Cezayir Mondovi, 1913 doğumludur. Yoksul bir işçi olan babası I.Dünya savaşı sırasında ölünce, İspanyol asıllı olan annesi çocuklarına bakmak için ev işlerinde çalışmak durumunda kalmış, Camus, küçük bir evde, erkek kardeşi, anneannesi ve felçli dayısı ile geçirmiş çocukluğunu.
Eğitimi ve dolayısıyla felsefeci/yazar kişiliği, bu yoksulluk içerisinde tamamiyle rastlantısaldır. Üstelik onun eğitim çağı, 20.yüzyıl Avrupa’sının ilk dönemindedir ve bu dönem, tarihte az rastlanılır düzeyde karmaşık ve kaotik bir atmosferde cereyan eder. Nobel ödülünü ithaf ettiği öğretmeni Lois Germain’in sağladığı bir bursla 1923 yılında Lise’ye giren Camus, bütün öğrenimini burslar yardımıyla tamamlamıştır.
Liseyi bitirince Cezayir Üniversitesi Felsefe bölümüne girer ve aynı tarihlerde (1930) kendi deyişiyle “verem ve komünizm illetine” yakalanır. Bu iki olgu da yaşamı boyunca gerek felsefi/edebi gerekse de pratik yaşamı boyunca sürekli kendisini hissettirmiş ve Camus, belki de çok az yazar ve düşünürde görünen sıklıkta ölüm, anlamsızlık, nihilizm temalarını işlemiştir. Her ne kadar Komünist partisi ile ilişkisi çok sürmemiş ve 1935 yılında üyelikten ayrılmışsa da, siyasal olaylarda sol hareketler ve direnişçilerle birlikte tavır almış ancak 1951’de yazdığı “Başkaldıran İnsan” denemesi ile o dönemin Marksistleri ve özellikle de varoluşçu edebiyat içinde birlikte yürüdüğü Sartre tarafından şiddetle eleştirilmiştir.
1937 ve 1938’de artarda iki denemesi yayınlandı, ayrıca işçi tiyatrosu için de oyunlar yazıyor, yönetiyor ve oynuyordu. Daha sonra Grup tiyatrosu adını alan bu topluluk, işçilere iyi oyunlar sunmak amacıyla kurulmuştu. Camus yaşamı boyunca Tiyatro ile ilgilendi, hatta en önemli tutkusu “sahneydi” denilebilir. Kısa yaşamı boyunca neredeyse her yıl, sergilenen bir oyunla ilişkisi olmuştu. Özellikle 1944’deki “Yanlışlık” ve 1945’deki “Caligula” oyunları, Grup Tiyatrosunun kariyerinde bir dönüm noktası teşkil eder diye yazıyor kaynaklar…
Yaşamının sonuna doğru Faulkner’ın ‘Bir Rahibe için Ağıt’ ve Dostoyevski’nin “Ecinniler”ini büyük bir başarıyla tiyatroya uygulamıştı. Zaten “Ecinniler” romanındaki mühendis Krilov tipini “Sisyphos Söylemi” denemesinde de intihar ve saçma ilişkisi bağlamında geniş olarak incelemiş; saçma olgusu ve intihar teması açısından Dostoyevski’yi kendi dünya görüşüne yakın bulmuştu. Ancak tiyatroya olan bu derin tutkusuna rağmen Camus’un yazar ve felsefeci kimliği öne çıkmış, tiyatro yaşamından pek bahsedilmemiştir.
1940’a dek denemeleri, tiyatro çalışmaları ve Fransız entelektüelleri ile birlikte aldığı tavırlar nedeni ile Cezayir’de ünlenmişti. Cezayir-Cumhuriyet Gazetesinde başyazar, yayın yönetmen yardımcısı, politika muhabiri ve kitap eleştirmenliği gibi görevlerde çalıştı. Kabilya bölgesi Müslümanlarının yaşamlarını konu alan bir yazı hazırladı. Bu yazı dizisi, yıllar sonra çıkacak Cezayir ayaklanmasına önceden işaret ediyor ve bölgedeki haksızlıklara politik-ideolojik olmaktan çok insancıl bir mesajla karşı çıkıyordu. Ancak kendisi de Cezayir doğumlu bir Fransız’dı, sömürgecilikten uzak bir Fransız etkisinin gelecekte Cezayir yaşamı için olumlu olabileceğinden söz ediyordu. Camus insanın insanı sömürmesine, faşizme, savaşa ve cinayetlere hep karşı çıkmışsa da, bunu hiçbir zaman açık bir politik-ideolojik düzlemde yapmamış, metafizik bir ahlakın ötesine geçmemiştir.
