İSLAM FELSEFESİ
İslam Felsefesi’nin Temel Özelikleri İSLAM FELSEFESİNİN GENEL ÖZELLİKLERİ İSLAM FELSEFESİNİN BAZI PROBLEMLERİ Yaratıcının Varlığını Kanıtlama Problemi İrade Özgürlüğü Problemi Toplumsal Yaşama Yönelik Problemler Bilgi Problemi EL KİNDİ İBN SİNA İBN RÜŞD İRADE ÖZGÜRLÜĞÜ PROBLEMİ FARABİ İBN HALDUN GAZALİ İSLAM FELSEFESİNDE BAZI FELSEFİ GÖRÜŞLER MS 2. YÜZYIL-MS 15. YÜZYIL FELSEFESİNDE İNANÇ VE AKIL İLİŞKİSİ Hristiyan Felsefesinde İnanç ve Akıl ilişkisi İslam Felsefesinde İnanç ve Akıl İlişkisi 8. YÜZYIL-12. YÜZYIL ÇEVİRİ FAALİYETLERİNİN İSLAM VE BATI FELSEFESİNE ETKİSİ
İslamiyet öncesi dönemde Doğu’daki çeşitli merkezlerde açılan okullarda Antik Yunan felsefesine dair çeviriler yapılmış, bu çeviriler, Doğu medeniyetlerinin özellikle Grek felsefesi (özellikle Platon ve Aristoteles) tanınmasını sağlamıştır. İslam medeniyetinin hızla yayılması sonucunda da çok farklı kültürlerin birbiriyle etkileşim kurmuş; bilim, sanat ve felsefede önemli gelişmeler oluşturmuştur. İslam filozoflarının Antik Yunan felsefesi üzerine düşünme ürünleri oluşturması, Batı’nın tekrar Antik Yunan felsefesinden etkilenmesine neden olmuş ve bu durum, zamanla Batı’da Rönesans’ın oluşmasına zemin hazırlamıştır.
İslam felsefesi, sadece Müslümanların geliştirdiği bir felsefe değildir. İslam coğrafyasında yaşayan farklı dinlere mensup veya herhangi bir dine mensup olmayan filozofların çalışmalar da İslam felsefesi adı altında incelenir. Bu bakımdan İslam felsefesi; Türk, Arap, Hint ve Pakistan gibi toplumların ortak felsefesidir. İslam coğrafyasında çeşitli felsefi görüşler ve bunların etrafında şekillenen okullar vardır.
İslam Felsefesi’ninTemel Özelikleri Tartışmaya açık bir felsefe olması bakımından Ortaçağın dogmatik ve taklitçi kilise felsefesinden ayrılır. Adeta karanlıklarla dolu 1000 yıllık Ortaçağ tarihinin içerisinde parlayan bir yıldız olmuştur. Felsefe çalışmalarında ortak dil olarak Arapça kullanılmıştır. İslam dininin bilme, anlama ve araştırma ile ilgili emirlerinin İslam felsefesinin doğuş sebeplerinin başında geldiği söylenebilir. İslamiyet’in kısa zamanda geniş bir alana yayılması ve çeşitli kültür merkezleriyle karşılaşmış olması, İslam felsefesinin doğuşunu ve gelişimini hızlandırmıştır. Akla önem ve değer verilmesi, tartışmaların hiçbir otoriteye dayanmadan akılla yapılması, insanların anlayabileceği şekilde dini anlatabilmek, felsefi akımların neden olduğu problemlere cevap vermek ve dini kuralları net olarak açıklamak, esas niteliklerindendir. İslam’ı seçmiş ancak ilkel düşünce ve eski geleneklerin etkisinden henüz kurtulamayan insanlara gerçek İslam öğretisini açıklamak ve tanıtmak, temel özellikleri arasında yer alır.
İSLAM FELSEFESİNİN GENEL ÖZELLİKLERİ Antik Yunan felsefesinden etkilenilmiştir. Akıl, iman ve inanç gibi konular tartışılmıştır. İslam felsefesinden önceki problemler tartışılmıştır. Çeviri faaliyetleri yapılmıştır. Felsefeyi gelişimine katkı sağlanmıştır. Batı felsefesini etkilemişlerdir.
