MİLLETLERARASI BİRLİKLER ve II. DÜNYA SAVAŞI A-MİLLETLERARASI BİRLİKLER Milletler Cemiyetine Giriş 2. Balkan Antantı Antant Öncesi Girişimler 3. Akdeniz Paktı 4. Sadabat Paktı B-II. DÜNYA SAVAŞI 1. II. Dünya Savaşı Öncesi Dünyanın Genel Durumu -Faşizmin ve Nazizmin Ortaya Çıkışı 2. II. Dünya Savaşı Öncesi Türk Dış Politikası -Almanya -İngiltere -Sovyet Rusya 3. II. Dünya Savaşında Türkiye
A-MİLLETLERARASI BİRLİKLER 1930’lu yıllarda II. Dünya Savaşı öncesinde devletler, ortak tehlike karşısında birlik olma gereği duymuşlardır. Lozan’da halledilemeyen konuların bir-bir çözüme kavuşması Türkiye’nin devletlerle ilişkilerini geliştirmesini sağlayacak güven ortamını oluşturmuştur. Türkiye, Atatürk’ün son yıllarında bir yandan uzlaşma politikası güderken tehlikeleri de iyi sezmiş ve tedbirlerini alma yoluna gitmiştir. Özellikle Montreux Boğazlar Sözleşmesi, Türkiye’nin ciddiyetini ve dünya barışı konusundaki samimiyetini göstermiştir. 1929 Dünya ekonomik buhranı ardından milletlerarası münâsebetlerde 1931 yılından itibaren buhran dönemi başlamıştır. Türkiye, Lozan’da halledemediği Misâk-ı Millî çerçevesinde birçok konu kalmasına rağmen Revizyonist Avrupa devletlerinin yaptığı gibi bu buhranlardan faydalanma yoluna gitmemiştir. Dünya barışının ve güvenliğinin savunucusu olarak anti-revizyonist politika izlemiştir. 1936’dan itibaren İtalya’nın Doğu Akdeniz’de çıkardığı tehlike karşısında hem Batı devletleriyle hem de komşularıyla işbirliğine girmiştir. Türkiye’nin milletlerarası işbirliğine ve ortak barış çabalarına katılması, 1928 Silahsızlanma konferansı çalışmalarına Rusya’nın katkısıyla davetle başlamıştır. -Türkiye’nin 1928 çalışmalarında, 1932 silahsızlanma konferansında savaşı kanun dışı ilân eden Briand-Kellog paktındaki olumlu davranışları dünyanın dikkatini çekmiştir. -1930 yılında Fransa’nın, Avrupa birliği projesine diğer devletler Türkiye’nin de davet edilmesi konusunda görüş bildirmişlerdir. -Türkiye’nin milletlerarası işbirliğine katılmasında en önemli gelişme 1932 yılında Milletler Cemiyeti’ne üye olmasıdır.
1. Milletler Cemiyetine Giriş Milletler Cemiyeti, ABD Başkanı Wilson prensipleri doğrultusunda kurulmuştur ancak kısa süre sonra Cemiyet içinde İngiltere ağırlığını koymuş I. Dünya Savaşı’ndan gâlip olarak çıkan büyük devletlerin çıkarlarını sağlamanın aracı olmuştu. Cemiyet I. Dünya Savaşı sonrasında mağlup ülkelere imzalatılan Barış Anlaşmalarını sürekliliğini sağlamada İngiltere’nin yönlendirmesi ile hareket etti. Açık bir örnek olarak Sevr’de Türklere kabul ettirilmek istenen İzmir ile ilgili maddede Milletler Cemiyeti İzmir’in Yunanistan’a bağlaması için düşünülen en son adım olarak görülmüştür. Türklere kabul ettirilmek istenen Londra konferansının Ermenilerle ilgili teklifinde Ermenistan’ın sınırlarını Milletler Cemiyeti belirleyecek maddesi de vardı. Milletler Cemiyeti çeşitli siyasal oyunlara sahne olmuş ve bazı haksız girişimlere araç edilmiştir. Sovyet Rusya gibi Türkiye de Milletler Cemiyetine bir süre güvenle bakamadı. Bunun sebepleri: -İngiltere’nin egemen durumda olması, -Türkiye’nin bu dönemde Batı karşısında Sovyetlere dayanması idi. Türkiye Sovyetlere karşı Cemiyetin zorlama tedbirlerine katılmayı Sovyet politikasına aykırı görüyordu. Buna rağmen Türkiye, Milletler Cemiyeti ile ilişkili kararların altına imza koydu. Türkiye birçok konuda Lozan’da Milletler Cemiyeti ile ilişkili kararların altına imza koydu. Türkiye’nin Lozan’da Milletler Cemiyetine rol ve yetki tanıdığı hususlar şunlardır: -Türk-Irak sınırının belirlenmesi, -Azınlıkların korunması, -Karma Hakem Mahkemesi konusu, -Trakya sınırında demiryolu taşımacılığı ile ilgili maddede, -Sağlık işleriyle ilgili, -Boğazlar Sözleşmesinin bazı maddelerinde, -Trakya sınırının askerden arındırılmasına ilişkin sözleşme metnidir. 1930 yılından itibaren Türkiye’nin dış ilişkileri yeni bir görüntü almaya başlayınca Türkiye Milletler Cemiyeti ile de ilgilendi. Ancak Türkiye komşularıyla ve batı devletleri ile meseleleri çözümledikten sonra fazlasıyla Sovyetlere dayanan dış politikasını dengelemek istiyordu.