II.Dünya savaşı boyunca Paris’te Combat isimli bir gazete çıkardı, direnişçileri destekledi. Her türlü siyasi eylemin ahlaki bir temele dayanması gerektiği inancına dayalı bir sol çizgi izliyordu. Ancak savaşın sonu düş kırıklıkları ile doludur. Sağ ve sol politikaların pragmatizmine duyduğu tepki ile 1947’de gazetecilikten de ayrıldı ve bütünüyle felsefe ve edebiyata ağırlık verdi. 1957’de 45 yaşındayken Nobel edebiyat ödülünü kazanan Camus, törende “Sanatçı ve Çağı” adını verdiği konuşmasıyla oldukça etkili oldu. 1960 yılında bir trafik kazasında öldü…
Albert Camus
Camus'un felsefeye en büyük katkısı, insanların ne berraklık ne de anlam sunan dünyada bunları aramalarının sonucu olarak oluşan "absürt" fikridir. Filozof bu felsefesini "Sisifos Söylencesi"nde açıklayıp "Yabancı" ve "Veba" gibi romanlarında da işlemiştir.
Genelde varoluşçulukla birlikte ele alınan "Absürdizm" (Saçma, uyumsuzluk felsefesi) ile birçok yazar ilgilenmiş ve bu felsefi düşünce akımını kendine göre yorumlamıştır. Camus "saçma"nın kurucusu değildir fakat bu düşünce akımında önemli bir yer tutar.
Camus, makalelerinde okuyanı düalizmle (zıtlıklarla açıklamak) tanıştırır. Mutluluk ve keder, yaşam ve ölüm, karanlık ve aydınlık... Hayatın çeşitli biçimlerde geçtiğini ve insanın ölümlü olduğu gerçeği de budur. Sisifos Söyleşisi'nde bu düalizm bir çelişki halini alır: Bir yanda yaşayarak hayatlarımıza değer vermekte öte yandan eninde sonunda yok olacağımız gerçeğini de bilmekteyiz. Bu çelişkiyle yaşamak "Absürt"'ün ta kendisidir.
Eğer hayatımızın anlamsız ve boşuna olduğunu biliyorsak, kendimizi öldürmeli miyiz? Bu trajik kısır döngü nasıl aşılabilir? Camus saçma kavramını burada kurar: yaşamın beyhudeliğinin bilincinde olan insan. Fakat Camus intihardan yana değildir, yaşamın anlamsızlığının yok edilemeyeceğinin bilincindedir fakat bununla savaşmaktan kaçınmaz.
Bazı eleştirmenler Camus'u kategorize etmeye çalışarak onun bir varoluşçu ya da absürdist olduğunu söyler. Eleştirmenlerin mi ya da Camus'un kendi ifadesinin mi doğru olup olmadığı tartışılmakla birlikte, Camus etiketlenmeyi sevmediğini belirterek varoluşçu olduğu tanımına karşı çıkar…
Camus varoluşçuluk hakkında şunları söyler: Hayır, ben bir varoluşçu değilim. Sartre ile isimlerimizin yan yana anılmasına hep şaştık. Sartre ve ben kitaplarımızı birbirimizle gerçekten tanışmadan önce yayımladık. Birbirimizi tanıdığımızda ise ne kadar farklı olduğumuzu anladık. Sartre bir varoluşçudur, benim yayımladığım tek fikir kitabı Sisifos Söylencesi'dir ve sözde varoluşçu filozoflara karşı doğrultulmuştur…
Bir absürdist olup olmadığı hakkında da şunları söyler: "Absürt kelimesinin kötü bir geçmişi var ve bunun beni rahatsız ettiğini itiraf ediyorum. Absürt'ü Sisifos Söylencesi'de ele alırken, bir metod arıyordum doktrin değil. Sistemli bir şüphe pratiği yapıyordum. Daha sonra bir şeyler inşa edebileceği düşüncesiyle "tabula rasa" yöntemini kullanmaya çalışıyordum. Eğer hiçbir şeyin bir anlamı olmadığı varsayarsak, dünyanın absürt olduğu sonucuna ulaşmalıyız. Fakat gerçekten hiçbir şeyin hiçbir anlamı yok muydu? Bu noktada kalabileceğimize hiçbir zaman inanmadım."
