İktisadi Kuramlarda Bilim, Teknoloji ve Yenilik Dr. Işıl F. O. ŞAHİN
II. Dünya Savaşı’ndan sonra iktisatçılar iktisadi büyümenin nedenleri ile daha fazla ilgilenmeye başlamışlardır. İktisadi büyümenin teknolojik ilerleme ve inovasyonlar vasıtasıyla ciddi bir ivme alacağı ancak bu araçları elde etmenin yolunun ise Ar-Ge çalışmalarından geçtiği görülmüştür. Ar-Ge ve teknolojinin iktisadi büyüme üzerindeki etkisini Klasik iktisatçılar ve 1980’li yılların başına kadar hakimiyetini sürdüren Neoklasik iktisatçılar inkâr etmemiş olsalar da bu kavramların iktisadi büyüme ile olan ilişkisinin dışsal olduğunu varsaymaktaydılar. İktisat kuramında Ar-Ge faaliyetleri sonucunda ortaya çıkan teknolojik ilerlemelerin içsel bir değişken olarak kabul edilmesi Schumpeter ve Evrimci (Neo-Schumpeteryan) kuram sayesinde kabul görmüştür. Daha sonraki yıllarda, Yeni Klasik İktisatçılardan Romer ve Lucas’ın rehberliğinde teknolojik gelişme içsel olarak açıklanabilmiş ve “İçsel Büyüme Teorileri” geliştirilmiştir. İçsel büyüme teorileri içinde yer alan Ar-Ge tabanlı büyüme modellerinde teknolojik gelişmenin ana kaynağının firmaların kendi bünyelerinde yaptıkları Ar-Ge faaliyetleri olduğu kabul edilmiştir. Günümüzde birçok iktisatçı, ülkelerin ekonomik gelişmişlik düzeyi farklılıklarının temel nedenlerinden birisi olarak ülkelerin Ar-Ge faaliyetlerindeki farklılıkları işaret etmektedirler. Son dönemlerde yapılan çalışmalar neticesinde teknolojik gelişme ve inovasyonu ortaya çıkaran Ar-Ge faaliyetlerinin, firma ve ülkelerin öncelikle rekabet güçlerini korumasının ardından rekabet avantajı sağlayabilmek için maliyetleri düşürmenin yanı sıra üretimde kalite artışıyla birlikte ekonomik ve toplumsal faydaya neden olduğu vurgulanmaktadır. Dünya genelinde Ar-Ge faaliyetlerine duyulan bu ilgi ülkelerin ve firmaların büyümesinde ve dış dünya ile daha iyi rekabet edebilir duruma gelmesinde önemli bir rol oynamaktadır. Kaynak yetersizliği ya da Ar-Ge’nin önemini henüz kavrayamayan birçok az gelişmiş ve gelişmekte olan ülke bu yarışın çok gerisinde kalmış ve bu durum ise yeterli Ar-Ge faaliyeti yapmayan ülkeleri birçok açıdan dışa bağımlı hale getirmiştir.
İÇSEL BÜYÜME MODELLERİ ÖNCESİ AR-GE VE TEKNOLOJİ Klasik iktisatçılar, ardından 1980’li yılların başına kadar hâkimiyetini sürdüren Neoklasik iktisatçılar ve Evrimci yaklaşım İçsel Büyüme Modelleri ortaya çıkıncaya kadar teknolojik gelişmenin iktisadi büyüme ile olan ilişkisini tam anlamıyla açıklamakta güçlük yaşamışlardır. Aşağıda Ar-Ge ve teknolojik gelişmeyi iktisadi büyümede dışsal kabul eden ve yeterince ifade edemeyen iktisadi yaklaşımlardan ve temsilcilerinden söz edilmektedir.
Adam Smith-I Adam Smith, “Ulusların Zenginliği” (The Wealth of Nations) adlı kitabını, İngiltere’de Sanayi Devrimi’nin başlangıç döneminde yazmış ve kitabında İngiltere’de yaşam standartlarının neden diğer Avrupa ülkelerinden daha yüksek olduğunu, imalat sanayisinde işbölümü, yeni makinelerin kullanımı ve makineleri kullananların uzmanlaşma becerileri üzerinde durarak anlatmaya çalışmıştır. Smith, işbölümü ve uzmanlaşma kavramıyla büyümenin gerçek nedeninin emek olduğunu ileri sürerek, zenginliğin ve verimlilik artışının gerçek kaynağı olarak işbölümü neticesinde ortaya çıkan üretim artışları olduğunu ifade etmiştir. Smith, işbölümünün makineleri ve üretim yöntemlerini değiştirdiğini dolayısıyla inovasyonları ortaya çıkarttığını, bu sayede ise üretimde artan verimler yasasının geçerli olduğunu varsaymaktadır.
Adam Smith-II Smith inovasyon ve icatları işletmelerin üretim mekanizmasındaki değişikliklerden dolayı aşırı kar elde etmesini sağlayan bir nevi olağanüstü olay olarak tanımlamıştır. Şöyle ki icatlar neticesinde elde edilen üretimdeki sırlar, ticaretteki sırlardan daha uzun süre saklanabilir. Yaygın olarak kullanılan maddelerin yarı fiyatına bir rengi üretmenin yolunu bulmuş olan bir boyacı, iyi bir yönetimle, bu keşfinin avantajının keyfini yaşamı boyunca sürebilir ve hatta bunu varislerine bir yasal hak olarak aktarabilir. Dolayısıyla uzmanlaşma beraberinde Ar-Ge faaliyetlerini, Ar-Ge faaliyetleri ise işletmelerin aşırı kar elde edip büyüyebilmelerinin önünü açan icat ve keşifleri beraberinde getirmektedir. Ayrıca bu icatların patentler yoluyla koruma altına alınabileceğini de ifade etmektedir. Smith genel olarak işbölümünü ve uzmanlaşmayı Ar-Ge ve inovasyonun önüne koymaktadır. Bunun nedeni sanayi devriminin başlangıcı ile yayımladığı kitabın aynı döneme denk gelmesi olabilir. Dolayısıyla sanayi devriminden sonra ortaya çıkan birçok teknolojik inovasyon, eserinde yer almadığı gibi teknoloji de başlı başına bir konu olarak ele alınmamıştır.
David Ricardo David Ricardo, 1817 yılında sanayi devriminde yayımladığı “Ekonomi Politiğin ve Vergilendirmenin İlkeleri” (On The Principles on Political Economy and Taxation) isimli kitabında makinelerdeki gelişmenin öneminin farkında olduğunu ve işçi sınıfı haricinde tüm sınıflar için olumlu sonuçlar doğurduğunu belirtmiştir. Ricardo’nun eserinde “makinelerdeki gelişme” olarak kullandığı kavramdan teknolojik gelişme kastedilmiştir. Ricardo ’ya göre makine kullanımı ve makinelerin gelişmesi sonucunda emek miktarının azalması gelirin harcandığı malların fiyatlarını düşürecektir. Böyle bir durum ise bireylerin reel gelirlerini ve tasarruflarını arttırarak refah seviyelerini yükseltebilecektir. Ricardo’ya göre işçilerin aleyhine sonuçlar doğuran makineleşme kapitalistlerin lehine sonuçlar doğurmaktadır. Makinelerin kullanılmaya başlanılmasıyla birlikte mal fiyatlarının düşmesi sayesinde kapitalistin hem istekleri karşılanabilecek hem tasarruf miktarı artacak, hem de gelirin sermayeye aktarılması kolaylaşacaktır. Ricardo burada anlaşılacağı üzere dışsal bir faktör olarak değerlendirdiği teknolojinin sermaye birikimi üzerinde nasıl etkileri olacağını ortaya koymuştur. Ricardo teknolojik gelişme ve uluslararası ticaretin ekonomik büyümeyi artıracağını ancak teknolojik gelişmenin işsizliği artırması sebebiyle büyümeyi olumsuz etkileyebileceğini vurgulamıştır.
Karl Marx-I Karl Marx kapitalist ekonomi modelinde sermaye mallarında teknolojik yeniliklere önem atfeder ve burjuvazinin, üretim araçlarında devamlı surette devrim yapmadığında ömrünün uzun olamayacağı şeklinde açıklamada bulunur. Marx, Londra’da yapmış olduğu önemli gözlemler ve araştırmalar neticesinde ortaya koymuş olduğu eseri olan Kapital’in ilk baskısında “teknoloji” kavramının üretkenliği arttırdığını ifade etmiştir. Marx, endüstriyel kapitalizmin büyük teknolojik başarılarını net olarak kabul etmişti. Ona göre kapitalistler muazzam bir şekilde başarılı olmuşlardır. Aynı zamanda Marx, teknolojik buluşların, boyun eğmeyen veya ayaklanan işçilere engel olmak için kasıtlı olarak icat edildiğine inanıyordu.Üretim zamanını kısaltmanın yolu olarak emeğin daha yüksek verimliliği olan sınai ilerlemeyi işaret eden Marx, yeni icat edilen ya da geliştirilen üretim yöntemlerinin önceden daha zor nitelikte olan işleri, sonradan daha az zahmetle ve düşük maliyetlerle gerçekleştirilebileceğini ifade eder. Burada teknolojik değişimin ve inovasyonun ülkelerin ve firmaların maliyetlerini düşürerek büyüme imkanı yakalayacağını savunmaktadır.
Karl Marx-II Marx, inovasyonlar ve teknolojik ilerlemeler sayesinde makinelerdeki gelişmelerin, üreticilere üretimi artırma imkanı sağladığını ifade ederek büyümenin yolunun Ar- Ge faaliyetleri neticesinde elde edilebilecek inovasyon ve icatlardan geçtiğini işaret etmektedir. Marx , mekanik ve kimyasal buluşların tasarrufları arttırarak ekonomiye katkı sağladığını ifade eder. Toplumların şeklinin teknolojik gelişmelerle belirlendiğini söyleyen Marx, iktisadi kalkınmanın önemli belirleyicilerinden olan teknolojik yeniliklerin zihinsel beceriler neticesinde ortaya çıkartıldığı görüşündedir Marx’ın kapitalist ekonomilerin büyümesi konusundaki görüşleri günümüzdeki gelişmiş ekonomilerin gelişimini açıklamaktan oldukça uzaktır. Gelişmiş ülkelerde uygulanan reform ve ekonomik politikalar ücretleri düşürmek için yeterli olamamış ve genel olarak değerlendirildiğinde bu ekonomilerin refah düzeylerinde artışlar yaşanmıştır. Teknolojik ilerlemeler ile bu ekonomilerde kârların azalması yerine aksine artmasına neden olurken diğer yandan verimlilik artışları nedeniyle ücret artışları da olumlu yönde gelişme göstermiştir.
