Kazan Tatar Edebiyatı Başlangıç Evresi
Musa Akyiğitzade ve Hüsameddin Molla
Musa Akyiğit ilkokulda ve gimnaziyada iyi derecede Rusça ve bunun yanında Fransızca öğrendi. O yıllarda edebiyata ilgi duymaya başladı; Rus ve Batı Avrupa edebiyatından bazı eserleri okudu, o sırada Tercüman’ı da takip ettiği Hüsameddin Molla’da kahramanlarının Tercüman okumasından da anlaşılmaktadır.
Hüsamedddin Molla’da “kadim tarzda eğitim görmüş” tutucu, cahil mollanın karşısına “Usul-i Cedid” üzere İstanbul’da yetişmiş genç ve açık fikirli bir mollayı çıkardığı, “kadimci hazret”i küçük düşürdüğü için Tatar muhitinde tepkiye sebep oldu. Bunun üzerine Musa Akyiğit Bahçesaray’a gidip bir yılı aşkın süre orada Tercüman gazetesinde çalıştıktan sonra İsmail Gaspıralı’nın tavsiyesi üzerine 1888’de Türkiye’ye okumaya geldi.
II. Abdülhamid’in özel izniyle Mekteb-i Mülkiye-i Şahane’ye kabul edildi. 1894’de burayı birincilikle bitirerek yüksek harp okuluna Rusça ve ilm-i servet (iktisat) öğretmenliğine tayin edildi Akyiğit Türkiye’de edebiyatla değil fikir hayatıyla ilgilenir. Avrupa Medeniyetinin Esasına Bir Nazar (İstanbul, 1897) adlı eserini yayımlayarak Avrupa medeniyetinin, Müslümanların ilmî araştırmalarından yapılan tercümeler sayesinde geliştiğini, yükseldiği ve başarılarını da Müslümanlara borçlu olduğu fikrini savunur
İktisat yahud İlm-i Servet (İstanbul, 1898-1899) adlı eserinde serbest pazar iktisat sistemi ile himayecilik sistemi arasındaki tartışmayı uzun uzadıya tahlil ettikten sonra Türkiye için himayecilik sistemini kabul etmenin meziyetleri ve zaruretlerini gösterdi.
M. Akyiğit’in Hüsameddin Molla romanı, sadece Tercüman’ın diline yakınlığı (diğer bir ifadeyle ortak edebî dille yazılması) ile değil aynı zamanda Gaspıralı’nın “yeni İslam Türk toplumu” hakkındaki görüşlerini yansıtmasıyla, realist bir görüşle ele aldığı sosyal (kadın hakları dâhil), dinî, ahlâkî, iktisadî problemlerle, eğitim meselesi hakkında ileri sürülen fikirlerle de dikkati çeker. Aslında bu roman eski-yeni zihniyet, bir başka deyişle Doğu-Batı çatışması üzerine kurulmuştur.
Hüsameddin Molla’yla Abbas adlı bir tüccarın kızı olan Hanife arasında gelişen romantik aşk macerası, eseri daha ilginç bir hâle getirir. İstanbul’da medreseden mezun, dünyada olup biteni kavramış yenilik fikirleriyle, millet sevgisiyle dolu genç bir molla olan Hüsameddin, tahsilini tamamlayıp köyüne dönünce, ister istemez eski tarz medrese mezunu, köyün en zengin adamı [G]ali Bay’ın kız kardeşiyle evli, geri fikirli, mutaassıp Bikpolat Hazret’le karşı karşıya gelir. Yazar bu iki kahramanın arasındaki çatışmayı anlatırken, dönemin birçok problemleri hakkında düşüncelerini söyleme imkânı bulur.
Doğu-Batı çatışması, İsmail Gaspıralı’nın Frengistan Mektupları’nın da çatısını oluşturur ve daha sonra yazılan Tatar roman, hikâye ve tiyatrolarında da bu iki farkı dünya, değişik şekillerde ele alınır; XIX. yüzyılın sonları, XX. yüzyılın başlarında Tatar edebiyatında en belirli çatışma zemini olarak önemli bir yer tutar.
