, küreselleşme (globalization) ve yerelleşme (localization) kavramlarının birleştirilmesinden oluşmuştur. Robertson (1995) küyerelleşme kavramı ile küresel olanın yerelleştiğini, yerel olanın ise küreselleştiğini ifade etmektedir. Robertsan’a göre hem bir aynılaşma hem de farklılaşma süreci yaşanmakta ve kü- resel olan ile yerel olan iç içe geçmektedir. Bunun için McDonalds ya da Burger King gibi uluslararası fastfood restoranlarının yerel olanın özelliklerini dikkate alarak ürün yelpazelerinde yaptıkları değişikliklere bakılabilir. Örneğin Türkiye’de ürünlerinde domuz eti kullanmamaları ve Hindistan’da sadece tavuk eti ya da vejeterjan ürünler kullanmaları gibi.
Küreselleşmeyle ilgili temel yaklaşımlar
Küreselleşme süreci, küresel ile yerel olan arasındaki etkileşim, küreselleşmenin sonuçları gibi konularda yapılan çalışmalar genel olarak ‘kuşkucular’, ‘aşırıküreselleşmeciler’ ve ‘dönüşümcüler’ olmak üzere üç grupta toplanmaktadır (Held, 1999).
Küreselleşme karşıtı olarak da adlandırılan kuşkucular grubunda yer alan teorisyenler, genel olarak küreselleşme konusundaki düşüncelerin yeni olmadığını iddia ederler. Küreselleşme literatüründe oldukça önemli yeri olan dünya ekonomi- sinin küreselleşmesi, özellikle finans ve ticaret yoluyla ekonomik bağımlılığın artması gibi açıklamalara eleştirel bakarlar. Kuşkuculara göre, aslında bölgeselleşme süreci üzerinde durmak gerekmektedir. Bölgeselleşme sonucunda dünya ekonomisi eskisinden daha az bütünleşmiş durumdadır. Örneğin, iddia edildiğinin aksi- ne ticaret yoğunluğu Avrupa, Asya-Pasifik ve Kuzey Amerika olmak üzere üç böl- gede toplanmıştır.
Aşırı küreselleşmeciler, küreselleşme konusunda kuşkucuların tam karşısında yer almaktadırlar. Küreselleşmeyi, dünya ticaretinin hızla gelişmesi nedeniyle pazarların güç kazanmaya başladığı ve bunun sonucunda da ulus devletlerin gücünü yitirmeye başladığı bir süreç olarak ele alırlar. Avrupa Birliği, Dünya Ticaret Örgütü gibi yeni bölgesel ve uluslararası kuruluşlar, ulus-devletin zayıflayan konumuna destek olan kuruluşlardır.
Küreselleşme konusunda dönüşümcüler, hem aşırı küreselleşmecilere hem de kuşkuculara mesafeli durmaktadırlar. Dönüşümcülere göre, günümüzde modern toplumları biçimlendiren ekonomik, siyasal ve toplumsal değişimlerin arkasındaki esas güç, küreselleşmedir. Fakat yine de küresel ölçekte oldukça önemli değişimler yaşanmasına rağmen toplumsal yapıda hâlen varlığını sürdüren unsurlar görmek mümkündür. Ulus-devletler gittikçe karşılıklı bağımlı hâle gelmelerine rağmen sahip oldukları gücü ve varlıklarını korumaya devam etmektedirler. Hatta Bir- leşmiş Milletler gibi bütünleştirici küresel yönetişim birimleri güçlenmesine rağmen devletler parçalanarak yeni ulus-devletlere dönüşmektedir.
Küreselleşmenin tarihsel gelişimi
Robertson, küreselleşme sürecinin tarihsel gelişimi üzerine odaklanmıştır. Robertson’a göre küreselleşme süreci 15. yüzyılda ortaya çıkmıştır. Robertson, küreselleşmenin tarihsel olarak gelişim sürecini beş aşamada açıklamıştır. 1. Oluşum aşaması(1400-1750): Yeni ulusal toplulukların ortaya çıkışı, modern anlamda coğrafya ve takvimin doğuşu, bireyciliğin ve hümanizmin önem kazanması. 2. Başlangıç Aşaması(1750- 1802): Uluslararası ilişkilerin formalleşmeye başlaması, yurttaş ve insanlık kavramlarının belirginleşmesi,
3. Kalkış aşaması(1870- 1920): Ulus devlet kavramının yerleşmesi, küresel iletişimin hızlanması, olimpiyat oyunları, Nobel ödülleri gibi uluslararası küresel organizasyonların başlaması. 4. Hegemonya mücadele aşaması(1920- 1960): Küresel düzeyde savaşlar ve çatışmalar 5. Belirsizlik Aşaması (1960- 1990): Küresel kuruluşların sayılarının artması, kitle iletişim sistemlerinin küresel düzeyde yaygınlaşması, dünya vatandaşlığı, insan hakları gibi kavramların yanısıra etnik, ırka ve toplumsal cinsiyete dayalı yapıların gelişmesi (Bilton ve diğerleri, 2008, s.48-49).