Joseph Alois Schumpeter-I Joseph Alois Schumpeter, inovasyon terimini ilk kez 1912 tarihli “Ekonomik Kalkınma Teorisi” (Theory of Economic Development) adlı ekonomik değişimi açıklamayı amaçladığı kitabında ele almıştır. Schumpeter, kapitalist ekonomik sistemin statik bir yapıya sahip olmadığını aksine kapitalist ekonomik sistemin mevcut kaynaklarıyla yeni ürün ve üretim teknikleri ile kendiliğinden otomatik olarak yenilenen bir yapıda olduğunu söyler. Ona göre mevcut bütün sistem devamlı bir değişim içindedir. Sonuç olarak kapitalist sistemde ekonomik gelişme, değişmeyle eş anlamdadır Schumpeter ayrıca kapitalist sistemin işleyişini sağlayan unsurların; yeni bulunan üretim teknikleri, bu teknikler ile meydana gelen tüketicilerin kullandığı yeni ürünler, yeni nakliye koşulları, yeni pazarlar ile birlikte yeni örgütlenmelerin çeşitleri olduğunu ifade eder. Dolayısıyla Schumpeter’e göre, ekonomik gelişmenin motoru Ar-Ge ve inovasyondur. Bu sebepten dolayı Schumpeter inovasyon teorisinin kurucusu olarak kabul görmektedir. Schumpeter’e göre iktisadi büyümeyi, inovasyon, yaratıcı yıkım, teknolojik rekabet gibi faktörler etkilemektedir. Schumpeter, teknolojik yeniliklerin, iktisadi büyümenin ana belirleyicilerinden olduğu düşüncesindedir.Teknolojik gelişme, inovasyon ve icatlar üretim mallarının, ürün kalitelerinin iyileştirilmesi modern girişimciliğin genel olarak gelişmesini sağlar. Bu iyileşme süreci, ek giderlere sahip olsa da olmasa da, iyileşme yolunda olan bir malın fiyatını etkiler. Yani inovasyon ve teknolojik gelişim fiyatların katılığını ortadan kaldırır. Bu ise girişimcilerin firmaların varlıklarını sürdürebilmeleri için Ar-Ge faaliyetlerini firma bünyelerinde bulundurmalarını gerekli kılmaktadır.
Joseph Alois Schumpeter-II Schumpeter kapitalist ekonomide firmalardaki ve tüketicilerdeki inovasyon talebinin ortaya çıkmasıyla birlikte üretim ve tüketimi teşvik edeceğini bu durumun ise piyasaları daraltabileceğini, büyütebileceğini veya tamamen yok edebileceğini ifade eder. Schumpeter piyasaların daralıp yok olmasına “yaratıcı yıkım” (creative destruction), piyasanın gelişmesine ise “yaratıcı birikim” (creative accumulation) adını vermiştir. Schumpeter’e göre kalkınmanın taşıyıcısı da mucit değil, girişimcidir. Mucidin ortaya çıkardığı icat, pazar ya da sektörlerde yenilik olarak kullanılmadığı sürece büyümenin belirleyicilerinden olması mümkün değildir. İcadın anlam kazanması onun yenilik haline getirilmesi ile mümkün olabilmektedir. Dolayısıyla icadın anlam ifade edebilmesi mucitten ziyade icadı yeniliklere dönüştürebilen yenilikçiler vasıtasıyla gerçekleşmektedir. Burada yenilikçi olarak ifade edilen bireyler girişimcilerdir. Kısacası icattan ziyade girişimciler ekonomide hareketliliğin gerçekleşmesini sağlayan motor vazifesini üstlenmektedirler. Özetleyecek olursak Schumpeter, kapitalizmin yenilikler ve bu yeniliklerin getirisi olan kâr üzerine kurulduğunu vurgular. İşletmeler tekelci yüksek kârlar elde edebilmek için devamlı kendi aralarında teknolojik rekabet içindedirler. Bu süreç devam ettiği takdirde teknolojik gelişme ve ekonomik büyüme gerçekleşecektir.
Neoklasik Yaklaşım ve Robert M. Solow-I Neoklasik büyüme modelinin en ünlü temsilcisi 1956 tarihli “İktisadi Büyüme Teorisine Bir Katkı” (A Contribution to the Theory of Economic Growth) ile 1957 tarihli “Teknik Değişim ve Bütüncül Üretim Fonksiyonu” (Technical Change and the Aggregate Production Function) adlı çalışmalarıyla Robert M. Solow’dur. Diğer bir önemli temsilcisi ise 1972 yılında iktisat Nobel ödülü kazanan Kenneth J. Arrow’dur. Arrow 1962 yılında yayımladığı “Yaparak Öğrenmenin Ekonomik Çıkarımları” (The Economic Implications of Learning by Doing) adlı makalesinde iktisat literatüründe önemli bir yer tutan “Yaparak Öğrenme” (learning by doing) kavramını ortaya çıkartan önemli iktisatçılardandır. Arrow, teknolojik gelişmenin, “yaparak öğrenme” sürecini kapsayan tüm ekonomi genelindeki sermayeyle ilişkili olduğunu kavramına dayanan tezi ile üretim sürecinde tecrübe ve teknolojik gelişmeyle bilginin sürekli arttığını belirtmiştir. Bilginin önemini devamlı olarak vurgulayan Arrow (1962) firmaların faaliyetleri neticelerinde elde edecekleri getirinin bilginin getirisine nazaran daha önemsiz olduğunu söyler. Arrow’a göre insanların eğitimini hızlandırmak için, eğitim-araştırma kurumları tesis edilmelidir. Ancak Arrow’a göre bilgiyi edinmek basit bir ürünün üretilmesi esnasında da kazanılabilir. Kısaca Arrow bilginin ve öğrenmenin iş başında da tecrübeyle kazanılabileceğini, teknolojik gelişmenin bu anlamda üretim süreçlerinin içinde de olabileceğini vurgulamıştır.
Neoklasik Yaklaşım ve Robert M. Solow-II Neoklasik yaklaşım içerisinde Solow’un makalesi teknolojik gelişmenin modelleme sürecine ilk dahil edildiği çalışma olması bakımından önemlidir. Solow’un büyüme modeli, Harrod’un bıçak sırtı dengesine karşı tepki olarak ortaya çıkmıştır. ABD ekonomisinin verilerinden hareketle 1957 yılında bir çalışma yapan Solow, ekonomik büyümenin teknolojik ilerlemeden kaynaklandığı sonucuna ulaşmıştır . Teknolojiyi cennetten düşen bir meyve olarak ifade etmesinin yanında dışsal bir faktör olarak ele alan Solow teknolojiyi, ekonomiye süratle entegre olabilen bağımsız bir etken olarak niteler. Bunun yanın da teknolojinin daha gelişmiş seviyelerde olması işgücünün de üretkenliğini artırdığını iddia eder.
Solow, teknolojik ilerlemelerin, üretimde bir patlama derecesinde büyümeyi tetikleyebileceğini ve bu patlama neticesindeki ürün atışlarının ise tasarruf ve yatırımları artırarak büyümeyi daha da artabileceğini söyler. Solow büyüme teorisi geliştirirken, işgücü ve sermaye artışı dışında kalan ekonomik büyümenin açıklanamayan kısmı literatüre “Solow Artığı” ismiyle yerleşmiştir. Solow ekonomik büyümenin açıklanamayan kısmının teknolojik gelişmeden kaynaklandığını vurgulayarak ekonomik büyümenin temel kaynağının teknolojik gelişme olduğunu ifade etmiştir. Neoklasik yaklaşım uzun vadeli büyümeyi teknoloji temelli açıklamaya çalışmış fakat klasik yaklaşımda olduğu gibi teknolojiyi dışsal olarak ele almıştır. Neoklasik büyüme modeli ekonomik büyümenin artması için teknolojik gelişmenin gerekli olduğunu açıklamakla birlikte teknolojik gelişmenin nasıl sağlanabileceği konusuna herhangi bir açıklama getirmemiştir.
Evrimci (Neo-Schumpeteryan) Kuram-I Evrimci kuram Neoklasik kuramın açıklayamadığı firmalar arası teknolojik açıklık sorunu üzerinde yoğunlaşıp açıklamaya çalışan bir yaklaşımdır. Evrimci yaklaşımı iktisat literatürüne kazandıran iktisatçıların başında Thorstein Veblen (1857-1929) gelmektedir. Veblen, makinelerin yaşamın en ince çatlaklarına ve en büyük oyuklarına kadar girmesinin, insanın hayvanları evcilleştirmesi veya kentlerde yaşamayı öğrenmesiyle karşılaştırılabilecek bir devrimi gerçekleştirmek olduğunu görmüştür. Makineyi yaşadığı dönemin ekonomik yaşamının öncelikli gerçeği olarak algılaması, onun en büyük başarılarından birisidir. Evrimci kuram daha çok Nelson ve Winter’in 1982 yılında yayımlanan “Ekonomik Büyümenin Evrimci Teorisi” (An Evolutionary Theory of Economic Change) isimli kitabından sonra yaygınlık kazanmıştır. Nelson ve Winter (1982), Schumpeter’in yaklaşımını inceledikleri çalışmalarında, firmaların öğrenme yetenekleri, teknolojik bilgiyi ortaya çıkarma ve etkin teknolojiyi seçip kullanma davranışları üzerinde durmuşlardır. Bu kuram aynı zamanda Schumpeter’in geliştirdiği teorik yaklaşımdan da ciddi biçimde yararlanmıştır.
Evrimci (Neo-Schumpeteryan) Kuram-II Nelson ve Winter’a göre firmalar belirli bir rutin doğrultusunda hareket ederler. Firmalar faaliyetlerinin her aşamasında yeni rutinler geliştirerek, rakip firmaların rekabet ortamında yeni rutinler geliştirmesini teşvik edici bir rol üstlenmektedirler. Rutinler sürekli olabilmesinin yanı sıra değişebilen bir özelliğe de sahiptir. Yazarlara göre rutin geliştirme konusunda performans sahibi olan firmalar pazarda payını artırdıkça diğer rakip firmalar sektör dışına itilirler. Buradan anlaşılacağı üzere işletmelerin önemli bir kısmı mevcut durumu idame etmeyi ve yaptıkları işi yeterli bulurken, diğer bir grup işletme ise daha etkin ve farklı sonuçlar doğuracak Ar-Ge faaliyetleriyle uğraşırlar. İşletmenin büyümesini sağlayacak yeni rutinler iki şekilde ortaya çıkabilir. Bunların ilki işletme bünyesinde yapılacak Ar-Ge faaliyetine bağlı olarak ortaya çıkacak inovasyon sonucu, bir diğeri ise işletmenin yenilikçi olan bir firmayı taklit etmesi şeklinde gerçekleşebilir. Evrimci kurama göre teknolojik değişim, firmaların Ar-Ge yatırımlarını ve faaliyetlerini artırmalarıyla sağlanmaktadır. Evrimci kuramın en önemli özelliği teknolojik gelişmeyi ekonomik gelişmenin motoru olarak sayması ve teknolojik değişmenin ekonomide içsel olduğu yönünde görüşe sahip olmasıdır.
İÇSEL BÜYÜME MODELLERİNDE AR-GE VE TEKNOLOJİ 1980’li yılların sonlarına doğru iktisat teorisi ve uygulamalarında yaşanan bazı önemli gelişmelerle birlikte bazı ülke ekonomilerinde yaşanan dönüşümlerin de katkısıyla yeni bir akım ortaya çıkmıştır. Temellerinin Paul M. Romer (1986) ve Robert E. Lucas’ın (1988) bilgiyi içeren bir ekonomik büyüme modeli üzerine yaptıkları çalışmalar “Yeni Büyüme Teorisi” ya da “İçsel Büyüme Modelleri” olarak da isimlendirilen teorileri oluşturmuştur. Bu kısımda içsel büyüme modellerinden Ar-Ge ve teknolojiye dayalı içsel büyüme modelleri varsayılan Lucas, Barro, Romer, Grossman-Helpman ve Aghion-Howitt’in görüşlerine yer verilmektedir.