Türkiye, Atatürk’ün direktifi çerçevesinde Milletler Cemiyeti’ne kendisi başvurarak değil; örgüt tarafından davet edilerek girmek istiyordu. Üyelik; Cemiyeti Genel Kurulu 6 Temmuz 1932’de İspanya’nın önerisi, Yunan temsilcisinin girişimi ve üyelerin çoğunluğun Genel Kurul’a sunduğu bir önergenin oy birliği ile kabulünden sonra Türkiye’yi üyeliğe davete karar verdi.(Soysal; 1983-399) Türkiye 18 Temmuz’da oybirliği ile üye oldu. Bu üyelik sürecinde Sovyetlerin onayını almayı da ihmal etmedi. Ancak Milletler Cemiyetinin gerektiğinde bir devlete karşı zorlama tedbirleri alınmasına ilişkin maddesinin Sovyetler Birliği’ne karşı uygulanması ihtimali ile ilgili olarak Türkiye’nin tutumu konusunda Sovyet Hükümetine bir güvence vermiştir. Bu Sovyetler Birliği’nin Türkiye’nin haklı görmeyeceği bir saldırı suçlanmasıyla karşılaşması durumunda Türk hükümetinin herhangi bir önleme katılmaya zorlanamayacağı biçimindedir. Böylelikle Türkiye’nin Cemiyete girmekte tereddüt ettiği hususlardan biri de çözümlenmiş oldu. Türkiye Milletler cemiyetine katıldıktan sonra cemiyetin giriştiği barış çabaları içinde yer aldı. Cemiyet genel kurulunun Eylül 1928’de kabul ettiği “Uluslar arası Uyuşmazlıkların Barışçı Yoldan Çözümüne İlişkin Bağıt’a Eylül 1934’te katılmış oldu. Türkiye genel bağıta katılırken bazı konuları uygulama alanı dışında tutmuştur, bunlar: -Türkiye’nin katılmasından önce ortaya çıkan olgu yada durumdan doğan uyuşmazlıklar, -Devletler hukukunun yalnız bir devletin yalnız kendi yetkisine bıraktığı uyuşmazlıklar, -Türkiye ile üçüncü bir devlet arasındaki ilişkilere dair uyuşmazlıklar. Gene bağıtın koyduğu hükümlere uygun düşen bu çekinceler, Bağıtın içeriğine ilişkin değildir. O nedenle Türkiye için genel bağıtın uzlaştırmaya, yargısal çözüm yoluna ve hakem yoluna dair kesimleri ile genel hükümler bütünüyle geçerli olmuştur.
Yunanistan Ege Kıta Sahanlığı üzerinde Türkiye ile olan uyuşmazlığı 10 Ağustos 1976 günü tek yanlı olarak Lahey Adalet Divanına götürürken bu bağıta dayanmıştı. Ancak divan 19 Aralık 1978 günü aldığı “yetersizlik” kararında Yunanistan’ın gerekçelerini reddetmiş, bu arada Yunanistan’ın “ülke statüsüne ilişkin uyuşmazlıkların hakeme götürülemeyeceği konusunda koyduğu çekinceyi hatırlatmıştır.(Soysal 1983-464) Türkiye’nin üye olduğu sıralarda Milletler Cemiyeti milletler arası yaptırım gücünü büyük ölçüde kaybetmişti. 1931’de Japonya’nın Çin’e, 1935’de İtalya’nın Habeşistan’a saldırması, Almanya’nın Versailles Anlaşmasına son vermesi karşısında etkili bir şey yapamamıştı. İkinci Dünya Savaşından sonra da fiili olarak tarihe karışmıştır. Bundan sonra Milletler Cemiyeti yerini 1945’de kurulan Birleşmiş Milletlere bırakacaktır. Türkiye Lozan Anlaşması ve kimi ikili uzlaştırma ve hakemlik anlaşmalarıyla Divan’ın belirli konularda rol oynamasını kabul etmişti. Türkiye’nin Milletler Cemiyeti aracılığı ile çözüme kavuşan tarihte 3 meselesi vardır. Bunların ikisi Cemiyete üye olmadan önce biri üye olduktan sonradır. Üye olmadan önce Musul Meselesi Milleler Cemiyetince o günkü siyasal konjonktür ve şartlar içinde Milletler Cemiyetinde İngiltere yararına uygun biçimde ela alınmış yapılan anlaşmalarla çözümlenmiştir. La Hey Adalet Divanı da Musul Meselesine karıştırılmıştır. Milletler Cemiyeti Konseyi La Haye Adalet Divanı’ndan danışma niteliğinde görüşünü sormuş ve Divan da bunu bildirmişti. Musul meselesindeki anlaşmazlıklar üzerine Milletler Cemiyeti Özel Komitesinin önerisi üzerine Konsey La Haye Adalet Divanından danışma görüşü istemeyi kararlaştırmıştı. Türkiye Konseyin bir hakem gibi zorunlu nitelikte karar almasından çekindiğinden Türk Dışişleri Bakanı Divan Başkatipliğine yolladığı telgrafta Musul Meselesinin siyasi bir nitelik taşıdığını Lozan’ın ilgili maddesinin hakemlik niteliğinde bir kararı gerektirmediğini bu durumda Türk hükümetinin Divan’a temsilci göndermeyeceğini bildirmişti.(Soysal;1983-305) Divan ise vardığı kararda güya Konsey şu görüşü(1) bildirmişti: “Milletler Cemiyeti Konseyinin Lozan Anlaşmasının 3. maddesinin2. Fıkrası uyarınca alacağı karar taraflar için uyulması zorunlu olacak ve Türkiye ile Irak arasındaki sınırın kesinlikle tespit edildiğini gösterecektir,” denilerek görüş isteme niteliğindeki meseleyi Konsey zorunluluk haline dönüştürmüştür. İkinci mesele Türk-Yunan Nüfus Mübadelesinde “yerleşmiş=etabli” lerin kapsamı konusunda iki devlet arasındaki çıkan uyuşmazlık Karma Mübadele Komisyonunca da çözümlenemeyince siyasal bir gerginlik doğmuştu. Bunun üzerine mesele Lozan Anlaşması uyarınca, Milletler Cemiyeti Konseyinin kararıyla Uluslar arası Sürekli Adalet Divanına götürülmüştü. Divan danışma niteliğindeki görüşü ile Yunanistan’ı haklı bulmuştu. Üçüncü mesele Hatay meselesidir. Bu sefer Türkiye Cemiyet üyesi olarak görüşmelere katılmıştır. Bu mesele zamanın şartları içinde Türkiye’nin davasına uygun biçimde çözümlenmiştir.