Hüsameddin Molla konusu, tipleri itibarıyla tarihî bir öneme sahiptir: Tatarların XIX. yüzyıl ortasındaki uyanışlarını, yenileşme ve Avrupalılaşma hareketlerini, yüzyılın son çeyreğindeki bu aydınlanma hareketinin gerçekçi görüntüsünü, canlı hayat sahneleriyle yansıtmaktadır. Romanın olumlu baş kahramanının İstanbul’da okuyup dönen “ceditçi” bir “molla” olarak seçilmesi tesadüf değildir. O dönemde İstanbul muhitinin Tatarlar üzerindeki güçlü etkisini göstermek için Hüsameddin Molla, bilinçli olarak tasarlanmış bir karakterdir.
Romanda yetim Muhtarın, dilenciliği bırakıp çalışarak zengin olması, Hüsameddin Molla’nın zengine-fakire aynı gözle bakması, muhitindeki çocukları evinde okutması, arkadaşlarıyla birlikte halktan para toplayıp Kırım’dan satın aldıkları kitapları köylerde halka dağıtmaları, Tiflis’te zengin Muhtarın çaresiz kalmış, fakirleşmiş Hüsameddin’e sahip çıkıp ona bir medrese açması... bütün bunlar, yeni din ve insan anlayışını yansıttığı gibi o dönemde Tatar hayatında görülen değişme ve gelişmeleri de yansıtıyordu.
Eserde sosyal hadiseler, eğitim, kadın hakları gibi problemler akılcı ve realist bir bakış açısıyla, Hüsameddin’le Hanife’nin aşk hikâyesi ise romantik bir yaklaşımla anlatılır
Romandaki “ceditçi” Hüsameddin Molla, gimnazyum öğrencisi Ebuzer, bakırcı [G]isa Uzunkulakof, kadimci molla Bikbolat Hazret, köyün zengini, iş adamı [G]ali Cevadof, kendi kaderini belirleme kararlılığını gösteren genç kız Hanife, çalışmanın, emeğin değerini anlayan Muhtar, Tatar toplumunda o dönemde benzerleri bir hayli fazla olan yeni tiplerdir. Bu canlı tipler, romanın kendi dönemini güçlü karakteristik çizgilerle, realist bir tarzda yansıtmasını sağlar
ÖZET [İdil-Ural bölgesinden Hüsameddin Molla adlı bir genç İstanbul’da medrese tahsilini tamamladıktan sonra köyüne döner, evinde bir mektep açıp çocukları “usul-i cedid” üzere okutmaya başlar. Köyün mutaassıp eksi kafalı hocası Bikbolat Hazret ile aralarında çatışma başlar. Köyün zengini ve Bikbolat’ın da kaynı olan Ali Cavadov, Sıbgatulla adlı oğlunu, beşik kertmesi olduğu tüccar Abbas’ın kızı Hanife ile evlendirmek ister. Hüsameddin Molla şehre gittiğinde Hanife’yi görmüş, âşık olmuş, kız da bu sevgiye karşılık verince, gençler evlenmek için sözleşmişlerdir.
Hüsameddin şehirde kendisine millet sevgisi olan arkadaşlar bulmuştur Hüsameddin şehirde kendisine millet sevgisi olan arkadaşlar bulmuştur. Bunlar Kırım’dan kitap getirtip köylerde halka dağıtmakta halkın gözünün açılmasına yardımcı olmak için çalışmaktadırlar
Hanife ailesine Sıbgatulla’ı sevmediğini ve onunla evlenmeyeceğini bildirir. Hüsameddin’e kaçıp onunla evlenir. Köyde yaşamaya başlarlar fakat, Bikbolat ile Ali Cavad onların peşini bırakmaz dedikodular, baskılar devam eder. Hüsameddin evini, tarlasını satıp Tiflis’e gitmeye mecbur olur. Bu şehirde işler umduğu gibi gitmez perişan aç susuz bir vaziyettedir. Hüsameddin’in zamanında dilencilik yaptığı için polise şikâyet ettiği ve çalışması için öğüt nasihat verdiği Muhtar, çalışıp Tiflis’te zengin bir tüccar olmuştur. Hüsameddin’i cami avlusunda görürce tanır, ona sahip çıkar, bir medrese yaptırıp orada ders vermesini sağlar.]