Robert E. Lucas Modeli-I Robert E. Lucas’ın 1988 yılında yayımlanan “ İktisadi Kalkınma Mekanizmaları Üzerine” (On the Mechanics of Economic Development) isimli makalesi beşeri sermayenin ekonomik büyüme ile ilişkisini açıklayan ilk içsel büyüme modelidir. Bu modelde beşeri sermaye büyümenin kaynağı durumundadır. Lucas fiziki sermaye birikimini ve teknolojik ilerlemeleri Neoklasik üretim fonksiyonuyla modelleyerek içsel büyüme modellerine farklı bir bakış açısı getirmiştir. Lucas çalışmasında içsel büyüme modellerine rasyonel beklentileri de dahil ederek, ekonomide fiziksel sermaye, beşeri sermaye ve teknolojik gelişme üzerinde yoğunlaşmıştır. Lucas, teknolojinin ekonomik büyüme sürecinde beşeri sermaye vasıtasıyla, daha önceden iki işçinin yaptığı bir işi, teknolojiyi kullanan bir işçinin yapmasıyla artan üretkenliğin ekonomik büyümeye katkı sağlayacağını iddia etmiş, eğitilmiş ve beceri kazandırılmış işgücünün, beşeri sermayeyi yeni teknolojilere alternatif veya tamamlayıcı olarak ekonomik büyümenin motoru olduğunu ifade etmiştir. Lucas bunun yanı sıra devlet desteği ile eğitime ve teknolojik altyapının geliştirilmesine yapılan yatırımların, beşeri sermaye birikimine pozitif katkı sağladığını bu durumun ise ekonomik büyümeye fiziki sermayenin etkisinden daha fazla olumlu etkisi olacağını söylemektedir.
Robert E. Lucas Modeli-II Lucas (1988) çalışmasında, beşeri sermaye birikiminin yaparak öğrenme aracılığıyla da artabileceğini, ileri teknolojili mal üreten sektörlerde yaparak öğrenmenin daha hızlı olacağını ve dolayısıyla beşeri sermaye birikiminin de daha hızlı artacağını ifade etmektedir. Lucas’ın yaparak öğrenme modelinde ülkeler beşeri sermaye faktörlerine uygun malları üretecektir. Teknolojinin yüksek olduğu ülkelerde, beşeri sermaye birikiminin artış göstermesi bu ülkelere doğru az gelişmiş ülkelerden emek göçlerine neden olabilecek ve Neoklasik büyüme modelinin öngördüğü koşullu yakınsama, ülkelerarasında gerçekleşemeyebilecektir. Kısacası bu türden göçlerin yaşanması durumunda az gelişmiş ülkelerde ekonomik büyüme gelişememekte ve dolayısıyla gelişmiş ülke ekonomilerinin de durgun duruma girmeleri engellenmektedir. Lucas’a (1988) göre ülkelerin tümünün benzer ve yakın teknolojiye sahip olması halinde beşeri sermaye yer değiştirmek zorunda kaymayacaktır. Başka bir ifade ile gelişmekte olan ülkelerden gelişmiş ülkelere emek hareketi yaşanmayacaktır.
Robert J. Barro Modeli-I Robert J. Barro’nun 1990 yılında yayımlanan “Basit Bir İçsel Büyüme Modelinde Kamu Harcaması” (Goverment Spending in a Simple Model of Endogenous Growth) başlıklı eserinde içsel büyüme modeline kamu harcamalarını ilave etmiştir. Bununla birlikte verimli alanlara kamunun yapacağı yatırım ve harcamaların iktisadi büyümeye olumlu etkisi olacağını ileri sürmektedir. Barro çalışmasında özel sektörün, kamu malları üretmede yetersiz kaldığını dolayısıyla kamunun eğitim, sağlık, diğer alt yapı yatırımları, Ar-Ge faaliyetlerini yaygınlaştırma, teknoloji transferi, haberleşme ağlarının güçlendirilmesi, mülkiyet haklarının korunması vb. gibi özel sektörün de etkinliğini artıracak faaliyetleri yürütmesi gerekliliği üzerinde durmuştur. Barro, vergilerle finanse edilen kamu harcamalarını ekonomide bir üretim girdisi olarak ele alıp, üretim ve fayda fonksiyonlarına yapacağı etkileri analiz ederek, kamu harcamalarının ülkelerin ekonomik büyüme oranlarını etkilediğini ifade etmiştir.
Robert J. Barro Modeli-II Barro modelde fiziksel ve beşeri sermaye birikimi için firmalar ve hükümet politikalarının ekonomik teşvikleri değiştirerek vergiler ve sübvansiyonlar yoluyla, Ar-Ge ve eğitime yaptıkları yatırımın etkilerini analiz ederek teknolojideki değişikliğin büyüme üzerine etkisini açıklamaya çalışmaktadır. Barro, tam rekabet piyasası koşulları altında iktisadi büyümenin maksimize edilebilme koşulu olarak GSYİH içindeki kamu harcamaları payının, gerçekleşen kamusal hizmetler/GSYİH oranına denk olmasına bağlar. Ancak bu şartlar altında Ar-Ge faaliyetlerinin teşvik edilmesi ve doğrudan sağlanan kamusal hizmetler en uygun düzeyde olabilecektir. Kamu harcamalarındaki artışlar vergilerle finanse edildiğinde vergi artışına dolayısıyla tasarrufların azalmasına sebep olarak büyümeyi olumsuz olarak etkileyecektir. Kamunun mülkiyet haklarının korunmasına yönelik yaptığı harcamalardaki artış ise vergi oranlarının azalmasına yol açacaktır. Vergi oranlarındaki bu düşüşler ise iktisadi büyüme ile birlikte özel sektörün Ar-Ge faaliyetlerini pozitif yönde destekleyecektir.
Paul Romer Modeli-I Ar-Ge tabanlı büyüme modelinin kurucusu kabul edilen Romer, 1986’da içsel büyüme modellerinin başlangıcı olarak görülen “Artan Getiriler ve Uzun Dönem Büyüme” (Increasing Returns and Long-Run Growth) adlı çalışmasıyla iktisadi büyümeye farklı bir renk katmıştır. Romer çalışmalarında en önemli görevi Ar- Ge’ye atfeder. Ar-Ge birimlerindeki beşeri sermaye ve bu birimlerin faaliyetleri neticesinde meydana gelen yeni ürün ya da üretim metotları Romer’in çalışmasının temelini oluşturmaktadır. Romer 1986 yılındaki çalışmasından sonra Ar-Ge’yi büyümenin itici gücü olarak niteleyeceği 1990 yılında yayımlanan “İçsel Teknolojik Değişim” (Endogeneous Technological Change) adlı çalışmasında Ar-Ge tabanlı ekonomik büyüme modeli fikrini ilk kez ortaya koymuştur. Romer’in bu çalışmasında, teknolojik gelişme ekonomik büyümenin merkezinde yer almaktadır. Hükümetlerin piyasa teşvikleri neticesinde bireylerin bilinçli davranışları yenilikleri ve teknolojik gelişmeyi ortaya çıkarmaktadır. Romer Ar-Ge ve yenilikler vasıtasıyla kazanılan yeni üretim tekniklerini, sabit maliyet gerektirmeden defalarca kullanılabilen normal üretimden ayırmaktadır.
Paul Romer Modeli-II Romer teknolojik gelişmede iki duruma dikkat çekmiştir. Bunların birincisi, verimliliği artırıcı ve iktisadi büyümeyi destekleyici özelliği ile ekonomik yönü, ikincisi de ortaya çıkartıldığı kaynak yönü ile teknolojik ilerlemenin devletin ya da üretim biriminin ekonomik karar verici mekanizmaları vasıtasıyla sağlandığıdır. Romer’e göre sürdürülebilir bir büyüme Ar-Ge birimlerindeki beşeri sermaye birikimi ile gerçekleşebilecektir. Romer’e göre teknoloji rekabete konu olmayan ve kısmen kullanımı kısıtlanabilen bir maldır. Firmalar, geliştirdikleri teknolojilerin verdiği güç sayesinde tam rekabet koşullarında fiyat alıcı zayıf firma konumundan tekelci rekabet piyasasında kısmen teknolojik tekel gücüne sahip olan firmalara dönüşerek faaliyette bulunmaktadırlar. Sonuç olarak Romer’in modelinde ekonomik büyüme sermaye birikimi ile tek başına sürdürülemez. Ülkeler arası gelişmişlik farklarını ortadan kaldıracak unsur ise inovasyon, bilgi ve teknolojik değişimdir. Bilgi birikimi, teknolojik değişim ve girişimcilerin meydana getirdiği Ar-Ge sektörü ekonomik büyümenin motorudur. Literatüre birçok yönden katkı sağlayan Romer, Ar-Ge’nin verimlilik oranının inovasyon sürecini doğrudan etkilediği ve günümüzde de Ar-Ge’nin inovasyon üretimi için çok önemli etmen olduğunu ifade ederek iktisat bilimine önemli katkılar sağlamıştır.
Grossman-Helpman Modeli-I Teknolojik yeniliklere ve yeni icatlara dayalı büyüme yaklaşımına önemli katkı sağlayan modellerden birisi de Gene M. Grossman ve Elhanan Helpman’in 1989, 1990 ve 1991 yılında yayımlanan çalışmalarıdır. Grossman ve Helpman’in ortaya koydukları modellerde, iktisadi birimlerin bilinçli davranışları sonucu ortaya çıkan teknolojik yeniliklerin, içsel olduğu belirtilmektedir. Teknolojik yenilikler sayesinde ortaya çıkan verimlilik artışlarının büyümenin kaynağını oluşturduğu görüşündedirler. Grossman ve Helpman’ın yaptıkları çalışma ve sundukları modelde, her bir ülke tarafından gerçekleştirilen farklı ve yeni ürünleri büyüme olgusu ile birlikte dış ticaret ve ticaret politikaları ile ilişkilendirirler. Dış ticaretin avantajlarından yararlanan Ar-Ge sektörü, ekonominin rekabet edebilirliğini artırarak ekonomik büyümeyi sağlamaktadır. Onlara göre Ar-Ge faaliyetlerine ve yatırımlarına yeterli düzeyde kaynak ayıramayan ülkeler, serbest dış ticaret politikalarıyla ihtiyaç duydukları teknolojileri gelişmiş ülkelerden teknoloji transferleri yoluyla elde ederek zaman içinde dünya ticaretindeki hacimlerini arttırarak azami fayda sağlayacaklardır. Ayrıca teknolojik yeniliklerden kaynaklanan verimlilik artışları uzun dönemde ekonomik büyümenin kaynağını oluşturacaktır.
Grossman-Helpman Modeli-II Grossman ve Helpman’a göre (1989: 1262) Ar-Ge ve teknolojik gelişmeler yoluyla elde edilen ya da gelişen yeni ürünler, dış ticaretin getirdiği imkânlardan da yararlanıp ülkelerin karşılaştırmalı üstünlük kazanmasını sağlayacaktır. Bu durum ise karşılaştırmalı üstünlük kazanan ülkelerin iktisadi büyümelerinin önünü açacaktır. Grossman ve Helpman’a göre, gümrük tarifesi ve kotalar gibi korumacı yaklaşımlar gelişmişlik ayırımı yapmaksızın ülkelerin büyümelerini engelleyecektir. Ar-Ge birimlerine yeterli kaynak ayıran fakat harcamalarını tüketim mallarına kaydıran ülkelerin de korumacı politikaları, uzun dönem büyüme hızlarını olumsuz yönde etkileyebilecektir. Korumacı politikalar harcamaları Ar-Ge’den tüketim mallarına yönlendirerek katma değer elde edilmesine zemin hazırlayacak faaliyetlerin sonlanması neticesinde büyümenin durmasına yol açacaktır. Ticaretin serbestleşmesi ise az gelişmiş ülkelerde teknoloji transferi kanalıyla bilgiye ulaşmayı kolaylaştırırken, gelişmiş ülkelerde ise nitelikli işgücünün yeni bilgi üretilmesine olanak sağlayan Ar-Ge sektöründe istihdamını teşvik etmektedir.