2. Balkan Antantı Türkiye 1926 yılında bütün Balkan devletleri arasında sınırların karşılıklı olarak güvence altına alınması amacı ile 1925 Locarno Anlaşmalarına benzer toplu bir güvenlik sisteminin kurulması yolunda bir girişimde bulunmuştu. Ancak bundan bir sonuç alınamamıştı. Daha sonra 1930 yılına doğru Balkan devletleri arasındaki pürüzlerin kimileri ortadan kalkmış, bir anlaşma havası oluşmaya başlamıştı. Bu hava içinde merkezi Cenevre’de bulunan Uluslar arası Barış Bürosunun Ekim 1929’da Atina’da düzenlediği Evrensel Barış Kongresinde Yunanistan’ın eski başbakanlarından Papanastasiou bir Balkan Birliği kurulması düşüncesini ortaya atmıştı. İlgi ile karşılanan bu düşünce üzerine 5 Ekim 1930’da Atina’da Yunanistan, Türkiye, Bulgaristan, Yugoslavya, Romanya ve Arnavutluk’un resmi olmayan temsilcileri arasında ilk Balkan Konferansı toplanmıştı. İkinci konferans 1931 Ekiminde İstanbul’da toplanmış; Balkan ülkeleri arasında siyasal, ekonomik, teknik, kültürel işbirliği konuları ele alınmıştır. Üçüncü konferans 1932 Ekiminde Bükreş’te, Dördüncüsü ve sonuncusu 1933 Kasımında Selanik’te yapılmıştı. Türkiye’nin Milletler Cemiyetine üye olduğu sıralarda Balkan devletleri arasında da yakınlaşma başladı.(Soysal;448) Sonuçta 1930 yılındaki ilk konferansta Balkan Antantı fikri ortaya atılmış; sonrakilerde ticaret, sanayi, zıraat, denizcilik, turistik, hukukî ve siyâsî teşekküller ortaya çıkmıştır. Toplantılar resmi temsilcilerden oluşmadığı için somut sonuçlar vermemişse de Balkan devletleri arasında bir diyalog ve yakınlaşma sürecini başlatan sivil girişimler olduğundan çok önemlidir. Ancak devletler arasında azınlık konularının ısrarı konferansların sürdürülmesini engelleyecektir. Ancak 30 Ekim 1930 günü Türkiye ile Yunanistan’ın aralarında imzaladığı Dostluk,Tarafsızlık ve Uzlaştırma Anlaşmasını imzalamaları Balkanlılararası siyasal dayanışmanın gerçekleştirilmesinde baş rolü oynamaya da hazır duruma girilmişti. Atatürk ve Venizelos’un önderlik ettiği Türk-Yunan Dostluğunun ilerlemesi meyve vermeye başlayacaktır. 14 Eylül 1933 günü Ankara’da Türkiye ile Yunanistan İçten Anlaşma Paktını yaparak ortak sınırlarını karşılıklı olarak güvence altına almıştı. İki devlet artık bu temeli Balkanlarda genişletmek istiyordu. Nitekim Türkiye 1933 Ekim ayında Romanya ve Kasım ayında da Yugoslavya ile birer Dostluk ve Tarafsızlık Anlaşması yapmıştı. 1933 yılında Almanya’da Nazi Partisinin iktidara geçmesi üzerine Türkiye ile Yunanistan pakt imzaladı. Türk-Yunan paktı Romanya’yı harekete geçirdi. Bu anlaşmalara Bulgaristan’ın sert tepkisi ve İtalya’nın Arnavutluk’taki kontrolünün kendisi için tehlike oluşturması Yugoslavya’nın da birliğe katılmasını sağladı. İkili anlaşmaların hepsinin eksenini Türkiye oluşturmaktaydı. Bu anlaşmaların hepsi aynı amaca yönelik olduğundan dört devlet (Türkiye-Yunanistan-Romanya ve Yugoslavya) Şubat 1934’de tek bir anlaşma ile birbirlerine bağlandı. Bu anlaşmaya göre; taraflar sınırlarını karşılıklı olarak garanti ve birbirlerine danışmadan herhangi bir Balkan devleti ile birlikte bir siyâsî harekette bulunmamayı taahhüt ediyorlardı. Paktın hazırlanması bölgede Sovyet Rusya’yı rahatsız edecektir. Türkiye’nin 1925 Türk-Sovyet Saldırmazlık anlaşmasına ek 1929 Protokolü uyarınca böyle bir pakt imzalayabilmesi için gerekli Sovyet onayını alması ciddi bir problem oluşturacaktır. Anlaşmanın ortaya çıkmasında nasıl baş rolü Türkiye oynadıysa sonuna kadar da uyan Türkiye olmuştur. 1936’dan itibaren buhranların şiddetlenmesi, Berlin-Roma mihverinin ağırlık kazanmaya başlaması Balkan Antantı’nı zayıflattı. En son 1939 yılının olayları antantı parçalayacaktır. 1940’da son toplantısını yapan Balkan Antantı, savaşın Balkanları da içine almasından dolayı bir daha toplanamamıştır.(Armaoğlu:1983:339-340)