Zahir Bigi
Ulûf yaki Güzel Kız Hatice Ulûf yaki Güzel Kız Hatice romanı da Musa Akyiğit’in eseri gibi Türkiye Türkçesine yakın bir dille yazılmıştır ama, bu eserde dil, daha düzgün ve akıcıdır. Ayrıca eserin dilinde Rusça kelimeler de dikkati çeker. Ulûf Yaki Güzel Kız Hatice, konusu itibarıyla realist bakış açısıyla yazılmış bir cinayet romanıdır. Zahir Bigi’nin macera ve dedektif romanları okumaya düşkün olduğu bilinmektedir.
Kazan zenginlerinden birinin oğlu olan Musa Saliħov, üniversite mezunu, ticaretle uğraşan bir gençtir. Petersburg’a babasının gözlerini tedavi ettirmek için gelen Kırım “mirza” [bey]’larından birinin gimnazyum bitirmiş kızı Züleyha ile bir lokantada tanışır; gençler birbirlerine âşık olur ve evlenmek için söz verirler. Kızın ana babası bu evliliğe razı olmaz, Züleyha’yı alıp Kırım’a dönerler. Babası vefat edince serbest kalan Züleyha Kazan’a gider, Musa’yı kaldığı otele çağırıp ona evlenmeye hazır olduğunu bildirir.
Musa ise Kazan zenginlerinden Eħmedi Ħemitov [Ahmedî Hamidov]’un “yüz bin sum gümüş akça” başlık istenen kızı Ħediçe [Hatice]’yle evlenmek üzere olduğunu söyler. Züleyha çok üzülmesine rağmen onlara mutluluk diler, Musa da otelden çıkıp gider.
Ertesi gün Züleyha’nın otel odasında cesedi bulunur Ertesi gün Züleyha’nın otel odasında cesedi bulunur. Yapılan araştırmada Musa suçlu bulunur ve 10 sene hapse mahkûm edilir. O sırada zahiren Musa’nın dostu görünen, ama aslında onunla yarışan arkadaşlarından Gabdennasır Ħebubullin [Abdünnasır Habibullin] adı genç, zenginliği sebebiyle Hatice’yle evlenmeğe talip olur, kızın ailesinden söz de alır
Musa’nın kardeşi Nimetulah avukatla görüşür para gücüyle de olsa Musa’nın kurtarılması için elinden geleni yapmasını ister. Onun anlaştığı dedektif Şubin, Kırım’a gider Züleyha’nın annesiyle görüşür. Züleyha ölmeden önce annesine bir mektup yazmış ve Musa ile otelde aralarında geçenleri anlatmış, intihar edeceğini de yazmıştır. Bu mektup mahkemeye sunulunca Züleyha’nın intihar ettiği, Musa’nın katil olmadığı anlaşılır ve Musa serbest bırakılır
Bunun üzerine ailesi Hatice’yi Abdunnasır’a vermekten vazgeçer, aslında kızın da gönlü Musa’dadır. Yenilgiyi kabul edemeyen Abdunnasır zehir içerek intihar eder. Romanda yazar sık sık anlatımı keser, söze girer, okuyucusuna doğrudan doğruya hitap eder: “İzzetlü okuvçı, Abdünnasır Efendi kim idigün cenab-ı saadetleriñize ma’lum tü- gil. Abdünnasır Efendi’niñ kim idügini bildireyim” (TME 1979: 96). Romanda böyle örnekler çoktur. Bu durum, Zahir Bigi’nin o dönemde Türkiye’de basılmış bazı romanları okuduğu, ihtimalini akla getiriyor.