İSLAM FELSEFESİNİN BAZI PROBLEMLERİ Yaratıcının Varlığını Kanıtlama Problemi İrade Özgürlüğü Problemi Toplumsal Yaşama Yönelik Problemler Bilgi Problemi
Yaratıcının Varlığını Kanıtlama Problemi İslam felsefesinde yaratıcının varlığının delilleri problemi, Yaradan’ın varlığına ilişkin akla uygun delil getirilmesi üzerine şekillenir. Mesele Yaradan’ın varlığının akılsal olarak temellendirilmesi, İslam dinine yönelebilecek yanlış görüşlere karşı çıkarak inanç esaslarının korunmasıdır. Buna göre Kur’an ve Hâdis’lere dayanan felsefe türü ortaya çıkıyor. İslam kelamcıları, bu probleme felsefe üzerinden bakarak Allah karşısında insanın konumunu belirlemeye çalışır.
Eş’arî’ye göre: İnsanın doğumdan ölüme kadar farklı biyolojik süreçlerden geçerek olgun bir varlık haline geldiğini,insanın bu olgunluğa kendi kendine ulaşamayacağını söyleyerek bir yaratıcının olması gerektiğini savunur.
EL KİNDİ “Hudûs deliline” başvurur. Hudûs, sonradan yaratılan demektir ve hudûs delili, sonradan yaratılanın zorunlu olarak bir yaratıcıyı gerektirmesi mantığına dayanır. Evren sonlu olduğuna göre bir başlangıcı ve bir başlatıcısı vardır, görüşündedir. Yine evrende düzen ve uyum olmasının Yaradan’ın varlığına ilişkin bir başka delil olduğunu savunur.
İBN SİNA Varlığı üçe ayırır: Zorunlu Varlık, Mümkün Varlık ve Mümkün Olmayan Varlık. Mümkün olmayan varlıkları sadece mantık açısından kabul eder. Onun ontolojik olarak yoğunlaştığı varlık ilk ikisidir. Zorunlu varlık, varlığı başka bir varlığa muhtaç olmayan, ezelî ve ebedî varlıktır. Mümkün varlık; etrafta görülen, sürekli bir şekilde var olan ama daha sonra yok olan varlıklardır. Bu varlıklar, zorunlu varlıktan taşma sonucunda çıkmıştır. Zorunlu varlık yaratıcıdır ve ilk olarak aklı yaratır, ilk akıl da ikinci aklı yaratır ve bu yaratma sürekli devam eder. Bu görüş, İslam felsefesinde sudûr (meydana gelme) kuramı olarak bilinir.
İBN RÜŞD Yaradan’ın varlığına yönelik iki delil olduğunu söyler. İbn Rüşd öne sürdüğü akli delilleri aynı zamanda Kur’an ayetlerine de dayandırır. İnayet Delili: Doğada her şey insanla uyumludur. Ateş, hava, su ve toprak insan varlığına uygundur. Bu uygunluğu sağlayan varlık yaratıcıdır. İhtira Delili : Evrende her şey yoktan yaratılmıştır. Bu nedenle yaratılan şeylerin bir yaratıcısı olması zorunludur.
İrade Özgürlüğü Problemi İslam felsefesinde özgürlük problemi, insanın seçme ve eylemde bulunma mantığı üzerine şekillenir. Özgürlük denildiği zaman dönem itibarıyla kader ve kaza kavramları da bu problemle beraber ele alınır. İslam kelamcıları, bu probleme felsefe üzerinden bakarak Allah karşısında insanın konumunu belirlemeye çalışır.
