CUMHURİYET DÖNEMİ TÜRK DIŞ POLİTİKASI 1. MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ ün DIŞ POLİTİKA ESASLARI a. Gerçekçilik b. Millî güce dayanma c. Barışçılık 1923-37 Döneminde Türkiye’nin Yaptığı Dostluk Anlaşmaları Batıya Karşı Sovyetlerle İşbirliği 2- LOZAN’ın BIRAKTIĞI MESELELERİN ÇÖZÜMÜ a-İngiltere ile İlişkiler ve Musul Meselesi b. Fransa ile İlişkiler Suriye Sınırının Tesbiti Fransız Misyoner Okulları Dış Borçlar meselesi Adana-Mersin Demiryolu Hatay Meselesi c.Türk-Yunan Münâsebetleri Nüfus Değişimi Fener Rum Patrikhanesi ve Ruhban Okulu Meselesi 3. MONTREUX BOĞAZLAR SÖZLEŞMESİ
1. MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ ün DIŞ POLİTİKA ESASLARI a) Gerçekçilik; amaçlarla araçlar arasında makul bir denge gözetmeyi, eldeki araçlarla gerçekleştirilmesine imkân olmayan hayali hedefler peşinde koşmamayı gerektirir. b) Millî güce dayanma; Atatürk, “Dış siyaset iç teşkilâtla mütenâsib olmak lâzımdır. Milletimizin güçlü, mesut ve istikrarlı yaşayabilmesi için devletin tamamen millî bir siyâset takip etmesi ve bu siyâsetin iç teşkilâtımıza tamamen mutabık ve müstenid olması lâzımdır.” demekte ve ona göre; Millî dış politikada asıl unsur, millî güce dayanmakla beraber, başka devletlerle dostluk ve ittifak ilişkileri kurmaya engel değildir. c) Barışçılık; Yurtta Sulh, Cihanda Sulh ilkesiyle ifadesini bulmaktadır. Atatürk’ün barışçı dış politikası her şeye rağmen barış veya hayatî millî menfaatlerden fedakârlık pahasına da olsa barış değildir. Atatürk, barışın korunmasında “İster isen sulh ü salâh, hazır ol cenge” prensibiyle de hareket ederek askerî hazırlıklarını da yapmıştır.
1923-37 Döneminde Türkiye’nin Yaptığı Dostluk Anlaşmaları Türkiye 1923 yılında Cumhuriyet olarak yeni bir devlet biçiminde ortaya çıkınca uluslar arası alanda ilişkilerini yeniden kurmak, bu ilişkileri –Kapitülasyonlardan yeni kurtulmuş olduğundan- devletler hukukuna, özellikle eşitlik ve karşılıklı olma ilkelerine uygun biçimde düzenlemek ve benimsediği barışçı politikasını güçlendirmek amacıyla ilk on beş yıl içinde bir dizi dostluk anlaşması imzalamıştır. Bu anlaşmalar Milli Mücadele döneminde yaptığı barış ve dayanışma anlaşmalarını tamamlamıştır. Böylece Türkiye o sırada dünyadaki bağımsız ülkelerin büyük çoğunluğunu ve ABD dışında en önemlilerini oluşturan 40 dolayındaki devlet ile de resmi ilişkiler kurmuş oluyordu. 1923 yılından 1937 yılına kadar içerikleri hemen hemen aynı 26 dostluk anlaşması yapılmıştır. Bu dostluk anlaşmaları dışında bu dönemde tarafsızlık, güvenlik v.b. adlarla başka ikili anlaşmalar da yapılmıştır. Bu anlaşmalarda ilgili iki devlet ve milletler arasında barış ve dostluğun egemen olacağı, iki tarafın devletler hukuku kurallara uygun biçimde diplomatik ilişkiler kurulacağı belirtilmiştir. Yine ayrıca iki devlet arasında oturma ve Ticaret Sözleşmeleri yapılacağı yazılıdır. Günümüzde ise böyle bir amaç için bir anlaşma yapılmamakta devletler ortak bir bildiri yayınlamakla yetinmektedir.(Soysal;1983-245)
Türkiye bu anlaşmalardan sonra ilgili devletlerin bir çoğu ile yeni yeni işbirliği anlaşmaları imzalamıştır. Eski anlaşmaların bir çoğuna taraflarca son verilmediği için bugün de yürürlüktedir. Bu anlaşmalar zaman zaman değişen ve gelişen şartlara göre geliştirilmiş veya uzatılmıştır. Bunların en önemlisi Sovyetler Birliği ile yapılan 1925 Dostluk, Tarafsızlık Anlaşması ile uzatma protokolleridir