Aghion- Howitt Modeli-I Schumpeter’in ortaya koyduğu yaratıcı yıkım görüşünden esinlenen Philippe Aghion ve Peter Howitt’in 1992 yılında “Yaratıcı Yıkım Yoluyla Bir Büyüme Modeli” (A Model of Growth Through Creative Destruction) ve 1998’de “İçsel Büyüme Teorisi” (Endogenous Growth Theory) adlı çalışmaları gerçekleştirmişlerdir. Bu çalışmalar ile Schumpeter gibi onlar da Ar-Ge faaliyetleri ile gerçekleştirilen teknolojik yeniliklerin ekonomik büyümeye katkısını inceleyerek içsel bir büyüme modeli geliştirmişlerdir. Aghion ve Howitt kurdukları modelde rekabetin asıl kaynağını dikey teknolojik yenilikler oluşturmaktadır. Teknolojik bir yeniliğin verimliliği, sonsuza kadar etkisini katlayarak artırmaktadır. Yazarlara göre piyasada iki sektör bulunmaktadır. Bu sektörlerden ilki araştırma diğeri ise üretimdir. Üretim sektörü nihai mal üretimi için, araştırma sektörü ise nihai malın üretiminde kullanılan ara malı üretmek için çaba göstermektedir. Araştırma sektörünün faaliyetleri neticesinde icat ve yenilikler de ortaya çıkmaktadır.
Ortaya çıkan her yenilik, kâr yapma güdüsünü kamçılamasıyla birlikte bir önceki yenilikten elde edilen rantları da ortadan kaldırmaktadır. İşte tam burada büyümenin temelini, yeni üretilen İktisadi Büyüme- Araştırma ve Geliştirme (Ar-Ge) Harcamaları İlişkisi Üzerine Teorik Bir İnceleme, ürünlerin eski ürünlerin yerini alması oluşturmaktadır. Ar- Ge faaliyetleri neticesinde kazanılan yenilikler pazara daha kaliteli ve yeni ürünler sunulmasını sağlayarak eski ürünlerin demode olmasının yolunu açmaktadır. Sonuç itibariyle Ar-Ge faaliyetleri eskilerin yerini daha iyi olan yenilerinin almasının zemini hazırlayarak ve yaratıcı yıkım sürecinin işlemesini sağlamaktadır. Bunlarla birlikte yazarlar Ar-Ge’nin pozitif dışsallıklar sağlamasından dolayı kamunun iktisadi büyüme için Ar-Ge’yi bir araç olarak kullanabileceği yönünde öneride bulunurlar.
Aghion- Howitt Modeli-II Teknolojik yenilikleri içsel bir olgu olarak kabul eden Aghion-Howitt modelinin geliştirilen diğer içsel modellerden farklı yanı, dikey teknolojik yeniliklerin ürünler üzerinde kaliteyi arttırıcı etkisinin olmasıdır. Aghion- Howitt modelinde, Ar-Ge faaliyetleri neticesinde üretilen yenilikler ve bu yeniliklerin ürün kalitesinde ardışık olarak bir gelişim göstermektedir. Dikey yenilik şeklindeki kalite geliştirme çabalarının temel özelliği, rekabetçi Ar-Ge ortamında teknolojik gelişimler sonucu meydana getirilen yeniliğin veya yeni bir icadın var olan teknoloji veya ürünü eskitmesi durumudur . Aghion ve Howitt’e göre Ar-Ge faaliyetleri sonucu ortaya çıkan teknolojik değişikliklerin uyum süreci kolay bir şekilde gerçekleşememektedir. Yeni teknolojiler, eski teknolojiler ile rekabet içine girdikten sonra çoğu zaman onların yerine geçer. Kısacası teknolojik yayılma sürecinin gerçekleşmesi zaman almaktadır.
Kalkınma İktisadı Kuramları ve Teknoloji Sürdürülebilir kalkınmanın koşulsuz kabul edilen yöntemi: teknolojiye dayalı büyümedir. Klasik kalkınma yaklaşımları genel olarak az gelişmişlik ve yoksulluğu bir zaman sorunu veya yanlış uygulanan ekonomi politikalarıyla ilişkilendirilir. Ancak gelişmiş olanın gelişmişliğinin ve azgelişmiş olanın azgelişmişliğinin temelinde yatan kapitslist üretim ilişkileri veri bir durum olarak kabul edilerek sorgulanmaz. Klasik kalkınma görüşlerine bir eleştiri olarak ortaya çıkan ancak kendisi de aynı dile hapsolan bağımlılık yaklaşımları ise kapitalist bağımlılığı vurgularken onun dışına atılacak adımları öngörmez. Kalkınma teorileri 2 hat içinde ilerlemiştir. Bunlardan ilki kalkınmayı az gelişmiş ülkelerin gelişmişlere yetişmesi için yegane araç olarak gören yaklaşımlar iken, ikincisi kalkınmayı bağımlılık problemi üzerinden yorumlayıp, azgelişmişliğin sebebini gelişmiş ülkelerin politikalarına bağlayan yaklaşımlardır.
Bağımlılık teorilerinin genel varsayımları şu şekilde sıralanabilir. Bağımlılık teorilerine göre, azgelişmişliğin varlığı ve devamlılığı kapitalist sistemin tarihsel evriminin bir sonucu olarak görülür. Kapitalizmin son aşaması olan emperyalizm nedeniyle uluslararası ilişkilerde dünya merkez ülkeler ve çevre ülkeler olarak ikiye ayrılmıştır. Merkezi oluşturan zengin ülkelerle çevreyi oluşturan yoksul ülkeler arasında adil olmayan bir güç dağılımı bulunmaktadır. Daima merkezin lehine olan bu ilişki, yoksul ülkelerin özgür iradeleriyle kendi kaynaklarına dayalı kalkınma sürecine girmelerine engel olmaktadır. Bağımlılık teorilerinin genel varsayımları şu şekilde sıralanabilir. • Gelişmekte olan ülkeler hem hammadde üreticisi hem de sanayi ürün tüketicisi olarak küresel ekonomiye katılmış olduklarından, dış faktörlerden açık ve kesin bir şekilde etkilenmişlerdir. • Uluslararası işbölümü gelişmiş dünyanın ekonomik ve siyasal gücü tarafından belirlenmiş ve sürdürülmüştür. • Yabancı çok uluslu şirketlerin de etkisiyle giderek güç kazanan küresel ekonomiye Üçüncü Dünya ülkelerinin katılmaları, bu ülkelerin ekonomilerini olumsuz etkilemektedir. • Bu ekonomik etkiler toplumsal ve siyasal alanlara yayılmıştır. Bağımlı ülkelerdeki elit kesim, toplumsal kaynakları tekellerine almak için merkezi devletler ve çok uluslu şirketlerle ittifak kurarak onların gücünü kullanırlar.
Basit Aşama Teorisi (A.G.B. Fisher- C. Clark) Kalkınma iktisadının temellerinin atıldığı yaklaşımdır. Basit aşama teorisi ülkelerin kalkınma süreçlerinin hangi aşamalardan geçtiğini ortaya koymuştur. Bu bağlamda Fisher ve Clark kalkınma sürecini birincil, ikincil ve üçüncül sektör arasındaki ayrıma göre şekillendirmiştir. Birincil Üretim -> Tarımsal Ürünler (Tarım Sektörü) İkincil Üretim -> Sanayi Ürünleri (Sanayi Sektörü) Üçüncül Üretim -> Hizmet Ürünleri (Hizmet Sektörü) Bu yaklaşıma göre her ülke işe önce birincil malların üretimi ile başlamaktadır. Kalkınma ilerledıkçe ekonominin ağırlığı ikincil malların üretimine sonrada üçüncül malların üretimine kaymaktadır.
Chenery ve Kuznets’in Görüşleri Chenery, bir ülkenin büyümesinin, tarihsel olarak, ticaret ve teknolojinin değiştirdiği bir yapı içinde ortaya çıkabildiğini öne sürmektedir. Sanayileşme iktisadî yapıda üç değişimi gerektirir: Birincisi, tüm sektörler içerisinde imalat sanayinin öneminde artış; ikincisi, sanayi üretiminin kompozisyonunda değişim (yatırım malları, ara mallar ve tüketim malları) ve sonuncusu, her bir mal için üretim teknikleri ve arz kaynaklarındaki değişim. Chenery’e göre gelir arttıkça, tüketim mallarının payı düşerken, yatırım mallarının payı artar. Kuznets, toplam gelirdeki değişmeyle birlikte ortaya çıkan tüketim, üretim, ticaret, gelir dağılımı açısından ekonomi genelindeki yapısal değişmeleri ölçmüştür. Çalışmasının sonucunda, büyümenin erken aşamalarında ulusal gelirin eşit olmayan şekilde dağıldığı, sonraki aşamalarında eşitsizliğin giderildiğini bulmuştur. Gelir dağılımı açısından izlenen bu durum, yapısal değişmenin önemli bir özelliği olarak ortaya çıkmaktadır. Hane halklarını %40’ının ulusal gelirdeki payı, ekonomik büyümenin ilk aşamalarında düşmekte zamanla kişi başına gelir büyüdükçe tekrar yükselmeye başlamaktadır.
Lewis’in Görüşleri Lewis, kırsal kesimi oluşturan tarım sektöründe aşırı bir nüfus yığılmasının olduğunu, emek arzının emek talebini aştığı bu sektörde sınırsız bir emek arzının bulunduğunu varsayar. Bu nedenle emeğin marjinal verimi sıfır hatta negatif bile olabilmektedir. Dolayısıyla marjinal verimliliği çok düşük işgücü fazlalığı gizli işsiz olarak tarım kesiminde varlığını sürdürür. Böyle bir ortamda işgücü fazlasının sanayi sektörüne transfer edilmesiyle tarımsal üretimde bir azalma olmayacak, tersine emeğin marjinal verimi yükseleceği için, tarım sektöründe üretim artışları söz konusu olabilecektir.
Kısaca,. tarım. sektöründe. fazlalık. oluşturan. emeğin. sanayi Kısaca, tarım sektöründe fazlalık oluşturan emeğin sanayi sektörüne aktarılması tarım sektörü için bir maliyet oluşturmayacaktır. Kentsel hayata uyum sağlamanın bedeli olarak görülen bu ücretin, kırsal geçimlik ücretten %30 daha fazla olması gerektiği varsayılır. Bu ücreti ödemeye razı her işverenin tarım kesiminden sınırsız vasıfsız işçi bulma olanağı vardır. Üretim sonucunda elde edilen kârlar ödenecek ücretin çok üzerinde olduğundan tasarruf olanağı artacak ve yatırımlara kaynak oluşturulmuş olacaktır. Yeni yatırımlar da, yeni işgücü talebini ve üretim artışını beraberinde getirecektir.