Eşariye: İslam felsefesini temsil edenlerin kurdukları kelam okuludur Eşariye: İslam felsefesini temsil edenlerin kurdukları kelam okuludur. Amaç; İslam dinini her türlü saldırı karşısında akılla korumaktır. Aklın imkânları sınırlıdır ve tüm inanç konularını açıklamaya yetmez. Yani sadece akılla her şey açıklanamaz. İmanla çelişen ve çatışan hiçbir bilgi doğru olamaz. Bundan dolayı; önce iman, sonra akıl gelir. İnsan özgürlüğünü Kesb kavramıyla açıklar. Kesb, Allah tarafından müsade edilen eylemi insanın yapabilmesidir. Mutezile: Akla aykırı olan tüm inançlara karşı çıkar. Kuran’ın akılla açıklanabileceğini ve yorumlanabileceğini savunur. İnsan, eylemlerini kendisi yaratır, özgürdür. Akılla açıklayamadıkları hiçbir şeye inanmazlar. İslam dininin bütün esaslarının akıl yoluyla kavranabileceğini savunurlar. Sınırsız özgürlük ve bireycilikten yanadırlar. İnsan aklının sınırsız olduğunu öne sürerler.
Cebriye: Bize imanı veren de ibadet ettiren de Allah’tır Cebriye: Bize imanı veren de ibadet ettiren de Allah’tır. İnsanın ve evrenin bütün işleyişi Allah tarafından belirlenmiştir. İnsan kaderine mahkûmdur. Delil olarak şu ayetleri gösteriyorlar: Allah, dilediğini hidayete kavuşturur, dilediğini dalalette bırakır. [İbrahim 4] Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündeki insanların hepsi iman ederdi. O halde inanmaları için insanları zorlayacak mısın? Allah’ın izni olmadıkça, hiç kimse, iman edemez. [Yunus 99,100] Sizi de, yaptığınız işleri de yaratan Allah’tır. [Saffat 96] Mâturidi: İnsan iradesinde özgür olmakla birlikte onun seçimi Allah’ın iradesi ile gerçekleştiğini savunur. Temel prensiplerinde Eş‘arîler ile aynı görüşte olmakla beraber, şu görüşleriyle onlardan ayrılırlar: Dinî tebliğ olmasa da kişi akılla Allah’ı bulabilir. İyi ve kötü, güzel ve çirkin akılla bilinebilir. Allah bir şeyi güzel ve iyi olduğu için emretmiş, kötü ve çirkin olduğu için yasaklamıştır. İnsanda başlı başına bir özgür irade vardır ve bu iradesiyle seçimini yapar, Allah da kulun seçimine göre fiili yaratır.
Toplumsal Yaşama Yönelik Problemler Toplumsal yaşam ile ilgili görüşlerde iki İslam filozofu dikkat çeker. Fârâbî, erdemli hayatın ahlaki açıdan ideal olan devlette gerçekleşeceğini ileri sürer. İnsanların kendi aralarında düzen kurmak için devleti oluşturduğunu dolayısıyla ihtiyaçlarını da bu düzenin içinde giderdiğini belirtir. Fârâbî, insanların mutlu olabilmelerinin koşulu olarak kurdukları düzen içinde adaletin sağlanmasını öngörür. Adaleti de ancak güçlü bir örgüt olan devletin sağlayabileceğini ifade eder. Fârâbî, erdemli devlette insanların mutlu olacağı fikrindedir. Bilgili, donanımlı ve sorun çözücü gibi özellikleri bulunan kişi tarafından erdemli devletin yönetilmesi gerektiği görüşündedir.
İbn Haldun Toplum ve devleti değerlendirir. Toplumun insanların birbirine ihtiyaç duyma zemininde doğal olarak meydana geldiğini söyler. Güvenlik kaygıları nedeniyle kabileler arasında mücadele edildiğini ve sonuçta da bir kabilenin egemenliğiyle devletin kurulduğunu belirtir. Devletin toplumu iç ve dış tehlikelerden koruması ve barışı sağlaması gerektiği görüşündedir. Devleti yönetenler, toplumun faydası için hareket etmelidir. Topluma karşı zulüm, devletin varlığını tehlikeye sokar. İbn Haldun devletin hüküm süresini canlı bir organizmaya benzetir. Devletler doğar, gelişir ve ölür yani yıkılır. O; devletleri kuruluş, yükselme ve çöküş olarak üç aşamada inceler. Her yıkılan devletin yerine bir başka devletin kurulduğunu belirtir.