Batıya Karşı Sovyetlerle İşbirliği Bu anlaşma 1921 Moskova anlaşması ile temeli atılan Türk-Sovyet Dostluk ve İşbirliğinin 20 yıl daha az çok uyum içinde sürmesini sağlamış bir belgedir. Böyle bir anlaşmanın yapılması o sırada her iki devletin de işine gelmiştir. Türkiye 1923 Lozan Anlaşması ile batılı devletlerle meselelerin çoğunu çözümlemişse de çözüme kavuşmayan bir çok konu vardı. Bunların en önemlisi İngiltere ile Musul meselesi idi. Musul meselesi Milletler Cemiyetinde İngiltere’nin istediği yönde ele alınıp Türkiye’nin aleyhine sonuçlanmıştı. Öte yandan 1922 yılında iktidara gelen Mussolini’nin Anadolu üzerindeki emellerinden de kuşkulanıyordu. Sovyet Rusya için durum şöyle idi: Kapitalist batılı devletler Komünist Sovyet Rusya’yı bir çember içine almaya çalışıyor, onunla siyasal ilişki kurmak istemiyorlardı. Üstelik 1 Aralık 1925’te Lokarno Güvenlik Sistemi ile Batılı devletler Almanya ile bir araya gelince Sovyet hükümeti büsbütün telaşa kapılmıştı. Yalnzlık içinde bulunmalarına karşın bu durumda her iki devlet de İngiltere’nin etkisi altındaki Milletler Cemiyetine henüz katılmak istemiyordu. Biribirinin benzeri şartlar altında bulunan bu iki komşu devlet aralarında bir siyasal anlaşma sağlamak üzere Milletler Cemiyetinin Musul meselesi üzerindeki kararının ertesi günü Paris’te bir anlaşma imzalamıştır. Bu anlaşma Türk tarihine “Türk-Sovyet Saldırmazlık Paktı” olarak geçmiştir.
Batıya Karşı Sovyetlerle İşbirliği Bu anlamaya ekli üç protokol de bulunmaktadır. Birincisi tarafsızlık ve saldırmazlık yükümlülüklerinin dışında tarafların öteki devletlerle her türlü ilişkilerinde serbestliğe sahip olacağını belirtmektedir. Bu hüküm özellikle Türkiye’nin büyük komşusu karşısında hareket serbestliğini sürdürebilmek isteğini yansıtmaktadır. Çünkü bundan önceki Dostluk anlaşmasından sonra Türkiye’nin batılı devletlerle Londra konferansında buluşması Sovyet Rusya’yı rahatsız etmiş ve Türkiye’yi uyarmış hatta Sovyetler Birliği bundan sonra Türkiye’ye karşı Yunanistan’a yakınlık göstermeye başlamıştı. İkinci protokol tarafların birbirine karşı siyasal anlaşmalar gibi parasal ve ekonomik anlaşmalara da katılmayacağını içermektedir. Bu yükümlülüğün daha çok o sırada Batılı devletlerin Sovyet Rusya’ya karşı giriştikleri ekonomik önlemlere ileride Türkiye’nin de katılmaya zorlanmasına karşı konulduğu anlaşılıyor. Türkiye de 1926 yılında Musul Meselesi çözümleninceye dek İngiltere’nin parasal baskısı altındadır.
Batıya Karşı Sovyetlerle İşbirliği Yine bu anlaşma ve ekli protokollerden başka Sovyet Dışişleri Komiseri Çiçerin, Türkiye Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü (Aras)’ye bir gizli mektup da sunmuştur. Ancak devletler arasında gizli mektupların pek de geçerli olmadığını Türkiye daha önceden Mondros’tan bilmektedir. Nitekim Sovyetler Birliğine karşı bu mektup 1936 yılında gerçekleşmeyen Türk-Sovyet İttifak görüşmelerinde Türkiye tarafından Sovyetlerin Türkiye’ye verdiği bir güvence saymış bu mektubu yeterli görmediğinden daha sağlam bir garanti istemiştir. İtalya’ya karşı genel bir ittifaka yanaşmayan Sovyet hükümeti Çiçerin’in mektubunun güvence niteliğinde pek değeri olamayacağını bildirmiştir. 29 Haziran 1926’da imzalanıp yürürlüğe giren anlaşma süresi üç yıl olarak belirlenmiş 1929 yılında bir uzatma protokolü ile yürürlüğü iki yıl uzatılmıştır. Ancak bu uzatma protokolüne ek olarak gizli tutulan bir protokolle karşılıklı da olsa Türkiye’nin Sovyetler Birliği’ne haber vermeden ve onun onayı alınmadan komşu devletlerle siyasal anlaşma yapmamasını öngören bir hüküm getirmiştir. Bu 1925 yılında özellikle Türkiye’ye hareket serbestliği sağlayan ek birinci protokolü kısıtlamıştır. Bu aynı zamanda Türkiye’nin Uluslar arası ilişkilerini Sovyetler Birliği’nin istemediği biçimde yürütemeyeceği ve Sovyetlere geniş ölçüde bağlı kalacağı anlamına gelmektedir.