Romanda Tatar zenginlerinin yaşayış tarzı, tavırları, günlük meşguliyetleri, çevreyle ilişkileri, Rus yönetimi, mahkeme ve adliyede işlerini nasıl yürüdüğü realist bir gözle anlatılmıştır. Cinayet hikâyesi de ustaca işlenmiştir, romanın sonlarına kadar bütün şüpheler Musa üzerine yoğunlaşmışken, müfettiş Şubin’in Kırım’a gitmesi, Züleyhanın annesine yazdığı mektubu öğrenmesiyle olayın akışı aniden değiştirir. Yazar okuyucunun merak ve heyecanını romanın sonlarına kadar sürüklemeyi başarır.
Günah-ı Kebair Günah-ı Kebair’de Kazan medreselerindeki talebelerin içinde bulunduğu ahlakî zaaf, içki ve eğlenceye düşkünlükleri, Kazan’ın Müslüman zenginlerinin “traktir” denilen salaş meyhaneler ve fuhuş hayatıyla ilişkileri (yani büyük günahlar!) yine realist gözlemlere dayanılarak anlatılır. Kötü işlere bulaşanlar sadece erkekler değildir; bazı genç-yaşlı Tatar kadınları da fuhuş batağına sürüklenmektedirler. Yazarın amacı, medrese yöneticilerinin ve Kazan Müslümanlarının dikkatini bu kötü gidişe çekmektir
Maveraünnehir’de Seyahat Maveraünnehir’de Seyahat’te yazar, Batı Türkistan’ın siyasî, sosyal ve kültürel hayatı, zaman zaman da tarihî durumu hakkında bilgiler verir, eleştirilerde bulunur.
M. Zahir Bigi, realist roman anlayışının ve roman dilinin gelişmesinde önemli bir rol oynamış, ilk dedektif romanını da yazmıştır. Tataristan’da 1991’den sonra yeniden ele alınmış, eserleri daha objektif bir şekilde incelenmiş Sovyet döneminde eserlerinden çıkartı- lan yerler belirlenerek onların daha güvenilir ve eksiksiz baskıları yapılmıştır.
Rızaeddin Fahreddin (1858-1936)
Rıza Kadı, aslen Başkurt olmasına rağmen ulusal kimlik anlayışı ve tarih görüşü itibarıyla İsmail Gaspıralı’yı takip eder. Bazı Tatar edebiyat tarihçilerinin de belirttiği gibi “Müslüman Türkçülük” cereyanının önde gelen temsilcilerindendir. Türk boylarının edebî dillerinin Türkiye Türkçesiyle (Osmanlıca değil!) bütünleşmesi için çalışır, kendisi de açık ve sade bir Türk dili kullanır. Halk arasında ve bilim dilinde yerleşmiş Arapça, Farsça kelimelerle yetinir; aşırıya kaçmaz. O dönemde İdil-Ural bölgesinin edebî dili (Tatarların ve Başkurtların) olmaya başlamış Türkiye Türkçesine çok yakın Tatarcayı tercih eder. Musa Akyiğit ve Zahir Bigi’den dahi ileri seviyede, açık, zevkli ve gramer bakımından daha sağlam bir dil kullanmıştır.