Bilgi Problemi Farabi, insanın herhangi bir şeye yönelerek bir kanaatte bulunmasının bilgi olmadığı ama bunun kesin bilginin oluşturulmasında bir aşama olduğu görüşündedir. Ona göre kanaat, bir şeyin düşünüldüğü gibi olduğu yönündeki inançtır. Düşünülen şeyin insan zihninin dışında bir karşılığı varsa o kanaatin bilgiye dönüşebileceğini belirtir. İnsan, kanaatte bulunduğu yargısının dışarıyla uygunluk içinde olduğunun bilincine vardığında ve bu yargının tesadüfi olarak meydana gelmediğini gerekçelendirdiğinde o yargısı kesin bilgiye dönüşebilir.
GAZALİ İnsanın duyuları ve aklıyla birtakım bilgilere ulaşabileceğini belirtir. Kesin bilgi edinmede ise onların yetersiz kaldığı görüşündedir. Çünkü ona göre maddi şeyleri algılayan duyular ve onlar üstüne düşünen akıl, bilginin doğruluğu veya yanlışlığına karar verebilir ama tabiatı gereği içinde hata barındırmasından dolayı kesin bilgiyi vermede yüzde yüz güvenilir değildir. Bu noktada güvenilir olabilecek tek şeyin insanın kendi deneyiminin farkında gerçekleşen kalp gözü (sezgi) olduğunu söyler. Ona göre sezgi, kalpte gerçekleşir. Sezgiyle bilgilerin kalbe dolaysız olarak geldiğini belirtir.
İSLAM FELSEFESİNDE BAZI FELSEFİ GÖRÜŞLER Natüralistler (Tabiyyun) Aklı tecrübeden çıkaran ve bilgilerin duyumlar aracılığıyla kazanıldığını savunan görüştür. Bu görüş, Tanrı ile insan arasında aracı kabul etmeyen deist yaklaşımı sergiler. Razi, önemli temsilcilerindendir. Dehriyye (Materyalist) Gerçek olan tek şeyin madde, onun da ezelî ve ebedî olduğunu savunan görüştür. Dolayısıyla bu akım filozofları Tanrı’nın varlığını kabul etmez. İbnü’r Râvendi, önemli temsilcilerindendir. Bâtınilik Kutsal kitapların görünenden ziyade harf ve sözcüklerinden gizli manalar çıkaran görüştür. İbn Meymûn, önemli temsilcilerindendir. İhvanı Safa Çeşitli alanlardaki düşüncelerden bir ansiklopedi meydana getirerek tüm ilimleri bir yerde toplamaya çalışan cemiyettir. İhvanı Safa felsefecileri, insanın ilahî kanunlara uygun ve erdemli yaşaması gerektiği görüşündedirler. İslam ansiklopedicileri olarak da bilinirler.
Meşşailik Felsefesi:İslam esaslarına bağlı, başta Aristoteles etkisinde ve kısmen de Platon felsefesini içeren mantık ve matematik temelli bir felsefi yaklaşımdır. Akla dayalı inancı savunur. El Kindi, Fârâbî ve İbn Rüşd gibi filozoflar önemli temsilcileridir. İşrakilik Felsefesi: Mantığa dayalı bilginin değil mistik tecrübeye dayalı bilginin hakikati vereceğini savunan görüştür. İşrakiye, güneşin doğarak ışığın yayılması anlamına gelir. Güneşin eşyayı karanlıktan aydınlığa çıkardığı gibi manevi sezginin de insanı aydınlattığını savunur. Şahabettin Sühreverdi, önemli temsilcilerindendir.