3. Akdeniz Paktı İtalya’nın, Habeşistan’a saldırması karşısında Milletler Cemiyeti’nin barışı koruma tedbirlerine Türkiye samimi destek vermişti. İtalya zorlama tedbirlerine katılan bütün devletlere -bu arada Türkiye’ye de- protesto notası gönderdi. İtalya’nın sert tutumu İngiltere’yi harekete geçirdi. Yugoslavya, Yunanistan ve Türkiye, İtalya’nın saldırısı karşısında kendilerinin yardımına geleceğine dair İngiltere’den Ocak 1936’da garanti aldı. Bu üç devlet de İngiltere’ye garanti verdi. İtalya’nın Akdeniz’de doğurduğu tehlike dolayısıyla ortaya çıkan bu karşılıklı garantiler sistemine Akdeniz Paktı denir. Bu anlaşma; Türkiye’nin İngiltere ile olan münâsebetlerinde bir dönüm noktası olmuştur. 1939’da bu yakınlaşma ittifakla kuvvetlendirilmiştir. Bu yakınlaşma İtalya’yı sinirlendirdi. Türkiye, İtalya ile de münâsebetlerini düzeltmek istediğinden İngiltere’ye verdiği garanti durumuna tek taraflı son verdi. Atatürk İtalya’nın bu saldırgan tutumu karşısında; 13 Nisan 1934 akşamı Edremit’te Orduevinde verilen yemekte İtalyan olayları konuşulurken Atatürk şunları dedi: Mussolini bir maceraperesttir. Milletini bir uçuruma sürüklemektedir. Her tarafa saldırıyor. Beni Roma’ya davet etti… Bu adam yüzünden çok şımarmış olan bu millet bir ders vermeyi çok isterdim ama yakında küçük bir millet onlara gerekli dersi verecektir ve şunu da hatırlatırım ki Mussolini’yi bir gün gelecek kendi mileti linç edecektir.” (H. Yücebaş,Atatürkten Nükteler,) İtalya ile münâsebetler 1937’de iyileşmeye devam etti. Bunda İngiltere ile İtalya arasındaki anlaşmanın da rolü vardı. Türkiye, İspanya iç savaşı sırasında Akdeniz’deki denizaltı korsanlığı meselesinin ele alındığı Eylül l937’deki Nyon Konferansına katıldı. Bu Türkiye’nin İtalya ve Almanya karşısında İngiltere’yi desteklediği manâsına gelmekteydi. Bu durum II. Dünya Savaşı öncesi Türkiye’nin yönünü belirlemiştir.
4. Sadabat Paktı Doğu Akdeniz’deki İtalyan tehlikesi, Türkiye’yi, İngiltere’ye bağlanmaya götürürken, öte yandan Orta Doğu devletleriyle de birtakım savunma tedbirleri almaya yöneltmiştir. İtalya’nın sömürgecilik isteklerinin toplandığı alanlar olarak Asya ve Afrika’yı göstermesi Türkiye ve komşularını tedirgin etti. İtalya’nın Habeşistan’a yerleşmesiyle Arap yarımadası ve daha yukarıdaki memleketler de tehdit altına giriyordu. Bu durumu başta Türkiye olmak üzere diğer Orta Doğu devletleri de görmüştü. Balkanlar üzerindeki Bulgar ve İtalyan tehlikesi Balkan Antantını oluşturmuştu. Şimdi de Orta Doğu için bir savunma sistemi kurmak gerekiyordu. Türkiye, İran, Afganistan ve Irak kendi aralarındaki anlaşmazlıkların bazılarını çözerek, bazılarını da geri plâna iterek Temmuz 1937’de Tahran’da Sadabat sarayında paktı imzaladı.
II. DÜNYA SAVAŞI ÖNCESİ GELİŞMELER 1-II. Dünya Savaşı Öncesi Dünyanın Genel Durumu Almanya’ya için I.dünya Savaşı sonrasında ağır yükümlülükler getiren 1919 Versay barışından sonraki on yıllık devrenin iki temel özelliği vardır: 1925 Locarno anlaşmalarına kadar olan devrede savaş sonrasının sarsıntıları ve barış anlaşmalarının kurduğu düzenin yerleştirilmesi Avrupa’da milletler arası münasebetlerin hakim görüntüsüdür. Locarno ile açılan yumuşama ve işbirliği devresinde barışın devamlı hale getirilmesi için gerekli temellerin kurulması yani silahsızlanma çabaları bütün faaliyetlerin odağını oluşturmuştur. Dünya bu şekilde devamlı barış için çabalarken 1929’dan itibaren önce Amerika’da patlak verip sonrasında bütün dünyayı soran dünya ekonomik buhranı dünyanın siyasal atmosferini de etkilemiş ve ekonomik buhran ardından siyasal buhranların peş peşe patlak vermesine yol açmıştır. Japonya’nın 1931’de Mançurya’ya saldırması buhranlar zincirinin ilk halkasını oluşturur. Mançurya’da üretilen tarım ve orman ürünleri ile kömürün başlıca alıcısı Japonya idi. Japonya Mnçurya’yı daha iyi sömürebilmek için klasik Avrupa sömürgeciliğinin vasıtası olan Demiryolu yapım ve işletmeciliğine başvurdu. Güney Mancurya Demiryolu Şirketini kurarak Mançurya’nın dış ticaretinde önemli rol aldı. 1931 yılında Japonya Mançurya’yı kendisi için olgunlaşmış bir meyve olarak görünce de saldırıya geçti. Japonya aslında Mançurya’yı Çin’i işgal etmek için bir basamak olarak görüyordu. Dünya ekonomik buhranı Japonya’ya aradığı fırsatı vermişti. Çünkü Avrupa ve Amerika buhranın yarattığı sıkıntılarla meşguldu. Buhranın Japonya’yı da sarsması askerlerin eline yeni bir silah verdi. Askerlere göre barışçı politikalar Japonya’ya bir şey kazandırmamıştı. Mançurya’ya saldırarak 1932 yılında tamamen işgal etti. Çin Japonya’yı Milletler Cemiyetine şikayet etti. Ancak Milletler Cemiyeti bu saldırı karşısında hiçbir ciddi tedbir alamadı. Japonya’nın Mançurya’yı işgali Sovyet Rusya’yı güç durumda bıraktı. Sovyetler Kuzey Mançurya’daki Doğu Çin Demiryollarını satmak zorunda kalarak burası ile ilgisini kesti. ABD ise AçıkKapı (malların gümrüklerde serbest dolaşımı) ilkesini uygulamada Japonya ile sürtüşmekteydi. Ancak ABD de Açık Kapı ilkesinin Mançuko’dan tasfiye edilmesine boyun eğmek zorunda kaldı.