Bu. süreçte,. tarım. sektöründe. gizli. işsizlik. ortadan. kalkana Bu süreçte, tarım sektöründe gizli işsizlik ortadan kalkana kadar sanayi kesiminde ücretler artmaya devam edecektir. Sürecin devam ettiği zaman zarfında sağlanan büyüme, Lewis’e göre kendi kendini besleyen büyüme olarak adlandırılır. Bütün bu süreçte, tarım kesiminin ekonomideki ağırlığı azalırken, sanayi kesiminin ağırlığı artacak ve sonuçta ülke azgelişmişlik durumundan kurtulup, gelişmekte olan ülke konumuna geçecektir. Lewis modeline eleştirilerden ilki, azgelişmiş ülkelerde ücretlerin verimlilik esasına göre değil enflasyon oranına ve sendika baskısına göre belirlenmesidir. Dolayısıyla kârın yatırımlara yönelmesi durumunda, milli hasıla artsa bile istihdam miktarında artış yaşanmayabilir. Tarım sektöründen sanayi sektörüne emeğin transferi sonucunda tarımda ortaya çıkması muhtemel durumların dikkate alınmaması da modele yöneltilen bir diğer eleştiridir. Modelde emeğin transferi sonucunda tarım sektöründe ücretlerin yükseleceği dikkate alınmamıştır. Ayrıca, sanayi sektöründeki emek artışı, gıda maddelerine olan talebi hızlı bir şekilde artıracağından, fiyatlar yükselecek ve bu durum ücret artışlarını gündeme getirecektir. Eleştirilen bu noktalarla, Lewis modelinin az gelişmiş ülkeler için geçerliliği tartışma konusudur.
Yoksulluğun Kısır Döngüsü Azgelişmişliğin nedenini açıklayan çok sayıdaki kısır döngü teorisi içinde en çok kullanılanı yoksulluk kısır döngüsüdür. Ragnar Nurkse’e göre, ‘‘Bir ülke yoksul olduğu için yoksuldur.’’ Yani yoksulluğun varlığının ve devamının nedeni yine yoksulluktur. Nurkse’e göre ister talep ister arz yönünden incelensin, bir ülkeyi yoksulluk durumunda tutan süreç; düşük gelir düzeyi ile başlayan bir noktadan diğerine hareket etmeye ve tekrar hareketin başına dönmeye eğilimli dairesel bir hareket sonucunda, başlangıçtaki düşük gelir düzeyine dönülmekle sonuçlanan kısır bir süreçtir. Arz yönünden yoksulluğun kısır döngüsü şu şekilde açıklanmaktadır: Düşük Gelir(Yoksulluk)→ Düşük Tasarruf → Düşük Yatırım → Düşük Verimlilik → Düşük Gelir Azgelişmiş ülkelerde kişi başına gelirin düşük olması, tasarrufların düşük gerçekleşmesine ve dolayısıyla gerekli yatırımların yapılamamasına yol açmaktadır. Düşük düzeyde gerçekleşen yatırımlar ise verimliliğin düşük olmasına ve böylece daha önce düşük düzeyde meydana gelen gelirin, yine düşük düzeyde gerçekleşmesine yol açmaktadır.
Azgelişmiş ülkelerde kişi başına gelirin düşük olması, tasarrufların düşük gerçekleşmesine ve dolayısıyla gerekli yatırımların yapılamamasına yol açmaktadır. Düşük düzeyde gerçekleşen yatırımlar ise verimliliğin düşük olmasına ve böylece daha önce düşük düzeyde meydana gelen gelirin, yine düşük düzeyde gerçekleşmesine yol açmaktadır. Talep yönünden yoksulluğun kısır döngüsü ise şu şekilde açıklanmaktadır: Düşük Gelir (Yoksulluk) Düşük Talep→Pazarın Darlığı → Düşük Yatırım İsteği → Düşük Verimlilik→ Düşük Üretim → Düşük Gelir
Düşük gelir düzeyi efektif talebin düşük düzeyde gerçekleşmesine neden olmakta ve bu durum pazarın daralmasına yol açacaktır. Pazarın darlığı girişimcileri yatırım yapma isteğini ve gücünü kıracağından yatırımlar yetersiz kalacaktır. Bu durum verimliliği azaltacak ve bunun sonucunda üretim de düşecektir. Sonuçta, birbirini etkileyen bu mekanizma sonucunda gelir düzeyi, başlangıçta olduğu gibi düşük seviyede kalacaktır.Bu teoriye göre azgelişmişlikten kurtulmak ancak bu döngünün kırılması ile mümkün olabilir. Ancak bu döngünün kendiliğinden kırılamayacağı açık bir şekilde görülmesi devlet tarafından alınacak önlemlerin alınmasını gerektirmektedir. Bu nedenle devlet bizzat kendi girişimleri yoluyla ülkenin sanayileşmesine katkıda bulunabilir. Arz yönünden ise, sermaye oluşumu tasarruf kapasitesinde yükselmeyi gerektirir. Kısır döngü teorisine ilk eleştiri döngünün başladığı noktaya geri gelmesine yapılmıştır. Buna göre azgelişmişlik doğal bir veri olarak kabul edilmekte ve kendi içinde açıklanmaya çalışılmaktadır. İkinci eleştiri, bir değişkenin sadece kendinden önce gelen değişkenle açıklanması ve etkinin tek yönlü olmasına ilişkin varsayımdır. Üçüncü eleştiri ise, kullanılan değişkenlerin niteliği, sayısı ve sırasıyla ilgilidir.
Rostow’un Büyüme Aşamalan Teorisi (W.W.Rostow)-I Rostow’a göre tüm toplumlar aynı yolu izleyerek kalkınma süreçlerini tamamlamaktadır. Bu aşamalar geleneksel toplum aşaması, kalkışa hazırlık aşaması, kalkış aşaması, olgunlaşma aşaması ve yoğun kitlesel tüketim aşamasıdır. Geleneksel Toplum Aşaması: Kişi başına elde edilen gelir düzeyi düşüktür ve bir üst sınırla sınırlanmıştır. Üretim sınırlıdır ve kaynakların büyük kısmı tarıma ayrılmıştır. Tarım toplam emek gücünün %75’ten fazlasını istihdam etmektedir. Yatırım düzeyi oldukça düşüktür ve üretim yöntemleri değişiklik göstermez. Kaderci zihniyet hakimdir ve siyasi iktidar toprak sahipleridir.
Kalkışa Hazırlık Aşamasındaki Toplum: Geleneksel toplum aşamasından kalkışa hazırlık aşamasına geçiş ülkelerin kendi dinamikleri ile olabileceği gibi dışından gelen şoklarla da olabilir. Sosyal sabit sermaye yatırımlarının ve özellikle ulaştırma yatırımlarının gerçekleştirilmesi ön plandadır. Kalkışa geçmenin ön koşulu altyapı yatırımlarının oluşturulması ve tarım ve ticaretten sanayiye geçişi gerçekleştirecek iktisadi düzeni bulmaktır. Siyasi sosyal ve kültürel yapıda köklü değişimler gerekmektedir. Toprağa dayanan eski elit tabakanın yerine yeni elit tabakanın ortaya çıkması gerekir. Yeni elit tabakanın temel işlevlerinden biri tarımdan sanayiye fon aktarmaktır. Sanayi ve ticaretin gelişmesinde, kar güdüsüyle hareket eden girişimciler önemli rol oynayacaktır.
Rostow’un Büyüme Aşamaları Teorisi (W.W.Rostow)-II Kalkış Aşamasındaki Toplum: Rostov’a göre kalkış aşamasının başlangıcında ihtilal, devrim gibi çok güçlü uyarıcılar görülür. Üretken yatırımların milli gelir içindeki payının %10 veya üzerine çıkması gerekir. Böylelikle nüfus artış hızını aşan gelir artışı sağlanmalıdır. Yüksek hızla gelişen birkaç imalat sektörünün kurulması gerekir. Bu aşamada gelişmeyi engelleyen direnmeler tamamen yıkılır. Yeni elit sınıfın çoğalmasıyla birlikte özel sektör genişler ve yatırımlar artar. Tarım sektöründe, davranış, zihniyet ve üretim yöntemlerinde köklü değişmeler oluşur. Rostov’un kalkış aşaması için çok önemli gördüğü kavramlardan bir tanesi önder sektörler kavramıdır.Rostov’a göre bir ekonominin tümünün gelişimi, bir anlamda kalkışın gerçekleşmesi ilk süreçte önder sektör olarak tanımlanan sektörlerdeki gelişmelerin bir sonucudur. Önder sektör, ekonomide birinci öncelikle gelişen ve daha gelişim aşamasının başlangıcında çok hızlı bir yayılma göstererek ekonomik yapı üzerinde doğrudan ve zincirleme etkileri ile büyük etkiler yaratan sektördür.
Olgunlaşma Aşamasındaki Toplum: Kendi kendini besleyen dinamik bir toplumsal ve ekonomik yapı oluşmuştur. Ekonomik faaliyetler düzenli gelişir ve modern teknoloji her alana yayılır. Ekonomik dalgalanmalar beraberinde güçlü ve uzun bir ilerleme süreci oluşturur. Milli gelirin yaklaşık %20’si düzenli ve sürekli olarak sanayi yatırımlarına ayrılır. Gelir artış hızı nüfus artış hızından büyüktür. Yeni önder sektörler büyürken, eskileri duraklar. Sanayinin yapısı ağır sanayiden daha sofistike üretim süreçlerine doğru ilerler. İthal edilen mallar artık yurtiçinde üretilir. Olgunluk aşaması süreci son bulmaya yaklaşırken şu değişmeler görülür İşgücünün, sektörel dağılımı, davranışları ve becerileri değişmiştir. Kentlerin nüfusu artmış ve işgücünün becerisi yükselmiştir. Liderlik özellikleri değişmiştir. Artık alanlarının uzmanı olan rasyonel ve profesyonel yöneticiler iş başındadır. Toplum bir bütün olarak sanayileşmeden bıkmaya başlamış ve sanayileşmenin tek amaç olmadığını düşünmeye başlamışlardır.
Yoğun Kitlesel Tüketim Aşamasındaki Toplum: Yoğun kitlesel tüketim aşamasındaki toplumun yeni önder sektörleri, dayanıklı tüketim malları ve hizmet sektörleridir. Kaynaklar gittikçe tüketim mallarına ve kitlesel düzeyde çeşitli hizmetlerin yayılmasına yönelmektedir. Bu dönemde her ülke için aşağıda verilen üç olgu arasında bir tercih dengesi oluşturulur. Refah devleti olmak; çalışma saatlerini azaltmak, sosyal güvenliği arttırmak, gelir dağılımını yeniden düzenlemek. Dayanıklı tüketim malları üretmek ve temel gıda maddeleri tüketimini aşmak Dünya ölçeğinde etkin olabilmek için, dış politika ve askeri üstünlük sağlamaya yönelik plan, hedef ve stratejiler oluşturmak.
Kaldor Büyüme Yasaları (N.Kaldor): Yapılan araştırmalar sanayinin büyümesi ile GSYiH büyümesi arasında yakın ilişki olduğunu gösterir. Sanayinin büyümesi ve verimlilik artışı ile GSYİH büyümesi arasındaki pozitif ilişkileri ifade eden kurallara Kaldor Büyüme Yasaları denir. Kaldor Büyüme Yasası: İmalat sanayinin büyümesi ile GSYİH’nın büyümesi arasında pozitif yünlü ilişki vardır. Kaldor Büyüme Yasası: İmalat sanayindeki üretim büyümesi ile imalat sanayindeki verimlilik artışı arasında pozitif yönlü ilişki vardır. Kaldor Büyüme Yasası: İmalat sanayinin büyümesi ile diğer sektörlerdeki verimlilik artışı arasında pozitif yönlü ilişki vardır.