MS 2. YÜZYIL-MS 15. YÜZYIL FELSEFESİNDE İNANÇ VE AKIL İLİŞKİSİ MS 2-MS 15. yüzyıl felsefesinin ilk dönem filozoflarıyla başlayan inanç ve akıl arasındaki ilişkinin açıklanması anlayışı, bütün çağ boyunca Hristiyan ve İslam filozofları tarafından sürdürülmüş ve benzer açıklamalarla beraber farklı açıklamalar da yapılmıştır. Ana problem inanca yönelik aklın işlevi ve görevi noktasındadır. Bu dönemde baskın olan görüş, inanca dayalı bilginin kesin olduğu yönündedir. Akıl ve inanç arasındaki ilişkinin açıklanmasında inanç, dinin; akıl da felsefenin içinde ele alınmıştır. Akıl ve inanç arası ilişki, felsefe ile din arası ilişki olarak düşünülmüştür. Ayrıca bu problem, güvenilir ve doğru bilginin akılla mümkün olup olmadığı tartışmalarını doğurmuştur.
Hristiyan Felsefesinde İnanç ve Akıl ilişkisi İnanç ve akıl arası ilişkiye yönelik Hristiyan felsefesinde ileri sürülen yargılarda her ne kadar değişiklikler olsa da Hristiyan felsefesi düşünürleri için inanç ile akıl ilişkisi daha çok inanç merkezindedir. Akıl, inancı anlamak için vardır. İnanmak, bilme ediminden önce gelir. Bu durum fizik, kimya, astronomi ve hekimlik gibi bütün bilgi alanlarını da etkilemiştir. Patristik Dönem’in başlarında Tertullian, “Akıl almaz olduğu için inanıyorum.” yargısında bulunarak akılla inancın kıyaslamasını yapar. O, hem Yunan felsefesine hem de Hristiyanlığı mantıksal düzlemde açıklamaya çalışan görüşlere karşı çıkar. Aklın bir sınırı olduğunu, akılla bazı şeylerin anlaşılamayacağını dolayısıyla inandığını belirtir. Clemens, “Anlamak için inanıyorum.” yargısıyla Tertullian’u eleştirmiştir. O, inanılan şeyin akıl tarafından onaylanması gerektiği üzerinde durur. Augustinus da akılla inancı temellendirmeye çalışmış ve inancın akıldan önce geldiğini söyleyerek “Anlamak için inanıyorum.” yargısına katılmıştır. Bu yargı, bilme sürecinde ilk koşul olarak inancı işaret etmektedir.
Skolastik Dönem’de Aristoteles’in etkisiyle inanç ile akıl arasındaki ilişkide ilk döneme göre aklın önemi artmış ve Hristiyan dininin bilgisi, sistemli olarak öğretilmeye çalışılmıştır. Bu açıdan akıl, inancın temellendirilmesi ve sistemli olarak öğretilmesi için kullanılmıştır. Ayrıca Skolastik Dönem’in sonlarına doğru akıl ve inancın ayrı alanlar olduğu görüşlerine de rastlanılır. Bu dönemin öne çıkan filozofları Anselmus, Aquinolu Thomas ve Ockhamlı William’dır. Skolastik Dönem’in başlarında Anselmus da “Anlamak için inanıyorum.” yargısına katılır ve inancı akıl ile temellendirmeye çalışır. O, akılla inanmayı kanıtlamaya değil inanmanın getirdiği bilgiyi akılla açıklamaya çalışmaktadır.
Aquinolu Thomas, “Anlamak için inanıyorum Aquinolu Thomas, “Anlamak için inanıyorum.” yargısını “İnanayım diye biliyorum.” yargısına dönüştürür. Bununla inanç ve aklın birbirinden ayrı iki bilgi alanına ait olduğunu ama bunun aralarında bir ilişki olmadığı anlamına gelmediğini ve akılla inanç alanına ait bazı bilgilerin bilinmesinin zor olduğunu anlatmaktadır. Ockhamlı William, inanç ile aklın birbirinden bağımsız iki ayrı alan olduğunu belirterek inancın akla, aklın da inanca müdahalesine karşı çıkmıştır. Bunun gibi düşünen filozofların tarih sahnesine çıkışları Skolastik Dönem’in sonlarında Rönesans’a doğrudur. Çünkü inancın olmadığı bir bilgi alanının varlığı, bu dönem boyunca Hristiyan dinine karşı yapılmış bir hakaret olarak görülmektedir.