Faşizmin ve Nazizmin Ortaya Çıkışı II. dünya savaşı öncesi hiçbir gelişme Almanya’da Nazilerin iktidara gelmesinden önemli değildir. Bir taraftan 1922 yılında İtalya’da Mussolini öte yandan Hitler 1930’lu yıllarda Avrupa’da dengeleri alt üst edeceklerdir tabii buna denge denirse. İtalya ve Almanya’nın bu uyanışı I. Dünya Savaşı sonrası yalnızlığa itilmelerinin verdiği bir silkiniş hareketidir. 1870’li yıllarda milli birliklerini kurarak dünya sömürgeciliği yarışında biz de varız diyen bu iki devlet I.Dünya Savaşı sonrasında saf dışı edilmelerinin adeta intikamını almaktadırlar. Herhalde Berlin-Roma Mihver’i bu intikam duyguları ile kurulacaktır. Bu intikam hisleri iki lidere de milliyet hislerini kullanma fırsatı verecektir.
Hitler ve Nazizm 1929 dünya ekonomik buhranın kötü etkileri Almanya’da Nazileri iktidara taşıyacaktır. Nazi Partisi Alman milletinin ekonomik,kültürel ve sosyal hayatının her yönünü kontrol altına aldı.Gençliği partinin ideallerine göre disiplinli bir militarist organizasyon içinde yetiştirilmesine gidildi. İşçi partisi olarak ortaya çıkmış olan parti sendikaları kaldırarak işçi kuruluşlarını Nazi partisine bağladı. Hitlerle beraber Almanya’nın dış politikası da hareketlendi. Hitler’in dış politikası üç aşamada gelişecektir: -Versay zincirlerini kırmak, -Bir millet bir devlet ilkesini gerçekleştirmek, -Hayat sahası; Almanların yaşamadığı memleketleri kendi sınırları içine katmak.
Hitler, 1921’den 1923’e kadar Alman siyaseti içinde yoğun bir şekilde yer aldı. 1923’te “Anayurt İçin Dövüşen Derneklerin Çalışma Grubu”, Yurtseverler Derneği ve “Alman Dövüş Birliği” kuruldu. Bu grupların içinde önemli bir lider olan Hitler, 8 Kasım 1923’te Bavyera’da darbe girişiminde bulundu; ama başarılı olamadı. Çıkan çatışmalarda 16 Nazi ve 3 polis öldü. Kaçarak canını zor kurtaran ve 1930’lara kadar sesi soluğu çıkmayan Hitler, Alman iş adamları ve bankerler tarafından palazlanıp siyaset meydanına tekrar çıkarıldı. Avusturya kökenli Hitler, 1932 yılında Alman vatandaşlığına kabul edildi. Aynı yıl cumhurbaşkanlığına aday oldu ve % 36 oy almasına rağmen seçilemedi. Hükümet içindeki entrikalar sonucu 1933 yılında başbakanlığa atandıysa da, yeterli çoğunluğu sağlayamadığı için göreve gelemedi. 5 Mart 1933 Almanya seçimlerinde Naziler % 44 oy aldı. Önce komünistlerden başlayarak bütün sol görüşlüleri tasfiye ederek iktidarı tamamen eline alan Hitler, Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla 1938 yılında Avusturya’yı ilhak etti ve faşist-emperyalist Nazi iktidarında dünyayı kana boyadı. Ancak 1945 yılında Sovyetler Birliği’ne yenilen Almanya teslim olunca, Hitler 29 Nisan 1945’te intihar etti. Hitler
İtalya’da Faşizm Mussolini Sovyet Rusya’dan sonra Birinci Dünya Savaşının ortaya çıkardığı yeni rejimlerden biri de İtalya’da Faşizm olmuştur. Rusya’da Bolşevikler nasıl savaşın yarattığı iç karışıklık, düzensizlik ve hoşnutsuzluklardan yararlanarak bir hükümet darbesi ile iktidarı ele geçirmişse İtalya’da da karmaşık iç durum Faşistleri iktidara taşıyacaktır. Birinci Dünya savaşından galip devletler safında çıkmasına rağmen İtalya savaşın nimetlerinden faydalandırılmadı. Paris Barış konferansının ilk günlerinden itibaren İtalya hayal kırıklığına uğrayacaktır. Nitekim Paris Barış Konferansının bizi de ilgilendiren en önemli kararı Yunanlıların İzmir’i işgallerine müsaade etmek olmuştur. Öte yandan 1915 Londra Anlaşmasını Wilson tanımayacak, 1917 anlaşmasını ise Rusya tasdik etmediği için Müttefikleri İngiltere ve Fransa yürürlüğe koymayacaktır. 