Modern hukuk literatüründe; haksız iktisab, sebepsiz zenginleşme, sebepsiz iktisab tabirleriyle de ifade edilen haksız kazanç, hukuki bir sebebe dayanmaksızın, bir şahsın mal varlığının, başka bir mal varlığı aleyhine çoğalması demektir.
Türk Ceza Kanunu rüşvet alma ve rüşvet vermeyi suç sayar. Rüşvet alma suçu ancak bir memur tarafından işlenebilir. Ceza uygulamasına göre, memur sayılan birinin yapmak zorunda olduğu bir işi yerine getirmek için maddi çıkar sağlaması "rüşvet" sayıldığı gibi, yasal olarak yapmaması gereken bir işi maddi bir çıkar karşılığı yapması da rüşvet suçu sayılır. Rüşvet suçunun oluşması için memurun görev alanına giren bir işin bulunması gerekir. Bu suç zorunlu olarak iki kişi tarafından gerçekleştirilebilir. Bunlardan biri rüşvet alan, öteki de rüşvet verendir. Ancak bunlar suçun ortak faili değildirler. Her birinin eylemi bağımsız bir suç oluşturur. Suçun oluşması için rüşvet alanla verenin anlaşması, iki kişininiradesinin birleşmesi gerekir. Bu tür bir irade birliği olmadan suç oluşmaz. Türk Ceza Kanunumemurmaddi çıkarfailiiradesinin
RÜŞVET HİKAYESİ…
Efendim, demeye gerek yok; bu rüşvet işi ile alakalı geçmişimiz çok eski tarihlere kadar gider. Aslına bakarsanız, bu iş bir toplum hastalığıdır ve sadece bizim milletimize de mahsus değildir. Bu iş, aynı zamanda hemen hemen diğer bütün milletlere de tebelleş olmuş, insanlığın en eski bir musibetidir de... Şurası da muhakkak ki, bu pis iş, mahiyeti gereği gizli saklı yürüdüğünden, alandan da verenden de zekâ ve maharet talep eder. Şeytanî işlere biraz daha fazla yatkın olduğumuzdan mıdır nedir, bizim halk literatürümüzde de bu fena işe dair bir çok hikaye mevcuttur. Fakat işin daha da garibi, bu hikayelerden bir çoğunun adına o zamanlar "Kadı" denen mahkemelerinin hüküm vericileri ile ilgili olmasıdır. İşte bunlardan biri de aşağıya aldığımız böyle bir kadı hikayesidir. Göreli bakalım kadı efendi bu defa işi hesabına kitabına nasıl uydurmuş.
Kadı Efendi’nin biri 40 altın rüşvet istemeye racon keser, usulünce verir mesajını davacıya: -"Oğlum 40 şahit gerek sana!" Davacı da o yolun yolcusu, yol-yordam bilir yani. Kırk dilimden oluşan bir tepsi baklava yaptırır, her dilimin altına bir altın koyar ve getirir mahkemeye. Mübaşir de uyanık, keser önünü: -"Nereye? Bu nedir?" -"Kadı Efendi’nin ağzı tatlansın diye getirdim, müsaade et, içeri götüreyim..." -"Kadı Efendi meşgul şimdi, sen ver bana, ben sonra teslim ederim." Davacı gider, mübaşir bir dilim yemek ister, bakar altında bir altın, onu alır, bir dilim, bir dilim daha, dört tane götürür... Tepsiyi şöyle bir sallar boşlukları doldurur, Kadı’ya götürüp teslim eder. Duruşma günü gelir. Kadı der ki davacıya: -"Evladım dört şahit noksan, onlar nerede?" Mübaşir bakar ki foyası çıkacak, hemen atılır: -"Kadı Efendi, şahitlerin dördü çok yaşlı ve hasta idi yukarıya sizin yanınıza çıkmaya zorlanıyorlardı, onların ifadesini ben aldım aşağıda." -Haa tamam o zaman, der Kadı ve iş tatlıya bağlanır.