Batıya Karşı Sovyetlerle İşbirliği Nitekim Türkiye sonuna kadar Sovyetlerle imzaladığı anlaşmalara uygun hareket ederken Sovyetler bu anlaşmaya uyma gereği hissetmeyeceklerdir. Sovyetler Birliği 1935’de Fransa ile yardımlaşma anlaşması yaparken, Bulgaristan ile 1940’da ittifak görüşmelerine girişirken Türkiye’ye danışmamış buna karşılık Türkiye; -1928 yılında Sovyetler Birliği’nin desteği ile katıldığı Cenevre Silahsızlanma Konferansında Sovyetlerin görüşünü savunmuştur. -1932’de Milletler Cemiyetine Sovyetlere danıştıktan sonra girmiş hatta Sovyetler yararına çekince koymuştur. -1933’de Sovyetlerle birlikte Litvanof Protokolünü imzalamıştır. -1934’de Balkan Paktına Sovyetlerle danışarak gerçekleştirmiş ayrıca Sovyetlere yazılı bir demeçle güvence vermiştir. -1936 Montreux Boğazlar Sözleşmesi öncesinde ve sözleşme sırasında Sovyet hükümetine danışmıştır. Bu arada iki devlet Mart 1927 günü “Ticaret ve Seyrüsefain (gemilerin dolaşımı) Sözleşmesi”yle işbirliklerini geliştirmişlerdir.
Batıya Karşı Sovyetlerle İşbirliği Ancak 1936 yılından itibaren Türkiye ile Sovyetler Birliği arasındaki ilişkiler zayıflamaya başlayacaktır. Sovyetler Birliği ile uyum sağlama çabası İkinci Dünya Savaşı sonuna kadar sürecektir. Bu tutum özellikle 1937 yılında Nyon konferansında Türk-Sovyet işbirliğinin sürdürülmesinde ve 1939 Türk-İngiliz-Fransız üçlü ittifakına ekli “Sovyet Rusya çekincesi” ile savaş boyunca değerini korumuştur. (Soysal; 1983-264-65)Fakat savaşın sonlarına doğru Almanların yenilip Sovyetlerin karşı saldırıya geçmesi sırasında ise Türkiye büyük Sovyet tehdidine uğrayacaktır. İkinci Dünya Savaşı sonunda Türkiye’den toprak ve Boğazlardan üs istemeye hazırlanan Sovyetler Mart 1945’de Türkiye’ye verdiği notada “….İkinci Dünya Savaşı sırasında ortaya çıkan köklü değişmeler nedeniyle, bu anlaşma artık günün şartlarına uymamakta ve anlamlı değişikliklere ihtiyaç göstermektedir” diyerek 1925 anlaşmasını ve eklerini ortadan kaldırma kararını Türkiye’ye bildirmiştir. Türkiye’nin Sovyetlerle yeni bir anlaşma yapma isteği Sovyet hükümetinin 1945 yazında Türkiye’den toprak ve 1946’da Boğazlardan üs talebi üzerine gerçekleşmeyecektir. Böylece Türkiye’nin Sovyetlerle anlaşma ümitleri tamamen kırılacak iki ülke arasında gergin bir dönem başlayacaktır. Gerçi Stalin’in ölümünden sonra Sovyetler Türk hükümetine Mayıs 1953’de Türkiye’den hiçbir toprak isteği olmadıklarını belirtecekler ise de Türkiye NATO’ya girmiş bulunduğundan Sovyetler Birliği ile yeni bir Saldırmazlık Paktı yapılması NATO içindeki yükümlülükleri ile bağdaşmayacağı için böyle bir şeye yanaşmamıştır. Böylece Türkiye NATO’ya girmekle denge politikası gütme şansını kaybedecektir. Türk-Sovyet ilişkileri -Montrö’ye rağmen- iyi bir havada devam ederken Sovyetler Birliği’nin 23 Ağustos 1939’da Almanya ile saldırmazlık anlaşması Sovyetlerin Türkiye’ye karşı dostça tutumunu değiştirecektir. Bu saldırmazlık anlaşmasının bozulup da Almanların Balkanlara doğru sarkması sırasında Sovyet hükümeti Türkiye’ye yakınlık gösterecek. Mart 1941’de 1925 anlaşmasını doğrulayan ve güçlendiren bir Ortak Demeç yayınlanacaktır.