1915 Anlaşması ile Alman sömürgelerinden kendisine pay vaad edildiği halde İtalya’ya hiçbir şey verilmeyecektir. Oysa İtalya’nın büyüyen nüfusu için yeni iskan sahalarına ihtiyacı vardı. Savaş sona erdiği zaman iç durum da iyice karışmıştı. İç politikada istikrar kalmamış 1919-22 arasında iki defa seçim yapılmış dört hükümet değişmiş,hükümetlerin otoritesi kalmamıştır. 1919 yılında kurulan Faşist örgütü 1921 yılında parti haline gelmiştir.Dipnot Komünizme olduğu kadar liberal demokrasiye de karşı olan faşistler koyu disiplin taraftarı ve milliyetçidirler. İtalyan halkı memleketin otorite boşluğundan faydalanarak anarşi çıkaran gruplara karşı Faşizmin disiplin ruhuna sarılmış aynı zamanda Avrupa politikalarında kenara itilmişliğini de ırkçılığa varan milliyetçiliğe sarılarak gidermeye çalışacaktır. Solcu akımın giderek güçlenmesi ve bununla beraber anarşinin çoğalması Vatikan’ı bile endişeye sokacak dereceye ulaşacaktır. 1922 Ağustosunda işçilerin genel grevle ekonomiyi felce uğratmaları ve durumun karışması Faşist Partisinin Kara Gömleklilerinin Napoli’den Roma’ya bir yürüyüşleri hükümet darbesine hazırlanmaları kralın hükümeti Faşistlere teslimine yol açacaktır. İktidara gelen Mussolini ile başlayan diktatörlük 943’e kadar devam edecektir. Mussolini
Mussolini’nin yayılma politikası 1915 ve 1917 anlaşmaları ile göz koyup da elde edemediği topraklardı. Bunun içinde Batı Anadolu da vardır ki İtalyan tehdidi II.Dünya Savaşı öncesi Türkiye’nin Akdeniz,Ortadoğu ve Balkanlar politikalarına yön verecektir. Japonya’nın Mançurya saldırısına karşı Milletler Cemiyetinin hiçbir şey yapamaması İtalya’yı cesaretlendirecek ve Habeşistan’ı işgal edecektir. Habeşistan’a sınır olan İtalyan sömürgeleri olan Eritre ve Somali’nin gelişen Habeşistan’ın tehdidine uğraması öte yandan İngiltere ile bölgede anlaşmış olması İtalya’yı Habeşistan’ı işgale zorlayacaktır. Ancak 1934 yılında İtalya’nın Habeşistan’a saldırısı Milletler Cemiyetini Mançurya’da olduğundan daha enerjik davranmaya itecek ve İtalya’ya karşı üye devletler zorlama tedbirlerine katılacaklardır. Bu arada M.C.’ye yeni girmiş olan Türkiye de bu zorlayıcı tedbirlere katılacak bu katılım ise Türkiye’yi bölgede ittifak arayışına sevk edecektir.
2. II. Dünya Savaşı Öncesi Türk Dış Politikası Almanya ile İlişkiler Almanya’da Nasyonal Sosyalistler iktidara gelinceye kadar Türkiye ile arasında I. Dünya savaşındaki işbirliği hâtıralarından başka kuvvetli bir ilişki olmamıştır. Nazilerin iktidara geldiği sıralarda Türkiye de iç kalkınma hamlesi yapmaktaydı. Bu kalkınma plânı Türkiye’yi sınai teçhizat bakımından dışarıya bağlamaktaydı. Hitler fırsatı kaçırmayarak Batılılar ile siyâsî münâsebetleri iyi gitmeyen Türkiye’ye yakınlık göstermiştir. Türkiye ile Almanya arasındaki ekonomik münâsebetler birden bire artmıştır. Fakat 1936’da Montreux Boğazlar Sözleşmesi Almanya’nın hoşuna gitmemiştir. Bundan sonra Türkiye üzerinde bir Alman-İngiliz ekonomik rekâbeti başlamıştır. 1937 yılında Mihver’in Balkanlardaki faaliyetleri sonunda Balkan Antantı’nın zayıflaması, Türk-Alman münâsebetlerini soğutmuştur. Almanya, Türkiye’yi Batılılardan ayırıp Berlin-Roma mihverine çekmek istemiştir. Bu durumda Almanya, Sovyetlere karşı Boğazlarda ve Anadolu’da üstün bir duruma geçeceği gibi, Almanya’nın İngiliz ve Fransız sömürgeciliğinin dayanaklarından olan Orta Doğu’ ya sızması da kolaylaşacaktı. Almanya, İtalyan tehlikesinin Türkiye açısından oluşturduğu tehdidi göremediğinden Türkiye politikasında başarı kazanamamıştır. Almanya, 1939 Martında Çekoslavakya’yı ele geçirip hayat sahası politikasına başlamıştır. Doğu’ ya doğru yayılan Alman tehlikesi Türkiye’yi endişelendirmiştir. II. Dünya Savaşı öncesi Balkanlara ve Ortadoğu’ya yönelen İtalyan ve Alman tehlikeleri Türkiye’nin İngiltere yanında yer almasına sebep olmuştur.