1. Sanayileşme Sürecinin Deseni (W.S. Hoffmann) Sanayi üretimini tüketim ve sermaye malları olarak ikiye ayıran Hoffmann, ekonomilerin imalat sanayi yapılarının aynı büyüme desenini yani aynı yolu izleyeceğini savunur. Tüketim malları sanayileri: Gıda, içecek ve tütün Ayakkabı dahil giyim Deri ve kösele ürünler Mobilyacılık Sermaye malları sanayileri: Demir ve demir dışı metaller Makine Taşıtlar Kimya ürünleri Hoffmann tüketim malları sanayinin, sanayileşme sürecinde ilk büyüyen sektör olduğunu belirtmektedir. Sermaye malları sanayileri daha sonra ancak daha hızlı büyüyen sektördür.
DUAL KALKIMA MODELLERI Sınırsız Emek Arzı ile Kalkınma Modeli (W.A. Lewis) Az gelişmiş ülkelerde biri değişim sektörü (modern sektör) diğeri geçimlik sektör (geleneksel tarım sektörü) olmak üzere ikili (dual) bir yapı vardır. Modern kesimde yüksek verimlilik ve yüksek ücretler söz konusu iken geleneksel sektörde düşük verimlilik ve düşük ücretler söz konusudur. Modern kesim ihtiyaç duyduğu işgücünü sınırsız emek arzına sahip geleneksel sektörden sağlanabilir. İşgücü transferi modem kesimde ücret düzeylerinin yüksek olması nedeniyle kendiliğinden sağlanacaktır. Kalkınmanın gerçekleşebilmesi için modern kesimde sermaye birikimine ihtiyaç vardır. Bunun için yatırımı destekleyen tasarruflara ihtiyaç vardır. Az gelişmiş ülkelerde kalkınmayı engelleyen etken tasarruf oranının düşüklüğüdür.
2. Tarım ile Sanayi Arasındaki Tamamlayıcılık – Kaldor Modeli Tarımın piyasaya sunduğu pazarlanabilir artık çoğaldıkça sanayinin ucuza satın alabileceği yiyecek malı miktarı artar. Bu durumda sanayi sektörü daha fazla tasarruf yaparak daha fazla sermaye birikiminde bulunabilir. Tarım ve sanayi sektörleri aynı zamanda birbirlerine talep yaratmaktadır. Tarımsal malların fiyatı yükseldikçe satın alma gücüde yükseleceğinden bu aynı zamanda sanayi mallarına olan talebi arttıracaktır. Modelde sanayi ve tarım arasındaki ticaret haddi her iki sektördeki arz ve talebin aynı oranda büyümesini sağlayan temel unsurdur.
3. Tarım ile Sanayi Arasındaki Tamamlayıcılık – Kaldor Modeli Tarımın piyasaya sunduğu pazarlanabilir artık çoğaldıkça sanayinin ucuz satın alabileceği yiyecek malı miktarı artar. Bu durumda sanayi sektörü daha fazla tasarruf yaparak daha fazla sermaye birikiminde bulunabilir. Tarım ve sanayi sektörleri aynı zamanda birbirlerine talep yaratmaktadır. Tarımsal malların fiyatı yükseldikçe satın alma gücüde yükseleceğinden bu aynı zamanda sanayi mallarına olan talebi arttıracaktır. Modelde sanayi ve tarım arasındaki ticaret haddi her iki sektördeki arz ve talebin aynı oranda büyümesini sağlayan temel unsurdur. 4. Harris Torado Modeli Kentsel işsizlik (J.R. Harris – M.P. Torado) Modelde ekonomide kentsel formel sektör ile kırsal sektörden oluşan iki sektör yer almaktadır. Kentsel formel sektörde işçilere daha yüksek ücret ödenmektedir. Kentsel formel sektörde ücret düzeyinin yüksek olması kırsal sektörden kentsel formel sektöre göçlere sebep olmaktadır.
DENGELİ VE DENGESİZ BÜYÜME 1. Büyük itiş Teorisi (P.R. Rodan) Dengeli Büyüme Dengeli büyüme biri diğerlerinin talebini oluşturan çeşitli sektörlere eş anlı yatırımların yapılması ile ortaya çıkacak bir olgudur. Teoriye göre iki sanayileşme yolu söz konusudur. Uluslararası yatırım olmadan kendi kendine yetebilen dışa kapalı Rusya modeli ve uluslararası iş bölümüne giderek dünya ekonomisi ile birlikte sanayileşmedir. Dışa kapalı modelde sanayileşme süreci yavaştır ve temel koşul toplumda düşük yaşam standardı ve düşük tüketim düzeyidir. iş bolümü ile sanayileşmede süreç daha hızlıdır ve toplumsal fedakârlık daha azdır. Uluslararası sanayiye dayalı bir modeldir. Rodan’a göre sanayileşme sürecinde devletin ekonomiye müdahalesi şarttır. Tamamlayıcı ve planlı bir sistem gereklidir. Planlı bir sanayileşme için yatırımların büyük itiş ortaya çıkarması gerektiği ve bunun içinde yatırımların birbirlerini tamamlayıcı sektörlere aynı anda başlatılması gerekir. Büyük itişi başlatmak için yeterli derecede sermaye birikimi gerekmektedir. Az gelişmiş ülkelerin sermaye birikimleri için uluslararası yardımlar önemli bir unsur olmaktadır.
Dengesiz Büyüme (O. Hirschman)-I Hirschman’a göre geri kalmış yoksul ülkeler, dengeli kalkınma teorisyenlerinin öngördükleri gibi bütün sektörlerde eş zamanlı bir kalkınma hamlesini gerçekleştirecek ne sermaye miktarına ne de arz ve talep yönüyle piyasa genişliğine sahiptirler. Dengesiz Büyüme doktrinin en önemli Hirschman’a göre, azgelişmiş ülkelerdeki gerçek kıtlık, yalnızca sahip olunan kaynakların kendi azlıkları değil, az da olsa bu kaynakları bir araya getirerek işletecek araç ve yeteneğin yanı karar verme mekanizmasının yetersizliğidir. Azgelişmiş ülkeler yeterli kaynaklara sahip olmadıkları gibi, bunlardan ekonomik bir şekilde yararlanmayı da bilmemektedir. Bu nedenle azgelişmiş ülkeler dengesiz büyümek zorundadır.
Dengesiz Büyüme (O. Hirschman)-II Bu dengesizlik sürecinde öne çıkarılması gereken endüstriler, diğer endüstrilerde yeni yatırımları teşvik edebilecek niteliğe sahip olmalıdır. Bu durumu Hirschman “ileri ve geri bağlantılar” olarak tanımlamaktadır. Bir endüstrin ileri bağlantısı, bu endüstrinin çıktılarını kullanan yeni endüstrilerin ortaya çıkmasını sağladığı zaman söz konusu olmaktadır. Geri bağlantılar ise bir endüstrinin kullandığı girdileri üreten endüstrilerde yatırımları arttırıcı etkisi olduğunda ortaya çıkmaktadır. Bir diğer dengesiz kalkınma kuramcısı Paul Streeten’dır. Streeten, dengesiz kalkınmanın belli şartlar altında ilerlemeyi bozmaktan çok canlandırarak teşvik edeceğini söylemektedir. Ona göre denge üzerinde fazla ısrar etmek ve önem vermek, durgunluğu önlemekten çok ona neden olabilecektir
Diğer Dengesiz Büyüme Kuramları Kalkınma Kutupları (F. Perroux) Perroux tarafından iktisadi kalkınmanın bir ülkede her bölgede aynı anda gerçekleşmeyeceği savunulur. Ona göre ülkede başlangıçta belirli bölgeler öncelikle kalkınırken kalkınma kutupları ortaya çıkar. Ancak zamanla bu kutuplar çevreye yayılır ve diğer bölgelerde zamanla kalkınır. Kutuplaşma Teorisi (G. Myrdal) Myrdal’a göre kalkınma kutuplarının kalkınmayı diğer bölgelere yayma özellikleri sınırlıdır. Çünkü üretim faktörleri en verimli oldukları ve en yüksek getiriyi sağladıkları bölgede kalırlar. Dolayısıyla bir ülkedeki kalkınma belirli bölgelerde kutuplaşma şeklinde ortaya çıkacaktır.
Bilim ve Teknoloji Politikaları Teknoloji politikası kavramı ve ilk uygulamaları II. Dünya Savaşı’ndan hemen önce ve Savaş esnasında ortaya çıkmıştır. İlk uygulamaların temelinde, askeri-stratejik hedefler için bilimsel ve teknolojik faaliyetlerin yönlendirilmesi yatmaktadır. Bilim ve teknolojiden, kalkınma ve toplumsal refah amacıyla sistematik biçimde yararlanma fikri, Savaş sonrasında, iktisat alanındaki teorik gelişmelerin de katkısıyla yayılmış; böylece, bilim ve teknoloji, sanayileşme ve iktisat politikalarının yeni bir unsuru haline gelmiştir. Teknoloji politikası, teknolojik yeteneği geliştirmek, yön ve sürecini yönetmek ve desteklemek için devletin kullandığı araçlar seti ya da teknolojik değişim sürecini etkilemek amacıyla ekonomide kamu müdahalesini içeren politikalar bütünü olarak tanımlanabilir. Teknolojik gelişme ve yenilik sürecinin girdileri olarak yenilik ilintili hizmetlerin arzına hükümet müdahalesinin iktisadi gerekçeleri konusunda iki farklı argüman söz konusudur: Neo-klasik piyasa başarısızlığı ve Evrimci iktisat veya yenilik sistemi yaklaşımının sistem başarısızlığı. Teknoloji politikasının geleneksel gerekçesi, piyasa başarısızlığıdır. Hükümet, kamusal malları sağlamak, dışsallıkları, giriş engellerini ve bilgi asimetrilerini azaltmak için piyasaya müdahale edebilir. Bununla birlikte, örneğin yenilik sisteminde yer alan kurumlar arasındaki uyum eksikliği gibi sistem başarısızlığına işaret eden koşullar da hükümet önlemlerini gerekli kılabilir.
II. Dünya Savaşı sonrası dönemde, bilim ve teknoloji politikaları için savunma, sağlık ve çevre gibi kamusal ihtiyaçların karşılanması yanında temel iktisadi gerekçe olan) piyasa başarısızlığı, toplum açısından, araştırmageliştirme (ar-ge) faaliyetinde bulunanlar ve diğerlerinin yaptığı ar-ge sonuçlarını uyarlayanları kapsamak üzere, teknoloji bağlamında, eksik yatırım koşullarını ifade etmektedir. Söz konusu eksiklik, firmaların yatırımlarından bekledikleri faydaları tam olarak gerçekleştirmelerini veya kendilerine mal etmelerini engelleyen koşullar nedeniyle oluşmaktadır. Başka bir ifadeyle, firmaların yenilik faaliyetleri öncesi beklentilerine dayalı olarak belirledikleri özel getiri oranının, ar-ge yatırımlarından beklenen minimum getiri oranından daha az olması durumunda oluşan eksik ar-ge yatırımı, toplumsal ihtiyaç ise, kamusal bir sorun haline gelmektedir . Neo-klasik piyasa başarısızlığı yaklaşımı, güçlü bir yaklaşım olmakla birlikte, teknolojik gelişmenin temel unsurlarını tespit etme ve teknoloji politikası yapımında bir gerekçe ve rehber olma konusunda, 1980’lerde ve 1990’larda analiz edilen birtakım sınırlılıklara sahiptir. Sürecin karmaşıklığı, piyasa başarısızlığını belirlemeyi ve tanımlamayı zorlaştırmaktadır. Neo-klasik yaklaşımda, piyasaların işleyişini gösteren kurumsal çerçeve göz ardı edilmekte; piyasa mekanizmasının, teknoloji ve arayüz faaliyetleriyle ilgili rekabetçi üstünlüğünün olduğu varsayılmaktadır. Dışsallıkların yaygınlığı durumunda politikalara yön vermede yetersiz kalabilen piyasa başarısızlığı yaklaşımı, özellikle kaynak tahsisi açısından, ağlar, ortaklıklar ve topluluklar gibi koordinasyon unsurlarının daha etkin olduğu konusunda güçlü bir sinyal olmaktadır.