LOZAN’ın BIRAKTIĞI MESELELERİN ÇÖZÜMÜ - Lozan’da Türk devleti ve Türk millî varlığı milletlerarası platformda tanınmıştı. Fakat Türk vatanını paylaşmak isteyenlerle ilişkiler hemen düzelmedi. Bunun sebepleri iki taraf arasındaki güvensizlik duygusu ve Lozan’da çözümlenemeyen meselelerin çözümü sürecinde ortaya çıkan buhranlardır. a-İngiltere ile İlişkiler ve Musul Meselesi Musul petrolleri, Doğu ticaret yollarının güvenliği dolayısıyla Batı devletleri ve Amerika arasında rekâbet konusu olmuştur. I.Dünya Savaşındaki gizli anlaşmalarda Fransa’ya bırakılmış. Fakat San-Remo Konferansı’nda İngiltere’nin Suriye ve Lübnan’da Fransa’yı desteklemesine karşılık İngiltere’ye bırakılmıştı. Türkiye, Lozan’da, Musul bölgesinin Mondros Ateşkes Anlaşması imzalandığı sırada Türklerde olduğu ve Türk çoğunluğu bulunduğu için kendisine verilmesinde ısrar etmişti. Bunun üzerine meselenin çözümü Türk-İngiliz ikili görüşmelerine bırakılmıştı. 1924 İstanbul Konferansı’nda mesele çözümlenemedi. İngiltere, meseleyi Milletler Cemiyetine götürdü. Türkiye Musul meselesinin İngiltere tarafından Milletler Cemiyetine götürülmesinden sonra savaşı dahi göz önüne almıştı. İngiltere ise Türkiye’nin bu konuda blöf yaptığını zannetmekteydi. İngiltere Türkiye’nin savaş tehdidi karşısında Hindistan’daki Müslümanların önü alınamayacak bir karışıklığa yol açacağını tahmin etmekteydi. Nitekim Mustafa Kemal; “Musul meselesi bütün Şark milletlerinin de gözlerini açarak Şark için yeni devre idrak edildiğini göstermiştir. Milletler Cemiyetini ve onun Musul meselesine bakış açısını tartışırken bir arkadaşımız memnuniyet verici bir teklif getirmiştir: Bu da Şark’ı Avrupa tahakkümünden korumak üzere Doğu milletlerinin Batı’nın kendi menfaatlerine alet ettiği Milletler Cemiyeti yerine, bir araya gelmesidir.”(Öke,1987-185)
Nasturiler Kullanılamıyor.. Musul meselesinde Türkiye’nin doğusundaki topluluklar devlete karşı kullanılmıştır. Şeyh Sait isyanında İngilizlerin doğrudan olmasa bile dolaylı destekleri çok açıktır. Hatta bölgedeki Nasturiler bile Türk devletine karşı kullanılmak istenmiştir. Ancak bütün tahriklere rağmen Nasturiler devlete karşı bir hareketten kaçınmışlardır. Hakkari Olayında İngiliz Parmağı… Ancak Nesturi isyanında İngilizlerin parmağı olduğu açıktır. 1924’de Hakkari valisinin kaçırılması ve beraberlerindeki jandarma komutanı ile erlerinin şehit edilmesi olayında valinin beyanatları bize kaçırma işlemi sırasında üniformalı İngiliz askerlerinin varlığını kanıtlamaktadır. Zaten İngiliz belgeleri de bu olaydaki Irak-İngiliz parmağına işaret etmektedir. Ancak daha sonra Nesturilerin Musul bölgesindeki isyanları Irak’ı ve İngiltere’yi zor duruma sokacaktır. Türkler ise bu isyan hareketinden Haliç buluşmasında faydalanma kozunu kaçıracaklardır.(Öke, 1987,139-140) (Not: 1840’larda Papa, Fransız Lazaristleri Nesturilere elçi olarak yollar. Lazaristler cemaata “Sizi aforoz ederiz, tırnaklarınızı sökeriz; sizi köy köy avlayıp, öldürürüz” diyerek onları yeniden Papa’ya bağlamaya uğraşırlar.)