İngiltere İle İlişkiler Arnavutluk’un işgâli üzerine İngiltere ve Fransa, Yunanistan ve Romanya’ya garanti vermişti. Aynı teklif Türklere de yapılınca Türkiye garantinin iki taraflı olmasını istemiştir. Türkiye’ye göre durum açıkça Mihver’ e cephe almaktı ve savaş tehlikesi karşısında kalmaktı. Böyle bir durumda Türkiye, İngiltere’nin taahhütlerinin ne olacağını bilmek istiyordu. Türk-İngiliz görüşmeleri 12 Mayıs 1939’da yayınlanan bir deklarasyonla sonuçlandı. En önemli maddeye göre iki hükûmet vuku bulacak bir tecâvüz hareketinin Akdeniz mıntıkasında bir savaşa sebep olması halinde birbirlerine her türlü yardımı yapacaktı. İngiltere bu maddeye Balkanların da dahil olmasını istemiş fakat Türkiye, Sovyetleri tamamen karşısına almamak için kabul etmemişti. İngiltere’nin Türkiye’ye yakınlaşmaktaki amacı Romanya’ya Boğazlar yoluyla yardım edebilmekti. Türkiye, İngiltere’den sonra; Hatay’ın, Türkiye’ye katılmasını kabul etmesi üzerine Fransa ile de bir deklarasyon imzalayarak Batı blokuna katılmış oldu. Türk- İngiliz ve Fransız deklarasyonları Almanya ve Rusya’yı telaşlandırdı. Almanya, Türkiye’yi tehdit etti.
Sovyet Rusya İle İlişkiler 23 Ağustos 1939’da Sovyet Rusya, Nasyonal Sosyalist Almanya ile saldırmazlık paktı imzaladı. Rusya’nın Almanya ile savaşın hemen önünde saldırmazlık paktını imzalama sebepleri: -Rus - Alman işbirliğinden faydalanarak emperyalist genişlemesini gerçekleştirmek, -Batılılarla Almanya’yı karşı karşıya bırakıp her iki tarafın da birbirlerini yıpratmalarını sağlamak. -Sonunda yıpranmamış kuvvetiyle ortaya çıkmak ve Komünizmin dünya üzerinde egemenliğini en geniş biçimde gerçekleştirmektir. Halbuki Türkiye; İngiltere, Fransa ittifakına Rusya’nın da katılacağını umuyordu. Millî Mücâdele yıllarından beri beraber yürüyen Türkiye ile Sovyet Rusya’nın yolları artık ayrılmıştı. Bu ayrılık bugünlere kadar devam edecektir. Alman-Sovyet paktından sonra Almanya, Türkiye’nin Batılılarla ittifakını Sovyetler aracılığı ile önlemeye çalıştı. Sovyetler de Boğazların Batılılar eline geçmesini istemiyordu. Halbuki Türk-İngiliz deklarasyonu barışçı bir eser olarak yapılmıştı. Sovyetler, Türkiye’nin İngiltere ve Fransa ile yaptığı ittifakı bir savaş belgesi olarak görüyordu. Sovyetlerin bu fikre sahip olmasında, Almanya’nın rolü olduğu kadar, bu devletin savaş durumundan faydalanarak Türkiye üzerinde gerçekleştirmeye çalıştığı emperyalist emellerinin de etkisi vardı.
3. II. Dünya Savaşında Türkiye İtalya’nın, Fransa’yı 1949 Mayısında yenmesi üzerine savaş Akdeniz’e de yayılmış oldu. Türk-İngiliz-Fransız İttifakına göre, Türkiye’nin Fransa yanında savaşa girmesi gerekiyordu. Türkiye, Sovyet tehdidi karşısında savaşa girmedi. Yine 1949 Ekiminde İtalya’nın Yunanistan’a saldırması üzerine de Balkan antantı gereği Türkiye’nin savaşa girmesi gerekiyordu. Bu sefer Türkiye’yi savaştan Alman tehdidi alıkoydu. Türkiye sadece İtalya’nın Selânik’i alması ve Bulgaristan’ın Yunanistan’a saldırısı karşısında savaşa katılabileceğini bildirdi. 1941 yılının ilk aylarında Almanya’nın Romanya ve Bulgaristan’daki faaliyetleri İngiltere ve Türkiye için olduğu kadar Sovyetler için de endişe kaynağı oldu. Bozulmaya başlayan Alman-Sovyet münâsebetleri karşısında Sovyetler, Türkiye’ye yanaşmaya başladı. İngiltere de, Almanların Bulgaristan’a yerleşmesinin ardından bütün Ortadoğu’yu istilâ ederek, İran ve Irak petrolleri ile Süveyş’e giden yolu ele geçirmesinden korkuyordu. İngiltere, Almanları engellemek için Türkiye’nin savaşa katılmasında ısrar etti. Türkiye birtakım bahanelerle yine savaşa girmedi. II. Dünya Savaşının başlarında birlikte hareket eden Nasyonal Sosyalist Almanya ile Komünist Soyvet Sosyalistlerinin arası 1940 yazından itibaren bozulmaya başlamıştı. Bu bozulmanın sebepleri: -1940 yazında Rusya’nın Romanya’dan Basarabya’yı alması, -l940 Kasım’ında Berlin’de Molotov-Hitler görüşmelerinde ganimetlerin paylaşılmasında uzlaşmaya varılamaması, -Balkanlarda Almanların gösterdiği faaliyetlerdir. Bulgaristan’ın Almanya’nın oluşturduğu üçlü pakta katılmasıyla Balkanların Alman işgâli altına düşmek üzere olduğunu gören Sovyetler, Türkiye’nin Almanya’ya karşı göstereceği direnişin kendileri için önemini fark etmişler ve Türkiye’ye yakınlık göstermişlerdir. Rusya ile Türkiye’nin yolları, Ağustos 1939’daki Alman-Sovyet paktından sonra Almanya yüzünden ayrılmıştı. Rusya, Almanya ile arası açıldıktan sonra tekrar Türkiye’ye yönelmiştir. Bundan sonra Türkiye, savaşa girmesi için Almanya’nın iki baskısıyla karşılaştı: Birinci baskı, Almanya’nın Irak’a yardım için Türkiye’den kamufle olarak asker ve malzeme geçirmek istemesiyle oldu. Türkiye’yi razı etmek için, Batı Trakya ve Ege adalarından toprak teklif ettiyse de Türkiye boyun eğmedi.