İslam Felsefesinde İnanç ve Akıl İlişkisi İslam felsefesi inanç-akıl ilişkisinde insanın akıl yoluyla da inanabildiği ifade edilir. İnancın bilgisi, aklın bilgisiyle çelişkiye düşmez. İnançla akıl ilişkisinin tartışılmasında İslam kelamcıları ile filozofları arasında aşırı uçluluk görülmez. İslam kelamcıları, meseleye teolojiden çok felsefi yönden bakar. İslam filozofları da teolojiyi dışarıda bırakmaz. İslam kelamcıları, Kur’an-ı Kerim’i delil göstererek akıl ile inancı uzlaşı içinde görür. Hakikatin akıl ile bilinebileceğini belirtmişlerdir. Kelamcılar, aklı genel olarak nazari (teorik) ve amelî (pratik) olarak ikiye ayırır. Nazari akıl, insanın davranışlarda var olmayan bilgileri anlamasını ve kavramasını sağlar. Amelî akıl ise insan bir şeye yönelik davranışta bulunurken onun yapılıp yapılmamasına karar verir. Akıl her ne kadar önemli olsa da İslam kelamcıları, akıl bilgisinin naklî (vahiy) bilginin önüne geçemeyeceği görüşünde birleşir. Çünkü aklın bir sınırı olduğu görüşündedirler. Bu bağlamda öne çıkan İslam kelamcıları Mutezile ve Mâturidi ekollerindendir. Ayrıca Eş’ari geleneğinden gelen İmam Gazâlî’nin görüşleri de önemlidir. İslam felsefesi filozofları, kelamcılar gibi inançla aklı uzlaştırma çabasındadır. Bunun için öne çıkan filozoflardan Künhî, Fârâbî ve İbn Rüşd’ün görüşleri önemlidir.
Mutezile: ekolü kelamcılarının büyük çoğunluğu, akılla inancın bilgisine ulaşılabileceğini savunur. İnsanın kendi ve çevresinin bilgisinin akılla bilinebileceği, yaratıcının ve yarattığı her şeyin bilgisine de akılla ulaşılabileceği görüşündedirler. Allah’ın akla aykırı bir düzen kurmadığını ve insana akılla sorumluluk verdiğini vurgularlar. Mâturidi: ekolü kelamcılarına göre ise Allah, insanları İslam inancına davet etmiştir. Bazı kişiler, inancı bozacak nitelikte hurafeler uydurmuştur. Allah’ın varlığına yönelik delil sunma biçimlerinden biri de akılla yapılandır ve bu hurafelerin kaldırılmasında akla başvurmak önemlidir.
Gazali İmam Gazali; aklın küçümsenmemesi gerektiğini, inancın bilgisinin bilinip tasdik edilmesi açısından önemli olduğunu belirtir. İnsanın aklı sayesinde bazı bilgilere ulaşacağı ama aklın kesin bilgi verme noktasında yetersiz kaldığı görüşündedir. Kuşkusuz Gazali, naklî bilginin akli bilgiden önce olduğunu kabul eder. Bu bağlamda o naklî bilgiyi güneşe akli bilgiyi ise göze benzetir. İnsanın bir şeyi bilmesi onun görülmesi olarak düşünülürse güneş olmadan gözün göremeyeceğini, göz olmadan da ışığın yeterli şekilde idrak edilemeyeceğini ifade eder. Gazali, inanca dayalı bilginin kesinliğini, insanın ancak sezgisel olarak kalbi ile bilebileceğini belirtir. Akıl ile kalp, birlikte bulunan bir düşünce merkezi hâlindedir.
El Kindî ve Fârâbî El Kindî, vahiy bilgilerinin akılla şekillenen felsefi bilgilerle aynı amaçta olduğunu belirtir. İki bilgi de hakikatin bilgisine ulaştırır. Gerçeğin bilgisini felsefenin verebileceğini ileri sürer. Dolayısıyla akılla inanca ulaşmak mümkündür. Fârâbî, din ve felsefenin konu ve amaçlarının aynı olduğu görüşündedir. Felsefe ve dinin çeliştiğini söyleyen birinin öncelikle dini anlamadığını belirtir. Konuya bu açıdan yaklaşan birinin dine körü körüne bağlandığını ve bunun doğru bir davranış olmadığını belirten Fârâbî, inanç ve akla dayalı bilgilerin amacının insanın en yüksek mutluluğuna hizmet etmek olduğunu ileri sürer. O, aklın pratik ve teorik her türlü bilgiyi kavrayabileceğini belirtir ve aklın doğru şekilde işletildiğinde hakikati vereceğini söyler. Aklın kanıtlama kabiliyeti olduğunu ve inanca ait bilgileri kanıtlayabileceğini ifade eder.