İngilizler Ermenilerle İşbirliği Yapıyor… Bilhassa Ruslarla İngilizler Nesturilerin himayelerindeki bir başka unsur olan Ermenilerle saf birliği yapmalarını istiyorlardı. Bütün bu gayretlere rağmen Ermenilerle Nesturiler arasında beklenilen yakınlık doğmaz. Nesturiler devlete bağlıdır ve Ermeni ihtilalcilere katılmadıkları için bu kitlenin düşmanlığına maruz kalırlar; kiliseleri yakılır, taraftarları öldürülür. Ancak diplomatlarca desteklenen misyonerlerin faaliyetleri Kürtleri tedirgin etmeye yetecektir. Bu yörenin ellerinden alınacağını sanan Müslüman aşiretler, Nesturileri kendilerine düşman addetmeye başlayacaklardır. İngilizler Musul meselesinde Musul ile Türkiye ve komşuları arasına himayelerindeki Nesturilerden bir tampon bölge vücuda getirmek istedikleri bellidir Sonuçta İngiltere, Türk-Irak sınırında karışıklıklar çıkararak Türkiye’nin siyasî istikrara kavuşmamış bir ülke olduğunu Milletler Cemiyeti’ne göstermeye çalıştı. Türkiye, Milletler Cemiyeti’nin Hakkari’yi Türkiye’ye, Musul’u Irak’a bırakan tavsiye niteliğindeki kararını kabul etmek zorunda kaldı. İngiltere ile ilişkiler 1929’a kadar soğukluğunu korudu. Bu sürede Türkiye, Sovyet Rusya’ya yakınlaştı.
b. Fransa ile İlişkiler Fransa ile meseleleri; -Türkiye Suriye sınırının tespiti, -Türkiye’deki Fransız misyoner okulları, -Dış borçlar meselesi, -Adana-Mersin demiryolu meselesi, -Hatay meselesi olarak ele alabiliriz. -Suriye Sınırının Tesbiti: 1921 Ankara İtilâfnâmesine göre Türkiye-Suriye sınırını kesin olarak tesbit edecek komisyon ancak l925 Eylül’ünde kurulabildi. Mesele 1926 yılında çözüldü, fakat Musul meselesinde Fransa’nın İngiltere’yi desteklemesi üzerine imzayı Musul meselesinin çözülmesinden sonra attı. -Fransız Misyoner Okulları: Türk hükûmeti yabancı okullardaki Tarih ve Coğrafya gibi derslerin Türk öğretmenler tarafından Türkçe olarak okutulmasını kararlaştırdı. Fransa ve Papalığın karşı çıkması netice vermedi fakat bu durum ilişkileri zayıflattı.
-Dış Borçlar meselesi: Osmanlı devleti en fazla Fransa’dan borç almıştı. Lozan’da, borçları ödeme şekli, borç tahvilleri sahipleri ile Türkiye arasındaki görüşmelere bırakılmıştı. Haziran 1928’de borcun mıktarı ve ödeme şekli belirlenmiş, 1929 Dünya ekonomik buhranı ardından 1933’de Türkiye’nin lehine yeni borç sözleşmesi imzalanmıştır. -Adana-Mersin Demiryolu: Türkiye Cumhuriyeti’nin kapitülasyonların kalıntılarını temizlemek amacıyla bir Fransız şirketi tarafından işletilen Adana-Mersin demiryolunu satın almak istemesi Fransa’nın tepkisine yol açtı. Fransa Misâk-ı Millî’yi ilk tanıyan itilâf devleti olmasına rağmen hâla mesele çıkartmaktaydı. Fakat Fransızlar işi fazla uzatmadan demiryolunu 1929’da Türkiye’ye devretti. Fransa ile ilişkiler meseleler çözümlendikten ve Almanya’da Naziler iktidara geçtikten sonra gelişti. Fakat Hatay meselesi ilişkileri yeniden gerdi.