Selime Yaki İffet Ufa civarında zengin bir ailenin tek çocuğu olan genç (eserde ismi verilmez “şagirt” olarak geçer), Kazan’da medresede on yıl okumuştur. Babası ve annesi öldükten sonra tek başına kalır. Geçim derdi yoktur; babasından kalan servet onun için yeterlidir. Türkiye, Mısır memleketlerinde dolaşmak, Çin, Japonya ve Cava’yı görmek arzusundadır. Kazan’dan Samara’ya gemiyle gitmek ister. Oradan Ufa’ya doğru gitmek niyetindedir. Kazan iskelesinde Selime adlı bir genç kızla tanışır
Selime, İranlı zengin bir ailenin Mısır’da üniversiteden mezun, iyi derecede Arap- ça, İngilizce ve Fransızca bilen, birçok bilimden haberdar bir genç kızdır. Annesiyle birlikte seyahat etmektedir. İran’dan Petersburg’ta oradan da Moskova ve Kazan’a ulaşmış- tır. Kazandan üzerinden İdil (Volga) nehrini takip eden bir gemiyle Astarhan üzerinden Bakû’ya doğru gitmektedir.
İki genç bazen Arapça bazen Farsça, uzun uzadıya çeşitli bilimler, tarih, edebiyat, siyaset, zıraat ... üzerine sohbetlere dalar ve konuştukça birbirlerine yakınlaşır, âşık olurlar. Kızın geniş bilgisi delikanlıyı şaşkına çevirir. Tatar delikanlının terbiyesi ve güzel ahlakı da kızın hoşuna gider. Samara’ya ulaştıklarında Selime, delikanlıdan Bakû’ya kadar kendilerine arkadaşlık etmesini rica eder.
Genç kızı seven “Müslü- man şagirt”, nazik, edepli ve ölçülü davranır, çiğ bir harekette bulunmaz. Bakû’ya ulaştıktan birkaç gün sonra, “şagirt” Selime’den izin alıp dönmek isterken, kızın dadısı ona gelip Selime’nin kendisiyle evlenmek istediğini bildirir. “İffetli Selime” ile “iffetten başka kemalatı olmayan cedit bir Tatar şagird”i evlenirler.
Eserde yenilikçi düşüncelere sahip, üniversite öğrenimi görmüş kadın ve erkek tipi, o dönemde Rusya Müslümanlarının hayatında henüz ortaya çıkmamış tiplerdir. Eserden de açıkça belli olduğu gibi bu tipler belli bir tezi ispat için idealize edilmişlerdir. Eserin ana fikri şudur: “İyi eğitilmiş, iyi öğrenim görmüş bir kadın” erkeklerle eşit olmak bir yana dursun onlardan üstün de olabilir!”
Burada aslen İranlı olan genç kızın Mısır’da okuması Avrupa’da dolaşması, “şagirt”in Türkiye, Arabistan, Çin gibi İslam memleketlerini gezip dolaşmak istemesi dikkatimizi Türk coğrafyasından İslam âlemine çevirir. Bu da yenilikçi Tatar düşüncesinin İslamcı yanını gösterir. İdil-Ural aydınları Sovyet dönemine kadar kendilerini İslam ve Türk âleminden ayırmamışlardır.
Hikâyedeki aydın genç kız tipi Selime, Osmanlı edebiyatında Ahmet Midhat’ın Felsefe-i Zenan’ındaki Fazıla Hanım’ı hatırlatır ama, Selime, Fazıla Hanım gibi kendini tamamen bilime verip hayattan el ayak çekmemiş, dış âleme açık, sosyal muhitte de oldukta aktif bir tiptir.
Romandaki tarih görüşü de dikkati çekiyor, yazar İdil-Ural bölgesindeki halkın Altın Ordu zamanında “Tatarların” (Moğolların) üstünlüğü dolayısıyla “Tatar” olarak adlandı- rıldığı, onların asıl atalarının Bulgar Türkleri olduğu kanaatindedir. Bu sebeple İdil- Ural Türklerini “Tatar” olarak tanımlamaya karşı çıkar. Rıza Kadı, İsmail Gaspıralı’nın da savunduğu bu fikri tekrar eder, diğer eserlerinde de aynı tavır içindedir. Bu hikâyesinde de hep “Kazan Türkleri” tabirini kullanılır. Ticarette Avrupalıları örnek almak, eski usul ve alışkanlıkları değiştirmenin gerekli olduğu, Rusya Türkleri için Rusça öğrenmenin zarureti, hikâyenin dikkati çeken yanlarıdır.