Neo-klasik piyasa başarısızlığına alternatif olarak geliştirilen evrimci iktisat teorilerinde, teknolojik gelişme ve yenilik, itici güçleri ve sonuçları ile evrimsel analizin merkezinde yer almakta (Hauknes, and Nordgren, 1999: 5-6); teknolojik değişim, çok aşamalı bir süreçte sunulmaktadır: teknolojide çeşitlilik yaratma, değişim modeli üretmek için çeşitlilik içinden seçim yapma (yeniliklerin yayılması) ve seçim sürecinden daha fazla varyasyonun gelişimine doğru geri besleme. Yenilik sistemini oluşturan aktörler arasındaki etkileşim eksikliği, kamu-özel sektör, temel ve uygulamalı araştırma arasındaki uyumsuzluklar, teknoloji transfer kurumlarının işlevsel yetersizliği ve işletme bölümlerindeki bilgi ve içselleştirme eksiklikleri gibi problemler zayıf yenilikçi performansa sebep olabilmektedir Kamu müdahalesi için sistem başarısızlığı yaklaşımı, yenilik politikalarının gerekçelerini şu şekilde açıklamaktadır. Bilgiye ulaşma kabiliyetlerini geliştirerek firmaların yenilik imkanlarını artırmak; eğitim, bilim, teknoloji, işgücü piyasaları ve sanayiye ilişkin politika alanlarını düzenlemek; yenilik altyapısı inşa ederek yeni teknoloji ve yenilik fırsatlarının ortaya çıkmasını kolaylaştırmak. Firma düzeyinde yenilik süreçlerini destekleyen kurumsal bir altyapı tasarlama ve oluşturma hedefi, piyasa başarısızlığı yaklaşımında olduğundan daha karmaşık bir nitelik arz etmektedir.
Teknoloji Politikaları İncelenecek Ülkelerin Seçilme Nedenleri Teknolojik gelişmenin rekabet gücü ve dış ticaret sonuçları ile verimlilik ve refah kazanımları bakımından öneminin anlaşılmasıyla birlikte, farklı gelişme düzeyindeki ülkelerin bilimsel ve teknolojik gelişmeyi piyasa dinamiklerinin kendiliğinden işleyişine bırakmadıkları; teknoloji yeteneği oluşturma/geliştirmede uzun vadeli stratejiler ve bunları realize edecek politikalar uyguladıkları bilinmektedir. Nitekim 1970’lere kadar Türkiye ile benzer iktisadi verilere sahipken teknoloji transferinden kendi teknolojisini geliştirme aşamasına geçerek önemli bir başarı örneği sergileyen G. Kore ve daha yakın dönemde teknolojik gelişme performansıyla dikkatleri üzerine çeken Çin, GOÜ’ler için önemli modeller sunarken ABD, Japonya ve AB ise, GÜ deneyimleri için incelenmeye değer örnekler oluşturmaktadır.
ABD’de Teknoloji Politikaları Bilim ve teknoloji üretiminde yıllardır dünya liderliğini sürdüren ABD, sosyal, kültürel ve ekonomik yapı ile bilim ve teknoloji üretim anlayış ve düzeyine bağlı olarak kısa ve uzun vadeli bilim ve teknoloji politikaları üretmektedir. XIX. yüzyıldan beri stratejik yaklaşımı, çeşitli kriz ve savaş gibi olağanüstü koşullarda bile uygulamaya çalışmakta; gelecek için kritik öneme sahip teknolojileri belirleyerek bunları sürekli ve sistematik bir biçimde geliştiren etkin mekanizmaları devreye sokmaktadır (Ayhan, 2002: 314). ABD, II. Dünya Savaşı’ndan önce tarım ve uzay gibi birkaç önemli istisna dışında zayıf bir teknoloji altyapısına sahipti. II. Dünya Savaşı sırasında, endüstriyel teknolojik gelişmede hükümetin rolü belirgin hale geldi. 1945 yılında “Bilim: Sonsuz Ufuklar (Science: The Endless Frontier)” başlıklı raporun yayınlanmasıyla birlikte, temel araştırma ve bilimsel eğitimin hükümet tarafından desteklenmesi için ulusal bilim politikası çerçevesi ve 1951 yılında Ulusal Bilim Kurumu oluşturuldu (Tassey, 1992: 1112). Dolayısıyla, ABD teknoloji politikalarının evrimini, II. Dünya Savaşı öncesi ve sonrası biçiminde değerlendirmek uygun olacaktır. i. II. Dünya Savaşı Öncesi: XIX. yüzyıl sonları ve XX. yüzyıl başlarında ulaşım, iletişim ve üretim teknolojilerindeki yeniliklerle birlikte Amerikan ekonomisinin büyümesi, büyük ölçekli üretimi mümkün kılmış; üretim faaliyetleri, teknolojik yenilik ve formel bilimsel araştırmadan ziyade mekanik uyarlamaya dayandırılmıştır. XIX. yüzyılda ABD ekonomisinin verimlilik ve çıktı artışı, makine ve diğer mekanik aygıtların üretimi için “Amerikan İmalat Sistemi”nin gelişimi yoluyla sağlanmıştır. Zira kaynak donatımı, tarım ve taşımacılık uygulamaları nedeniyle mekanik gelişmeye elverişliydi. Ayrıca ülke büyüklüğü, korunan yurtiçi piyasa ve yabancı teknolojik bilgiyi (makine ve prototip ithalatı ve nitelikli yabancı eleman istihdamı) kullanma kabiliyeti gibi faktörler, bu gelişmeyi desteklemiştir (Mowery, 1994: 80; Mowery, and Rosenberg, 1993: 31).
ii. II. Dünya Savaşı Sonrası: Bu dönemdeki teknoloji politikası, büyük oranda bilimsel, özellikle de temel araştırma, geliştirme veya uygulamalı araştırma fonlarına dayalıydı. Savunma ilintili alanlarda ABD araştırma sistemi, fon kaynakları, uygulayıcılar ve amaçları konusunda büyük bir çeşitlilik kazanmış ve diğer sanayileşmiş ekonomilerdekine benzer olarak, ABD finansal piyasalarının yapısından ve yönetim sisteminden etkilenmiştir. II. Dünya Savaşı sonrası ABD teknoloji politikalarının temel özellikleri (Mowery, 1994: 109), savunma ve ilintili kurumlar tarafından yapılan ar-ge harcamalarının büyüklüğü; ar-ge yapan kurumlar arasında, özellikle de temel araştırmalar konusunda üniversitelerin öne çıkan rolü, yeni teknolojilerin ticarileştirilmesinde temsilci olarak yeni firmaların artan katkısı ve endüstriyel teknolojilerin sağlanmasına ilişkin minimal yardım şeklinde özetlenebilir. ABD ulusal yenilik sistemindeki bileşenlerin her birinin önemi XX. yüzyılda değişmiştir. XX. yüzyıl başlarında hem üniversitelerde hem de sanayide araştırma tesisleri kurulmuş ve bazı üniversitelerle (sıklıkla kamu üniversiteleri) sınai araştırma kuruluşları arasındaki enformel bağlantılar geliştirilmiştir. Federal hükümet, tarım dışı sektörlerdeki araştırmanın bir destekçisi olarak, oldukça az rol oynamış ve eyalet yönetimleri hem yükseköğrenimi hem de çok sayıda mühendislik uzantılı faaliyeti finanse etmiştir (Mowery, and Rosenberg, 1993: 61). Diğer sanayileşmiş ülkelere kıyasla ABD’nin yenilik politikaları için anti-tröst yaklaşımın önemli bir yeri vardır. İlk endüstriyel araştırma yatırımcıları arasındaki dev firmaların oluşumunda büyük katkısı olan anti-tröst politikasının doğrudan bir sonucu olarak, mikro-elektronikte liberal lisanslama politikalarının izlenmiş olması, yarıgeçişkenler endüstrisine hızla yeni firmaların girişine sebep olmuştur (Mowery, and Rosenberg, 1993: 62). Böylece, sanayi işletmelerinin ar-ge yatırımları daha yüksek düzeylere taşınmıştır. II. Dünya Savaşı’nı takip eden süreçte, önemli teknolojik yeniliklerin çoğu, küresel anlamda rekabetçi ve teknolojik üstünlüğe sahip olan ABD’de gerçekleştirilmiştir. Yurt dışından güçlü bir rekabet baskısının olmayışı nedeniyle ABD firmaları, hem bilimsel ve teknolojik gelişmeleri takip etmek hem de araştırma sonucunda ortaya çıkan temel yenilikleri ticarileştirmek için gerekli zaman ve kaynağa sahip olmuştur. Federal hükümetin teknoloji politikası, bilim ve teknoloji yatırımları, büyük ölçüde temel araştırmanın desteklenmesi ve çeşitli hükümet amaçları doğrultusunda oluşturulmuş; Sovyetler Birliği'ne karşı uzayda yarış ve Soğuk Savaş sürecinde, özellikle savunma ve uzay ilintili büyük ar-ge yatırımları yapılmıştır (Mitchell, 1997: 1).
1970 ve 1980'lerde ise, global teknoloji görünümü değişerek tek başına ABD hakimiyeti yerine, ABD, Avrupa ve Japonya üçlüsü tarafından paylaşılan rekabetçi liderlik ortaya çıkmıştır. Bu süreçte, Avrupa ve Japonya firmaları teknolojik yeteneklerini geliştirerek, sadece kendi yurtiçi bilim ve teknoloji kaynaklarını değil, ABD’ninkileri de kullanma kabiliyeti kazanmışlardır. Nitekim televizyon, müzik seti, video kaydedici, makine araçları ve robotları gibi öncelikle ABD’de geliştirilen teknolojilerde Japonların piyasalara hakim olmaya başlaması, önemli endişeleri ortaya çıkarmıştır (Mitchell, 1997: 1). Öte yandan, teknoloji geliştirme ve ürün yaşam döngüsünün kısaldığı bu dönemde, diğer ülkeler de hızlı bir şekilde teknoloji ticarileştirmeyi öğrenmişti. Örneğin, 1980'lerde, Ford’un Escort’u yeniden tasarlaması yaklaşık on yıl sürerken Honda benzer bir model olan Civic’i aynı dönemde dört kez yeniden tasarlamıştır. Ayrıca, birçok yabancı firma, düşük maliyet ve yüksek kaliteli ürünlerle ABD üreticilerine karşı rekabetçi üstünlük kazandıran yeni yöntemler uyguladıkları için, bazı Amerikan firmaları küresel Pazar payında düşüş yaşamıştır. Rekabetçilik ilintili bu gelişmelere paralel olarak ABD’deki teknoloji politikaları, özellikle yüksek teknolojide kendi firmaları tarafından yapılan arge’nin daha yoğun ve daha hızlı kullanımını teşvik edici yönde oluşturulmuştur. Bu politikalar, yeni teknolojilerin geliştirilmesini ve ticarileştirilmesini hızlandırmak için hükümet laboratuvarları, üniversiteler ve endüstri arasında işbirliği oluşturmaya yönelik çabaları içermiştir (Mitchell, 1997: 2). II. Dünya Savaşı sonrasında barış seferberliğinin yerini Soğuk Savaş modernizasyonun (yeniden silahlanma) almasına paralel olarak, ABD ulusal ar- ge harcamaları içinde federal katkı payı artmıştır. 1939’da yaklaşık %20 olan bu pay, 1962’de %50’nin üstüne çıkmıştır. Bu durum federal hükümet laboratuvarları yerine, sanayi ve üniversitedeki ar-ge faaliyetlerini teşvik etmiştir. 1980’lere gelindiğinde, ar-ge harcamalarının %12,2’si kamu sektörü %13,2’si üniversiteler ve %71,1’nin de özel sektör tarafından gerçekleştirildiği görülmektedir (Mowery, 1998: 640). 2013 yılı itibariyle ABD’de GSYİH’nin %2,8’i ar-ge faaliyetlerine harcanırken, bu harcamaların %69,8’i özel kesim tarafından yapılmış; imalat sanayi ihracatının %25,5’i yüksek ve %41,1’i orta-yüksek teknolojili ürünlerden oluşmuştur (OECD, 2015).