Robertson’ın küreselleşmeye dair yaptığı açıklamalar, Avrupa dışı toplumların bu sürece etkilerine yer vermemesi nedeniyle Avrupa merkezci olduğu için eleştirilmektedir (Suğur, 1995)
Ekonomik düzeyde küreselleşme
Refah devleti; eğitim, sağlık, barınma ve asgari düzeyde gelir gibi temel insani ihtiyaçlara yönelik hizmetlerin ve yardımların sosyal güvenceler aracılığı ile devlet tarafından sağlanmasıdır. Fordizm, II. Dünya Savaşı'ndan 1970’lerin sonuna kadar hakim olan sermaye birikim modeli ve üretim örgütlenme biçimidir. Postfordizm, 1980’lerden sonra görülen sermaye birikim modeli ve üretim örgütlenme biçimidir. Piyasa koşullarının gerektirdiği her türlü esnekliğe -esnek üretim, istihdam, uzmanlaşma ve ücrete dayanır.
Kapitalist üretim biçiminin bütün dünyaya hâkim olması sonucunda sermaye birikimi, üretim ve uluslararası pazar ilişkileri küresel düzeyde gerçekleşmektedir. Başkaya (2005) küreselleşmeyi 1980 sonrası kapitalist gelişmeyi üçüncü küreselleşme olarak tanımlamaktadır. Birinci küreselleşmeyi Amerika kıtasının Batı Avrupalılar tarafından keşfedilmesiyle ortaya çıkan kapitalist yayılma oluşturmaktadır.
Bu dönemdeki yayılma sonucunda, Amerika’daki uygarlıklar yok edilmiş ve Afrika köleleştirilmiştir. Bunların sonucunda köle isyanları ortaya çıkmıştır. Sanayi devrimi, ikinci kapitalist yayılma sürecinin, ikinci küreselleşmenin, başlangıcı olmuştur.
Doğrudan sömürge ve yarı-sömürge toplumlarla birlikte çevre-merkez kutuplaşması olarak tanımlanabilecek bugünkü dünya sistemi oluşmaya başlamıştır. Bu dönemde, yükselen işçi sınıfı hareketi, sosyalist devrimler ve anti-sömürgeci bağımsızlık hareketleri görülmüştür.
1980’ler sonrası kapitalizmin geldiği yeni aşamada uygulanan ekonomi politikası neoliberalizm olarak adlandırılmaktadır. Neoliberalizm, piyasaların serbest bırakılmasını, devletin ekonomik alana düzenlemeler yoluyla yaptığı müdahalelerden vazgeçmesini ya da en aza indirilmesini ve kamu işletme ve hizmetlerinin özelleştirilmesini kapsamaktadır. Neoliberalism 1980 öncesi özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde hâkim olan refah devleti uygulamalarının tam tersini içermektedir.
1929 yılında dünya ekonomik bunalımı sonrasında ortaya çıkan ve birçok ülke tarafından uygulamaya konulan Keynesyan ekonomi politikaları güçlü bir devlet yapısına dayanmaktadır. Devletin ekonomik alana müdahalesinin özellikle kriz dönemlerinde ortaya çıkabilecek olan işsizlik gibi sorunlarda gerekli olduğu vurgulanmıştır. Keynesyan ekonomi politikalarının hâkim olduğu dönemde üretimde fordizme göre örgütlenmektedir.
Artan ulusal ve uluslararası rekabet, ürün pazarındaki ani değişikliklere uyum sağlayabilmek için firmaları esnekliğe zorlaması sonucunda fordist üretim örgütlenmesinden postfordist üretim örgütlenmesine geçilmiştir.