Esma Yaki Emel ve Ceza Esma İdil-Ural bölgesindeki Bikmet adlı Başkurt köyünde doğar. Babası Abbas Molla XIX. asrın sonlarında burada bir “usul-i cedid” mektep açar. Bu köydeki her yeniliğin düşmanı olan 50 yaşındaki tacir Hikmet Hacı, açgözlü, zalim, kendini beğenmiş cahil bir insandır. Kendisine damat olmayan ve yaltaklık etmeyen Abbas Molla’ya düşman olmuştur. Abbas Molla’nın yoksul bir müderrisin kızıyla evlenmesi, onu iyice kızdırmıştır
Bazı hadiselerden sonra Hikmet Hacı, sahtekâr bir derviş olan Musa’nın yardımıyla Abbas’ı hapse attırmanın yolarını aramaya başlar, sahte belgeler düzenletir, o sırada Abbas Molla Hacca gittiği için bu tuzaktan kurtulur. Hacdan Abbas Mollanın öldüğü haberi gelir. Aslında bu haber doğru değildir. O sırada Abbas’ın hanımı [G]ayşe de vefat eder. Geride tek çocukları olan on bir yaşındaki Esma kalır. Bir yangında evleri, eşyaları kül olunca Esma’yı Ural dağları eteğinde bir yerde yaşayan, kımız yapıp satan, saf yürekli iyi bir kişi olan Yusuf Babay himayesine alır.
Rusya’nın değişik yerlerinden hatta yabancı memleketlerden kımızla tedavi olmak için birçok kimse Yusuf ’un yanına gider. Bunların arasında Kazan’dan gelen bir medrese “şagirt”i Esma’ya ilginç kitaplar okur, onlar kısa zamanda dost olur, birlikte vakit geçirmeye başlarlar. Şagirt giderken Esma’ya annesinden hatıra kalan altın “teñke”sini (Tekñe: Altın veya gümüş akçe.) hediye eder. Kız da ona kendi annesinden kalan gümüş bir yüzük verir. Esma âdetleri olduğu gibi “teñke”yi saç örgüsüne takar.
Bir gün şehirden gelen Hamide (Ħemide) adlı bir kadın, annesinin dostu olduğunu söyleyerek Esmayı alıp şehre misafirliğe götürür fakat, geri getirmez, tifo hastalığından öldü diye haber gönderir. Yusuf Babay da inanır. Hamide, Esma’yı yetim çocukları satın alıp onlara dilencilik ettiren Zeynuş adlı ahlaksız bir kadına satar. O da Esma’nın adını Zeynep olarak değiştirip, genelev çalıştıran bir kadına satar
Esma küçük olduğu için ona evde ufak tefek işler yaptırırlar Esma küçük olduğu için ona evde ufak tefek işler yaptırırlar. Bu sayede kötülüğe, ahlaksızlığa bulaşmaz. Bir gün merdivenden düşüp ayağını kırar. Hastahaneye götürülür. Orada tedavi edilmekte olan iyi kalpli bir kadınla tanışır, kadın ona acır, onu bir köye götürür, orada anne-kız gibi yaşarlar. Sonra kadın şehirde zengin bir ailenin yanına hizmetçi olarak girer, Zeynep (Esma)’i de “terbiye yurdu” [yetim yurdu]’na verirler. Salih Bay adlı bir zengin adam tarafından açılan yetim yurdunda Zeynep terbiye edilir ve okumaya başlar
Salih Bay Hacca gider. Orada tesadüfen Kazan medresesinde yanında okuduğu üstadı Abbas Molla ile karşılaşır. Onu kendi okulunda öğretmenlik yapması için davet eder. Abbas Molla ondan eşinin öldüğünü, evinin yandığını, ailesinden yalnız kendisinin sağ kaldığını öğrenir. Salih Babay’ın davetini kabul eden Abbas Molla, polisten çekindiğinden Yunus adını kullanarak geri döner, Salih Babay’ın yetim yurdunda hocalığa başlar. Baba kız birbirlerini tanımazlar. Abbas Molla, orada Esmayı yabancı biri gibi terbiye eder, yetiştirir. Kız yirmi yaşına gelince, artık kendisi de orada öğretmen olup Abbas’la birlikte çalışmaya başlar.