Hatay Meselesi: -Hatay, Ankara anlaşmasında Fransa’nın mandasındaki Suriye’ye bırakılmıştı. Fransa 1936’da Suriye’nin bağımsızlığını tanıyınca Hatay’daki yetkilerini de Suriye’ye terk etti. Fakat Türkiye bu duruma itiraz etti. Türkiye daha önce özel bir idare ile yönetilen Hatay’a da bağımsızlık verilmesini istedi. Atatürk; Milletimizi gece gündüz meşgul eden başlıca mesele hakiki sahibi öz Türk olan İskenderun, Antakya ve havâlisinin mukadderatıdır” diyerek konunun ciddiyetine değinmiştir. Mesele Milletler Cemiyetine havâle edildi ve cemiyet bölgeye ayrı bir statü vererek Sancak adı “Hatay” a dönüştürüldü. Fakat Fransız temsilcisi Hatay’daki anlaşma ve anayasanın uygulanmasına engel oldu. Halk Fransızlara karşı gösteride bulundu. Polisle halk arasında çatışma çıktı. Fransızlar da azınlıkları Türkler aleyhine kışkırtınca Türk kamuoyu galeyana geldi.
Hatay Meselesi Milletler Cemiyeti, Türkiye’nin itirazı üzerine Hatay’da seçim yapılmasına karar verdi. Seçimi de engellemek isteyen Fransa, Avrupa’daki olayların aleyhine gelişmesi üzerine yumuşadı. Çünkü Fransa’nın, Berlin-Roma mihverinin ağırlığını arttırdığı bir sırada Doğu Akdeniz’de stratejik bir önemi olan ve Boğazların kuvvetli bekçisi bulunan Türkiye’ye ihtiyacı artmıştı. 1938 seçimlerinden sonra Hatay Cumhuriyeti kuruldu. 1939 Martından itibaren Avrupa’daki olayların savaşa doğru gitmesi karşısında Fransa, Hatay’ın Türkiye’ye katılmasını kabul etti. Böylece 1939 Temmuz’unda Hatay Türkiye’ye katılarak Atatürk’ün çabaları ile olgunlaşan mesele, ölümünden sonra çözüme kavuştu ve Misak-ı Millî’nin gerçekleşmesi yolunda atılan son adım oldu.
c.Türk-Yunan Münâsebetleri ve Nüfus Değişimi Mustafa Kemal bu coğrafyada komşularımız olan Doğuda Ermenilerle Batıda Yunanlılarla ilişkilerimizin her zaman iyi olması taraftarı idi. 1930 Mübadele anlaşmasından sonra Türk-Yunan dostluk yolunun kapısı açılmıştı. Lozan Konferansı’nda Türkiye’de kalan Rumlarla, Yunanistan’da kalan Türklerin değişimi kararlaştırılmıştı. Yunanlıların amacı İstanbul’da mümkün olduğu kadar Rum bırakmaktı. Türkiye ile Yunanistan arasındaki siyasal ilişkiler Nüfus mübadelesinin ortaya koyduğu meseleler yüzünden uzun süre düzelmemişti. Bir de buna İstanbul’daki Ortodoks patriğinin seçiminden doğan uyuşmazlık da eklenmişti. Hatta Mübadeleye ilişkin pürüzlerin çözümlenmesi için yapılan 1926 Anlaşması yeterli olmamıştı. 1929 yılında da bu ilişkiler iyice gerginleşince iki taraf deniz kuvvetlerini güçlendirmeye başlamıştı.
c.Türk-Yunan Münâsebetleri ve Nüfus Değişimi Ancak 1930 yılında bir yumuşama başlayacaktır. Bunda bir yandan Atatürk ve Yunanistan başbakanı Elefteros Venizelos’un iki komşu devletin dostça yaşamalarının daha yararlı olacağını sezmelerinin ve o sırada Doğu Akdeniz’de bir dostluk ve güvenlik düzeni kurmak girişiminde bulunan İtalya’nın Ankara ile Atina’yı uzlaştırıcı çabalarının rolü olmuştur. Bu hava içinde 10 Haziran 1930’da nüfus mübadelesinden doğan bütün meseleleri kesinlikle çözümlemek için bir sözleşme yapılmıştır ki,bununla Türk-Yunan dostluk yolunun kapısı açılmıştır. Bu anlaşma ile yerleşme tarihleri ve doğum yerleri ne olursa olsun İstanbul Rumları ile Batı Trakya Türklerinin hepsi “etabli-yerleşmiş” sayılarak yerlerinde bırakıldı. Arkasından iki ülkenin azınlıklarına ait mallar konusunda da düzenleme yapıldı. Bu sözleşme yapılır yapılmaz Başbakan İsmet Paşa’nın çağrısı üzerine Yunanistan Başbakanı Venizelos ekim 1930’da Türkiye’yi ziyaret etti. Batı Trakya Cumhuriyeti döneminde Kırcaalililer