Albert Camus
ROMAN: Yabancı(1942) Konusu çok basittir. Öyküdeki her şey çok kısa bir zaman aralığında olup biter. Cezayir’de, bir rastlantı sonucu, bir Arap’ı öldüren orta sınıftan bir Fransız, Mersault, kendisini adım adım ölüme götüren süreci kayıtsız biçimde izler. Diğer kişilerin adı anılsa da, roman kahramanının adını bile öğrenemeyiz. Kitapta, Meursault'un topluma, kendine, ölümü bile kabul edebilecek kadar hayata, kısacası tüm varoluşa yabancılaşması yalın bir dille anlatılır. Mutlu Ölüm(1970) Yaşamı alışagelen yerde arayan veya bir moda katoloğunu okurken, birdenbire kendi yaşamına yabancı olduğunu farkeden bir adam.
Veba(1947) Veba, Oran kentinde başlayan veba salgınına karşı insanın mücadelesini konu alır. Rahip Paneloux vebayı insanların işledikleri günahların bedeli olarak görür, hak edilen bir ceza olarak yorumlar. Tanrısız Dr. Rieux ise, bir kötülük olarak kabul ettiği vebayla savaşılması gerektiğini düşünür. Bir hümanist ve ahlakçı olarak karşımıza çıkar. O ve arkadaşları dayanışma içinde vebayla savaşır ve başarılı olurlar. Ancak Dr. Rieux, bu başarının geçici olduğunu, vebanın bir gün tekrar ortaya çıkacağını bilir. Ve bir şeyin daha bilincindedir yaşadığımız sürece kötülükle savaşmamız gerektiğinin. Camus‘un olumsuz başkaldırıyı örneklediği en önemli eseri `Caligula' adlı oyunudur. Caligula, Sade'ın `cinsellik' ve `cinayet' bağlamında geliştirdiği `sınırsız özgürlük' fikrinin ve nihilizmin açık bir eleştirisi olarak ortaya çıkar. Aynı zamanda, Tanrının yerine insanı geçirmekle sonuçlanan başkaldırının saptığı yanlış yolu gösterir. ROMAN:
Düşüş(1956) Bu kitap, herhangi bir düşünce ya da savı özellikle öne çıkarmaya çalışmadan, yalın bir anlatım içinde, zengin bir düşünce ve duygu yüküyle, çağdaş dünyayı ve insanlarını derinlemesine sorgulayıp yargılar, çirkinliklerini ve düşkünlüklerini sergiler Ama, aynı zamanda, bu dünyada yaşayan, dolayısıyla şu ya da bu biçimde, şu ya da bu ölçüde onun sorumluluğunu taşıyan bireyler olarak, tek tek her birimize bir ayna tutar, eski avukat Jean-Baptiste Clamence'ın öyküsü aracılığıyla, bize kendini tehlikeye atmadan yaşayanların, yani hepimizin ve her birimizin benzersiz öyküsünü anlatır. Düşüş'ün yayımlanmasından bir yıl sonra Camus ödülünü kazanması bir rastlantı olmasa gerek ROMAN:
ÖYKÜ: Sürgün ve Krallık(1957) DENEMELER: Tersi ve Yüzü(1937) Düğün Gecesi(1938) Bir Alman Dosta Mektuplar (1945) Başkaldıran İnsan(1951) Koestler ile Birlikte:İdam (1954) Sisyphe Efsanesi(1962) GÜNLÜK : Defterler Mayıs Şubat 1942 (1962) Defterler Ocak 1942-Mart 1951 (1964) Defterler Nisan Aralık 1959 (1966) OYUNLAR: Yanlışlık(1960) Doğrular (1964) Caligula(1969) Sıkıyönetim (1971)
Albert Camus