Esma’ya iki kişi evlenme teklif eder; zengin bir adamın oğlu ve yoksul bir muallim. Esma muallimle evlenmeyi tercih eder. Kadınlar onun tercihine şaşırır ve hakkında dedikodular yaymaya, nikâhsız doğan bir kız olduğunu söylemeye başlarlar. Esma bu kötü durumdan kurtulabilmek için, ailesini, başından geçenleri Salih Babay’a anlatır. Salih şaşırır çünkü Arabistan’da karşılaşıp, yetim yurduna davet edip getirdiği Yunus (Abbas Molla), Esma’nın babasıdır
Böylece Abbas ile Esma’nın baba kız oldukları anlaşılır, sevinir mutlu olurlar. Güvey de Esmanın saç örgüsündeki altın akçayı görünce kızın Yusuf Bay’ın yanı- na kımız içmeye gittiğinde tanışıp, hoşlandığı Esma olduğunu anlar. Orada Esma ile birbirlerine âşık olmuşlardır.
Eserin temeli iyilikle-kötülük, yenilikle-eskilik arasındaki çatışmalar zemininde kurgulanmıştır. Her iyiliğin bir mükâfatı, her kötülüğün bir cezası olur görüşü, eserin ana fikri olarak söylenebilir. Rıza Kadı, İsmail Gaspıralı’nın yolundan giderek onun Frengistan Mektupları ve Darürrahat Müslümanları adlı eserlerinin ruhuna uygun bir eser yazmıştır.
Sadri Maksudî
Kazan’da medresede okuyup, 1901’de Rus-Tatar Öğretmen Okulu’ndan mezun olduktan sonra Paris’e gidip Sorbon Üniversitesi’nin Hukuk Fakültesi’ni bitirir (1906). Meşrutiyetten sonraki II. ve III. Rus Duma’sında (1907-1912) milletvekili olarak bulunur. 1918’de Tatar Millî Meclisi başkanı olur. Bolşeviklerin Rusya’da hâkim olmasından sonra yurtdışına çıkıp Sorbon’da Türk- Tatar tarihi okutur. 1925’ten sonra Türkiye’ye davet edilir, milletvekilliği yapar ve İstanbul Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak çalışır.
Maişet Realist bir anlayışla, daha önceki romanlara nazaran Kazan Tatarcasına daha yakın bir dille yazılan bu eserde ön planda Müslümanlar arasındaki çok evlilik meselesi ve bunun sebep olabileceği problemler ele alınmıştır. Kazanlı Halit Efendi adlı evli bir tüccar, kendisinden çok küçük bir genç kız olan Rabia ile evlenmek ister; fakat, Rabia, bu adamın oğlu olan Fatih’in sevgilisidir ve iki genç evlenmeye karar vermişlerdir. Fatih, Rabia’ın nikâhlı eşi olduğunu mahalle imamına bildirerek, sevgilisinin babası Halit’le evlenmesini engeller
Gelişen olaylar üzerine baba evinden ayrılır; eşi Rabia ile birlikte yaşamaya başlar. Bunun üzerine Halit Efendi evdeki hizmetçilere, eşi Halime’ye çok kötü ve kaba davranmaya başlar. Halime Hanım bu muamelelere tahammül edemez oğlu Fatih’in yanına taşınır. Halit Efendi, evde yalnız kalır. Bir süre sonra ağır hasta olur, ölümüne yakın yaptığı hatayı anlar, hanımı ve oğlundan özür diler.