c.Türk-Yunan Münâsebetleri ve Nüfus Değişimi Dostluk gösterileri ile geçen bu ziyaret sonunda Ankara’da bir “Dostluk, Tarafsızlık, Uzlaştırma ve Hakemlik Anlaşması” yapılmıştır. Anlaşmaya bir de deniz kuvvetlerinin sınırlandırılmasına ilişkin Protokol eklenmiştir. Ayrıca bir de İskan,Ticaret ve Denizcilik Sözleşmesi imzalanmıştır. Atatürk Yunanistan Başbakanı Venizelos ile
Nisan 1938’de imzalanan anlaşma ile hem bu anlaşma hem de 1933’de yapılan pakt süreleri uzatılmıştır. Böylece 1930 anlaşması 1938’de uzatma ile devamlılık kazanmıştır. Çünkü 10 yıl için uzatılan anlaşmanın ortadan kaldırılmadıkça onar yıl için kendiliğinden uzaması öngörülmüştür. Bu durumda anlaşma hukuki bakımdan bugün de yürürlükte görünmektedir. Şu var ki Türk-Yunan ilişkileri 1933 İçtenlikle Anlaşma Paktı ve 1934 Balkan Paktı ile bir dayanışma ve ittifak aşamasına ulaşacağından, İkinci Dünya Savaşından sonra ise NATO içinde daha ileri bir içerik kazanacağından 1930 anlaşması “tarafsızlık” yükümleri bakımından anlamını yitirmiştir. Öte yandan her iki devlet ayrıca uyuşmazlıkların barışçı yollardan çözümüne ilişkin 1928 genel bağıtına katılmıştır.(Soysal;1983-391-92) Bu anlaşma, iki ülkeyi birbirine yakınlaştırdı. Başbakanlık seviyesinde karşılıklı ziyaretler yapıldı. 1954 yılındaki Kıbrıs meselesine kadar Türk-Yunan münâsebetleri iyi havada devam etti.
Fener Rum Patrikhanesi ve Ruhban Okulu Meselesi Türk-Yunan ilişkilerini gerginleştiren ikinci husus Fener Rum Patrikhanesi seçimleri ve faaliyetleri ile Heybeliada Ruhban Okulu idi.
3. MONTREUX BOĞAZLAR SÖZLEŞMESİ Lozan’a göre; Boğazlar bölgesi ve Marmara adaları askersiz hale getirilmişti. Türkiye’nin geçiş üzerinde denetimi yoktu. Kollektif güvenlik alanında Milletler Cemiyeti etkili olacak ve silahsızlanma gerçekleşecekti. Japonya’nın, Mançurya’ya saldırısı karşısında Cemiyetin bir şey yapamaması Türkiye’yi harekete geçirdi. Almanya’nın 1934’den itibaren silahlanmaya başlaması, İtalya’nın, Habeşistan’a saldırması ve son olarak Almanya’nın Ren’e asker yerleştirmesi üzerine Türkiye, Boğazlar Sözleşmesini imzalamış ülkelere nota verdi.
Boğazlar ve İngiltere Anlaşmaların hiçe sayıldığı bir sırada Türkiye’nin barışçı isteklerine ilk olumlu cevap İngiltere’den geldi. Sovyetlere karşı Akdeniz’de kuvvetli bir Türkiye İngiltere için gerekli idi. Türkiye “siyasal şartların değişmiş olması hükümlerin de değişmesini gerektirir” biçimindeki hukuk ilkesine göre bir muhtıra vererek yeni Boğazlar rejimini ortaya koymak üzere bir konferans toplanmasını ister. Türk hükümet bu muhtırada şu konuları ileri sürmüştür: -1923’deki şartların tamamen değiştiğinden -bu zamanda kara, deniz ve hava kuvvetlerinin daha korkulur bir duruma geldiğinden, -imzacı dört büyük devletin birlikte savunma garantisinin işleyemez duruma gelmesinden, -o zamandan beri Karadeniz’in güven vericiliğinin artmasına karşılık, Akdeniz’de karamsarlık havasının gittikçe artmasından, -dünyanın deniz konferanslarında gittikçe silahlanmaya doğru gittiğinin görüldüğünden, -tehlikeli büyük savaş gemilerinin inşasından -kıtaların ve adaların tahkimatlarının güçlendirildiğinden söz etmiştir.