1943 Adana -Yenice-Churchill-İnönü Görüşmesi İkinci baskı sebebi; Almanya, Güney Rusya’yı işgâl edip Kafkaslar üzerinden Basra’ya indiği ve Afrika’da Süveyş Kanalını eline geçirdiği takdirde Türkiye her taraftan sarılmış olacak ve Almanya’nın kollarına düşecekti. Almanya Türkiye’nin endişesini yok etmek için, Rusya seferini açmadan dört gün önce Türkiye ile saldırmazlık paktı imzaladı. Bununla da yetinmeyerek kendi yanında savaşa girmesini istedi. Bu baskıda Türkiye’nin Sovyetlerden duyduğu endişeyi istismar etti. Türkiye ise Sovyet zaferinin doğuracağı kötü ihtimaller yanında Almanya’nın da kesin zaferinin kendisi için oluşturacağı tehlikenin farkındaydı. Türkiye’nin direncini kıramayan Almanya 1942 sonunda Türkiye’yi savaşa sokma çabalarından vazgeçti. Fakat bu Mihver baskısının yerini Müttefik baskısı aldı. Rusya, Almanya’ya karşı Stalingrad zaferini kazandıktan sonra Türkiye’ye karşı sert tutum almaya başlaması, savaşın sonunda Türkiye üzerinde gerçek bir Sovyet tehdidini ortaya çıkaracaktır. 1943 Kasım’ında Tahran Konferansında Sovyetler, Türkiye’nin savaşa sokulmasında ısrar etti. Hatta Stalin; “Türkleri gerekirse enselerinden yakalayarak savaşa sokmak gerekir” dedi. Amerika ile İngiltere de Türkiye’nin savaşa girmesini istedi. Churchill 1943’de Kahire’de Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ile görüştü. İnönü prensip olarak savaşa katılmayı kabul etti. Fakat Türkiye’nin savunma gücü için gerekli silah ve teçhizâtın verilmesini ileri sürdü. İngilizlere göre Türkler çok fazla şey istemişti. İstenilen malzeme verilecek olursa bunun uzun süre devam edeceği, bu arada Türkiye’nin de savaş dışı kalmış olacağı düşünüldü. Türkiye’nin İngiltere ve Amerika ile ilişkileri gerginleşti. Bu sefer Türkiye, Sovyetlere yakınlık gösterdi fakat Sovyetler de Türkiye’nin savaşa girme şartını koştu. 1944 yazında Almanya’nın durumu iyice kötüleşti ve Türkiye üzerinde Sovyet tehlikesi ortaya çıkmaya başladı. İngilizler 1944 sonbaharında Yunanistan’a asker çıkardıklarında Türkiye bundan hoşnut oldu. Balkanlardaki Yunanistan’la yeni bir işbirliği sağlamak için, on iki ada üzerinde hiçbir talep ve iddiamızın olmadığı Yunanistan’a bildirildi. l945 yılına girerken bütün Orta Avrupa ve Balkanlar Sovyetlerin askerî işgâline uğradı. Türkiye’nin başlıca endişesi Sovyetler olmuştu. Sovyetler, Yalta Konferansında Boğazlar üzerinde hak iddiasında bulunarak Montreux Sözleşmesinin değişmesini istedi. 1943 Adana -Yenice-Churchill-İnönü Görüşmesi
Konferansın ardından Sovyetler, Mart 1945’de, 1925 tarihli Türk-Sovyet tarafsızlık ve saldırmazlık paktını feshetti. Anlaşmanın yenilenmesi için de Kars ve Ardahan bölgelerinin kendilerine terki ile Boğazlarda üs verilmesi şartını ileri sürdüler. Sovyetler, Türkiye üzerinde izledikleri değişken politikalarla gizli emperyalist emellerini açığa vurdular; -Postdam Konferansında Sovyetler, Türkiye’den toprak ve Boğazlardan üs taleplerini İngiltere ve Amerika’ya açıkça bildirdi. Fakat ne İngiltere ne Amerika bu konuda Sovyetlere destek verdi. -1946 yılında Türkiye üzerindeki Sovyet tehdidinin ağırlığı daha da arttı. Sovyetler, Postdam kararlarına uygun olarak Boğazlar hakkındaki görüşünü 7 Ağustos l946’da Türk hükûmetine verdikleri bir nota ile açıkladı. 5 madde halinde belirtilen esaslarda Sovyetler, Boğazların kontrolünü ellerine almak istiyordu. Amerika ve İngiltere 4. ve 5 maddeleri kabul etmediklerini bildirdi. Lozan ve sonrasında Boğazlar konusunda Batı’ ya karşı Türk tarafını tutan Sovyet Rusya, şimdi ise Boğazlara hâkim olmak istemektedir. Boğazları Rusya’ya kaptırmak istemeyen İngiltere; “Boğazlardaki yegâne kara kuvveti olması hasebiyle Türkiye Boğazların kontrol ve savunmasının sorumlusu olarak kalmakta devam etmelidir.” demektedir. Zamanın Türk hükûmeti, Sovyet isteklerini reddettikten sonra; “Tarih, Türkiye’nin dâhil olup Türk milletinin memleketine karşı vazifesini yapmadığı hiçbir savaş misâli kaydetmemiştir.” diyerek Sovyet Rusya’ya meydan okumuştur. -Sovyetler 24 Eylül 1946’da aynı mahiyette ikinci bir nota verdi ve aynıyla karşılığını aldı. Şimdi meselenin barış konferansında görüşülmesi gerekmekteydi. Lakin II. Dünya Savaşından sonra toplanması gereken barış konferansı şimdiye kadar toplanmamıştı Truman Attle ve Stalin