Fatih Kerimi (1870-1937)
İdil-Ural bölgesinin tanınmış gazeteci, yazar ve yayımcı- sıdır İdil-Ural bölgesinin tanınmış gazeteci, yazar ve yayımcı- sıdır. Dönemin tanınmış din adamlarından İlman [Gılman] Ahund’un oğludur. Küçük yaşlarından itibaren iyi bir öğrenim görür. Çistay medresesinde ve Rus okulunda okur. 1890’da Orenburg Müftülüğü’nden imtihanla imamlık icazeti alır. İsmail Gaspıralı’nın tavsiyesiyle İstanbul’a gelip Mülkiye’de okur (1896). Bu sırada başta Ahmet Midhat Efendi olmak üzere birçok Osmanlı aydınıyla tanışır, yakın ilişkiler kurar. İstanbul’da Fransızca da öğrenir.
Mezun olduktan sonra Kırım’da ve sonra Orenburg’ta bir süre öğretmenlik yaptı. 1898’de Şakir Remiyev’in tercümanı olarak onunla birlikte Avrupa’yı dolaştı. İntibaları- nı Avrupa Seyahatnamesi (1902)’nde anlattı.
İdil-Ural bölgesinde “Usul-i Cedid” öğretimin yaygınlaşmasında rol oynadı. Tatar zenginlerinden Remiyevlerin ve Hüseynovların yardımlarıyla babasının 1899’da kurduğu matbaa ve yayınevinde (Kütüphane-i Kerimiye) çalışmaya başladı. Gaspıralı’nın Tercüman gazetesinin 20. yıl jübilesine katılmak için Bahçesaray’a gitti ve intibalarını Kırım’ga Seyahat (1903) adlı eserinde anlattı.
1906’da Duma’ya milletvekili seçilen Zakir Remivey’in danışmanı olarak onunla birlikte Petersburg’a gitti ve Rusya Müslümanları İttifakı’nın merkez komitesine seçildi (Gök- çek 2001: XI). 1906- 1917 yılları arasında Remiyev kardeşlerin sahibi olduğu Vakit gazetesinde başyazarlık yaptı. Sovyet döneminde sürekli baskı altında yaşadı
1906’da Duma’ya milletvekili seçilen Zakir Remivey’in danışmanı olarak onunla birlikte Petersburg’a gitti ve Rusya Müslümanları İttifakı’nın merkez komitesine seçildi (Gök- çek 2001: XI). 1906- 1917 yılları arasında Remiyev kardeşlerin sahibi olduğu Vakit gazetesinde başyazarlık yaptı. Sovyet döneminde sürekli baskı altında yaşadı
Kerimi, yazar ve gazeteci olarak İslamcılık ve Türkçülük ideallerine sadık, batılılaşmaya gönülden inanmış bir aydındı. İsmail Gaspıralı ve Rızaeddin bin Fahrettin’in izinden gitti. Roman ve hikâyelerinde de her zaman topluma yararlı olmayı düşündü; halkı terbiye edip bilgi seviyesini yükseltecek, ahlakını güzelleştirecek eserler yazmayı, hayatının anlamı olarak gördü.
Bazı Edebi Eserleri: Salih Babaynıñ Öylenüvi (1897), Bir Şagirt İle Bir Student (1899. Sonraki baskılarında adı kısaltılır: Şegirt İle Student ), Cihangir Mahdumnıñ Avıl Mektebinde Ukuvı (hikâye, 1900), Merhum Gılman Ahund (babasının biyografisi, 1902), Morza Kızı Fatıyma (1907), Kayınana (1901), Ħıyalmı, Hakiykatme (1908), Annan-monnan (1908). Ayrıca halka ihtiyacı olan konularda güvenilir bilgiler sağlama amacıyla Fransızca ve Rusçadan birçok eserler tercüme edip yayımlamıştır.