Ve sözleşme imzlanıyor… Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki Türkiye; son10 yıldır ortaya çıkan durum ve şartlarda bütün devletlerce övülen bir uzlaşma, yükümlülüklerine saygı, barış idealine içtenlikle bağlılık gösterdiğinden Türkiye’nin başkalarına her zaman sağladığı güvenliği kendisi için de istemek hakkına sahiptir. İtalya haricindeki devletler Türkiye’nin isteğini kabul etti. 22 Haziran 1936’da Montreux Boğazlar Sözleşmesi imzalanarak Boğazlar üzerinde Türkiye’nin egemenliği kabul edildi. Sözleşme Lozan’dakine oranla Türkiye’nin güvenliğine ve egemenlik haklarına çok daha uygun olduğu gibi savaş gemilerinin geçiş rejimi bakımından Karadeniz’de kıyısı olan devletlerin önceliğe sahip hakları ile öbür devletlere tanınan sınırlı haklar arasında daha iyi bir denge de kurmuştur. Böyle olduğu içindir ki değişikliğe uğramadan günümüze kadar yürürlükte kalabilmiştir. Türkiye’nin lehine yapılan bu anlaşma nasıl oldu da diğer devletler tarafından kabul edilebildi?
Montrö ve Balkan Devletleri Türkiye dışında Boğazlar konusunu takip eden en büyük devlet Sovyetler Birliği’dir. O sırada Sovyetler Birliği ile dostluk ve dayanışma içindeydik. Balkan devletleri ile Balkan paktı yapılmış olduğundan Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya Türkiye’ye destek olacaktı. Bulgaristan Türkiye’nin Boğazları sıkı biçimde denetimini istememekle birlikte Türk girişiminin kendisinin de Neuilly anlaşmasının silahtan arındırma ile ilgili hükümlerinin değiştirmesine yol açabileceğini umduğundan sesini çıkarmayacaktı. Fransa her ne kadar barış anlaşmalarına dokunulmasına karşı idiyse de Sovyetler Birliği ile ittifak kurduğundan Sovyetlerin istediği bir değişime karşı koymak istemezdi. İtalya’nın Akdeniz’deki emellerini bilen İngiltere’n Türk girişimine karşı çıkması düşünülemezdi. Japonya Asya’da genişleme politikası güttüğünden Avrupa konularına ilgisiz bulunuyordu. Geriye Lozan’daki statünün değişmesini istemeyen İtalya kalıyordu ki o da Habeşistan’a saldırısı nedeniyle kendisine Miletler Cemiyeti kararları çerçevesinde uygulanan yaptırım önlemlerine Türkiye’nin de katılmasını düşmanca bir eylem olarak görüyordu. Zaten İngiltere ve Fransa Akdeniz’de İtalyan yayılmasına karşı Türkiye’nin desteğine ihtiyaç duyuyorlardı.
Montrö ve Sovyetler Sözleşme Türk-İngiliz yakınlaşmasını sağlarken, Türk-Sovyet ilişkilerinde de soğuk bir dönemin başlangıcı oldu. İtalya da iki yıl sonra sözleşmeye imza koyacaktır.(Soysal:1983-496) II. Dünya Savaşı öncesi Türkiye, askerî yönden zayıf Sovyetler yerine, özellikle denizlerde üstün İngiltere’ye kaymıştır. Buna rağmen Türkiye, Almanya ile de sıkı ticârî ilişkide bulunmuş, Sovyetlere de tamamen sırt çevirmemiştir. Sovyetler II.Dünya savaşının bitiminden sonra Türkiye’ye verdiği notalarla Boğazların güvenliğinin Türkiye ile birlikte sağlanmasını istemiştir. Bu istek Rusların Boğazlarda üs kurması demektir. Türkiye bu istekleri İngiltere ve güçler dengesi bakımından Boğazların önemini anlayan ABD’nin desteği ile reddetmiştir.
Günümüzde Boğazlar… Sözleşmenin üzerinden uzun bir süre geçtiğinden baz ı hükümleri varoluş sebebini kaybetmiştir. Bunlar arasında o zaman için var olan Milletler Cemiyeti ile ilgili maddeler, Savaş gemilerinin tanımı, Japonya’nın üyelik durumu gibi. Boğazlardan geçişlerde kılavuz almanın isteğe bağlı kalması, 2. Dünya savaşından beri büyük kazalara, yangınlara sebep olmaktadır. Bunun yanı sıra Boğazlarda kirlenme artmış, balıkçılık imkanları azalmış, kılavuz ve römorklar için tespit edilen harçlar da günümüz şartlarına uymamaktadır.