Esnek üretim olarak da adlandırılan postfordizm esnek istihdam, uzmanlaşma ve esnek ücret politikalarına dayanmaktadır. Böylelikle küçük merkezi olmayan firmalar ve bazen de duruma göre fason üretim ile piyasa koşullarında arz-talep dengesinde ortaya çıkan ani değişimlere uyum sağlayabilmektedir.
Postfordist üretim örgütlenmesinde, fordist teknolojik düzenlemeden kaynaklanan zaman kaybı ve kalite düşüklüğünün ortadan kaldırılması hedeflenmiştir. Benzer biçimde fordist emek örgütlenmesinin neden olduğu işe yabancılaşma sorunların aza indirilmeye çalışılmıştır.
Neoliberal ekonomi politikalarının hâkim olduğu üçüncü küreselleşme döneminde Ulusötesi şirketler (TNCs) ekonomik alanın önemli aktörlerindendir. Ulusötesi şirketler yatırım, üretim ve pazarlama anlamında birden fazla ülkede faaliyet gösteren, küresel düzeyde sermaye birikimi gerçekleştiren şirketler olarak tanımlanabilir. Günümüzde dünyanın en güçlü üç bölgesi olarak kabul edilen ABD, Japonya ve Avrupa’nın ulus ötesi şirketleri faaliyetlerini küresel düzeyde yürütmektedirler. Örnek olarak Unilever, Shell, Toyota, General Motors, IBM, Coca-Cola, Kodak, Nestle gibi firmalar verilebilir.
Bu dönemde uluslararası düzeyde küreselleşme sürecinin işleyişinde etkin olan uluslararası örgütler bulunmaktadır. Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası(WB), Ekonomik Kalkınma ve işbirliği Örgütü (OECD), Dünya Ticaret Örgütü (WTO) ve Birleşmiş Milletler (UN) bu örgütler arasında yer almaktadır. Bunun yanısıra özellikle uluslararası ticareti geliştirmeyi hedefleyen Avrupa Birliği (AB), Asya-Pasifik Ekonomik işbirliği (APEC), Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması(NAFTA) ve benzeri uluslararası entegrasyonlarda bulunmaktadır.
Ulusötesi şirketler ve bu tür uluslararası örgütlenmelerin küreselleşme sürecinin işleyişindeki belirleyici rolleri özellikle ulus devletlerin gücü konusundaki tartışmaları gündeme getirmiştir. Bu çerçevede ulus devletlerin 1980’lerden sonra ekonomik alandaki hâkimiyetini yitirdiği ve daha çok idari bir yönetim birimine dönüştüğü vurgulanmaktadır. Ayrıca küreselleşme süreci ile birlikte ulusal sınırların ortadan kalkacağı iddiası bu görüşü güçlendiriyor görünmektedir. Ancak günümüzde artan milliyetçi ve etnik hareketler ulusal sınırların zayıflamak yerine güçlendiğinin işareti olarak görülmektedir.
Küreselleşme Karşıtı Hareketler Yeni toplumsal hareketler küresel kapitalizme karşı sınıf politikalarına dayalı geleneksel işçi hareketi başarılı olamaması iddiasıyla ortaya çıkmıştır. Cinsiyetçiliğe, ırkçılığa, ekolojik krizlere, kapitalist sömürüye karşı daha etkili bir direnme için kimlik politikalarına dayalı hareketlerin geliştirilmesi hedeflenmiştir.
Özellikle internet olmak üzere iletişim alanındaki teknolojik gelişmeler, kimlik temelli bu toplumsal hareketlerin küresel düzeyde örgütlenmesini sağlamaktadır.
Küreselleşme karşıtı hareket Dünya Ticaret Örgütü’nün 1999 yılında ABD’nin Seattle kentinde yaptığı toplantıyı protesto etmiştir. Çokuluslu olarak tanımlanabilecek bu hareket; yeşiller, sosyalistler, anti-faşistler, feministler, eşcinseller, anarşistler, savaş ve militarizm karşıtları gibi farklı gruplardan oluşmaktadır. “Başka Bir Dünya Mümkün” sloganıyla ortaya çıkan hareketin ortak noktası küresel kapitaliz- me karşı olmalarıdır. Dünya Sosyal Forumu, küreselleşme karşıtı hareketin üyeleri tarafından oluşturulmuş bir buluşma ortamıdır. 2001’de ilk toplantısını gerçekleştirmiş olan forumun amacı neoliberal politikalara ve sermayenin hâkimiyetine alternatif küresel çözümler üretmektir