İbn Rüşd İbn Rüşd’e göre Kur’an-ı Kerim, açık olarak var olan her şeyi akıl yoluyla değerlendirmeye insanları davet etmektedir. Dolayısıyla felsefenin dinle çatışmadığı aksine uzlaşı içinde olduğu görüşündedir. Hakikate götüren yollardan biri olan akılla bilgiyi ortaya koyan birinin kişisel durumlarına bakılmaması gerektiğini, önemli olanın bilginin akılsal olup olmadığının ortaya konması gerektiğini belirtir. İbn Rüşd açısından akılla doğru bilgiye ulaşılır ve akılsal olan inançsal olandır.
8. YÜZYIL-12. YÜZYIL ÇEVİRİ FAALİYETLERİNİN İSLAM VE BATI FELSEFESİNE ETKİSİ Medeniyetler, yapmış oldukları çeviri faaliyetleriyle çeşitli alanlara ait düşünce ürünlerini kendi dillerine kazandırmıştır. Bu düşünceleri tanımalarının yanı sıra onları yorumlamışlar ve üzerine özgün düşünceler geliştirmişlerdir. MS 2-MS 15. yüzyılda yapılan çeviriler, kültürlerin birbirlerini daha yakından tanımalarına neden olmuş ve düşüncenin coğrafyası gitgide genişlemiştir. Antik Yunan medeniyeti dışında da bilim ve felsefe merkezlerinin kurulmasını sağlamıştır. Batı ve İslam coğrafyasının bilim ve felsefeye bakışı, bu merkezlerin kurulmasında etkili olmuştur. 8. yüzyılda Hristiyan inancını mantık üzerinden temellendirme gayretinin sonucu olarak Grekçeden Latinceye yapılan Porphyrius eserlerinin çeviri faaliyetleri görülmektedir. 9. yüzyılda Roma patriğinin misyoner faaliyetleri gereği İncil’in Slavcaya çevirisi yapılmıştır. Çeviri faaliyetleriyle Hristiyanlığı yaymaya çalışmışlardır.
Aristoteles ve Platon eserlerinin çevirisinde Hristiyan inançlarına yatkın olan ve aykırı olmayan bölümler seçilmiştir. Çevirilerin Hristiyanlık öğretilerine dayanak oluşturmak maksadıyla inanç felsefesine yönelik çalışmalar olduğu görülmektedir. 8-9. yüzyıl arasında İslam coğrafyasında çeviri faaliyetleri Yunan, Hint ve Fars (İran) medeniyetlerinden yapılan çeviriler ile gerçekleşir. Antakya, Urfa, Cundişapur, Harran, Nisibis (Nusaybin) ve Bağdat’ta kurulan çeşitli okullarda bu çeviriler yapılmıştır. İslam felsefesinin temel kaynaklarından kabul edilen bu çeviri faaliyetleri neticesinde İslam düşünürleri Yunan felsefesi ile tanışmıştır. Abbasi halifesi Mensur tarafından Beyt'ül Hikme’de başlatılan çeviri faaliyetlerinde Aristoteles'in “Organon” ve Porphyrius'un “İsagoji” eserleri (Mantık alanına ait eserler) çevrilmiş, burası bilim ve felsefe akademisi hâline getirilmiştir. Aristoteles'in mantık görüşleri İslam felsefesi filozoflarını geniş ölçüde etkilemiştir. Yapılan çeviriler, İslam felsefesine yön vermiş ve İslam coğrafyasını felsefenin merkezi hâline getirmiştir.
Hazırlayan: Selin TANLAK