Japonya’da Teknoloji Politikaları İthalat yerine kendi ar-ge çabalarıyla teknoloji üretmeye yönelik bir dönüşüm yaşayan Japonya’da, uygulanan teknoloji ve yenilik politikalarının evrimi, aşağıdaki dönemsel sınıflandırma çerçevesinde özetlenebilir (Odagiri, and Goto, 1993: 77- 83). i. Tokugawa Dönemi (1603-1868): Teknolojik gelişme açısından oldukça statik olan bu dönemde, madencilik ve tarıma yapılan yatırımlarla üretim artışı teşvik edilmiş; makina ve inşaat mühendisliği alanlarında teknoloji gelişmiş; buhar motorlarının icat edilmesindeki başarısızlığına rağmen, teknolojik düzeyi Batı’nın çok da gerisinde olmayan Japonya, eğitim bağlamında, Batı üniversitelerinde bilim eğitimi daha erken başlatıldığından yükseköğretim konusunda olmasa da, ilköğretim düzeyinde ABD ve Avrupa ülkelerinden daha iyi göstergelere sahipti. ii. Meji Dönemi (1868-1911): 1868 Meji Restorasyonu’nun ardından feodal olmayan bir merkezi hükümetin göreve başlaması ve 1854’teki içine kapalılığın sona ermesi, Japon hükümetini ve kamuyu, Batılı devletlerin hızına hem ekonomik hem de askeri olarak yetişmeye ve gelişmiş yabancı teknolojiyi ithal etmeye sevk etti. Böylece, taşımacılık, iletişim, elektrik, su, doğalgaz gibi kamu hizmetleri, eğitim ve finansmanı içeren altyapının oluşturulması için, ilgili alanlarda organize bir çaba başlatıldı. Meji döneminde hükümet, ithal teknolojinin özümsenmesi ve beşeri kaynak gelişimine yönelerek Japonya’nın endüstriyel gelişimi için ön koşulları hazırlamaya çalıştı (Ohno, 2013: 125). Çeşitli yöntemlerle teknoloji transferi sağlandı ve özellikle de sosyal sistemlerin ithalinde yabancı öğretmen ve uzmanların katkısından yararlanıldı. Ülke genelinde bir ilköğretim sistemi inşası için deneme ve yanılma süreci 30 yıl aldı. Yükseköğretim sistemine ilişkin ise, 1873 yılında Sanayi Bakanlığı (Kabusho) tarafından, İngiliz mühendislerden yardım alınarak Mühendislik Fakültesi (Kogakuryo) kuruldu. İngiliz ağırlıklı yabancı profesörlerin görev aldığı bu fakülte, daha sonra önemli Japon imalat şirketlerinin çoğunu kurmuş olan mezunlar verdi. Meji döneminin başlarında, özel sektör için gerekli yatırımı finanse etmek ve risk almak hala zor olduğu için, hükümet tarafından özellikle 1870’ler ve 1880’lerin başlarında, demiryolu, gemi imalatı, makine ve tekstil gibi alanlarda tesisler kuruldu. Ancak, askeri ve telekomünikasyon içerikli olanlar hariç olmak üzere, bunların çoğu, zarar ettiklerinden mali disiplin çerçevesinde kademeli olarak özel girişimcilere satıldı. Ayrıca Meji hükümetinin, Çini sömüren diğer ülkeler ve Rusya tehdidine karşı askeri kapasite oluşturma isteği nedeniyle savunma sanayi, o dönemdeki Japon ekonomisinin önemli bir oranını oluşturmaktaydı. Yabancı mühendis ve/veya makine ithalatı yoluyla faaliyetlerini sürdüren bu fabrikalardaki nitelikli personelin, özellikle de 1904-1905 Rusya-Japonya Savaşı’nın ardından gelişen silahsızlanma sürecinde, özel sektöre kaymasıyla birlikte teknolojik birikim özel sektöre transfer edilmiş oldu.
iii. İki Dünya Savaşı Arası (1914-1945): Japon ekonomisinin kalkışa geçtiği 1910’ların ortalarında, çelik, makine, kimyasal ve diğer ağır sanayideki çoğu üretim tesisi kuruldu; ülkenin bilimsel ve mühendislik temeli de şekillenmeye başladı. Meji dönemi eğitim kurumlarıyla daha nitelikli işgücü ortaya çıkarken, akademik yapı şekillenmeye başladı ve ticari şirketler açısından yabancı teknolojik bilgiye ulaşım daha kolay hale geldi. Bir yandan da sanayiciler, politika yapıcılar, askeriye ve bilim adamlarının katkılarıyla temel araştırma kurumları, ulusal sanayi laboratuvarları, bilim ve teknoloji eğitiminin artırılması vb çabalar gerçekleştirildi. Daha fazla temel araştırmayı teşvik için özel sektör ortaklığıyla 1933’de Bilim Konseyi kuruldu; şirketler de kendi araştırma laboratuvarlarını oluşturmaya yöneldi. 1937 Çin-Japon Savaşı’nın ardından, ağır sanayi üretimi ve ar-ge faaliyetleri hızla artarken Japon imalat sanayi, bazı alanlarda küresel ölçekte rekabetçi olurken bu endüstrilerde birçok açıdan Amerikan ve Avrupa teknolojisine bağlı kalınmış; 1930’ların sonuna kadar aktif olarak teknoloji ithal edilmiştir. Teknoloji ithalatının durduğu II. Dünya Savaşı süresince ar-ge faaliyetlerindeki artış, Japonya’nın boşluğu doldurma çabasını yansıtmaktadır.
iv. II. Dünya Savaşı sonundan 1970’lere: Japon ekonomisi üzerinde etkisi ağır olan II. Dünya Savaşı sonrasında, teknoloji ithalatı hızla arttı. 1940’ların başlarında makine ve çelik gibi ağır sanayi, ülke ekonomisinde büyük bir paya sahipti ve Savaş sona erdiğinde kısmen askeri birikime dayalı bu endüstrilerde çalışan araştırmacı, mühendis ve nitelikli emek, sivil üretimde kullanılmaya başlandı. 1945-1972 yıllarına tekabül eden ve genellikle “yakınsama dönemi” olarak anılan bu evrede, Batı teknolojisini ithal eden ve uyarlamacı teknolojiye yüksek oranda ar-ge desteği sağlayan bir politika izlenmiş; ağır sanayi sektörlerinin kapasitesinin artırılması hedeflenmiştir. İhracatı teşvik edici ve yerli firmaları yurtdışı rekabetten koruyucu politikalarla desteklenen bu dönemde, toplam faktör verimliliği yıllık %5 ve GSYİH %9 oranında artarak Japonya’nın iktisadi performansının bir mucize olarak adlandırılmasına sebep olmuştur (Mani, 2002: 80; Ruttan, 2001: 454-455).
v. Teknoloji Geliştirme: Japonya, dış piyasalarda rekabet gücü kazandıkça teknoloji ithalatına olan bağlılık azalmış; 1960’larda kendi teknolojisini geliştirme ihtiyacı daha önemli hale gelmiş ve yurtiçi ar-ge teşvikleri kamu politikalarının öncelik alanlarından olmuştur. Zira öncesinde, özel sektöre sağlanan teşvikler, rakip ülkelere kıyasla düşük düzeydeydi. 1970’lerdeki enerji krizi ve ağır sanayiye dayalı büyümenin çevresel etkileriyle ilgili endişelerin artması, 1980’lerde ağır sanayiden uzaklaşan bir dönüşümü başlatırken bilimsel ve teknolojik kaynaklar, ar-ge altyapısını güçlendirmeye yöneltilmiş; sanayi, yüksek katma değerli ticari elektronikler ve iletişim endüstrileri üretim ve ihracatında başarılı bir dönüşüm gerçekleştirmiştir. Bu aşamada iktisadi büyüme zayıflamış; toplam faktör verimliliği %1’e ve GSYİH artışı %4’e düşmüştür (Ruttan, 2001: 455). 1970’lerden 1990’lara kadar devam eden kendi inovasyonunu gerçekleştirme süreci, önceki dönemlerle karşılaştırıldığında yurtiçi yenilikçi teknoloji için gerekli kapasitenin oluşturulduğu aşamadır. 1973’te Bilim ve Teknoloji Komisyonu tarafından hazırlanan “Bilim ve Teknoloji Üzerine Beyaz Rapor” ile birlikte, bu tarihten itibaren 20 yılda, bilimsel yapıların dönüşüm süreci yaşanmış; yenilikçi araştırmanın desteklenmesi için, üniversitelerde etkin devlet desteği, belirli süreli görevlerde sanayiden ve üniversiteden genç bilim adamlarına finansman sağlamak için yeni mekanizmalar ve ulusal laboratuvarların uzun dönemli temel araştırmaya yönlendirilmesini içeren yeni programlar başlatılmıştır (Mani, 2002: 80). Bilime dayalı teknolojilerin gelişimine yönelik çabaların dikkat çektiği 1990’larda, ticari teknoloji gelişimini artırmaya yönelik araştırmaya, GSYİH’nin %2,5’i oranında yatırım yapılmıştır. Bu yeni strateji, 1970-1990 yakınsama evresindeki stratejiye göre iktisadi büyümeyi yavaşlatmıştır (Ruttan, 2001: 455). Japonya’da, 1990’lardan itibaren özel sektör ar-ge faaliyetlerinde de bir yavaşlama gözlenmiştir. Bu durumun, biyoteknoloji, genetik ve yazılım gibi yeni ve hızla gelişen teknolojilerde Japonya’nın yeteneğini olumsuz etkileme potansiyeli ve gelişen Asya ekonomilerinden gelen rekabet artışı nedeniyle kamusal ar-ge bütçesi iki katına çıkarılarak yeni programlara fon sağlanmıştır. 1992’de kabul edilen “Bilim ve Teknoloji Temel Planı” ile, üniversiteler ve devlet araştırma kurumlarında teknoloji altyapısının yenilenmesi ve rekabetçi araştırma yardımlarının genişletilmesi öngörülmüştür (Mani, 2002: 80).
Japonya’nın yenilik sisteminde 1990’larda ortaya çıkan ve 2000’ler boyunca da etkisini devam devam ettiren iki önemli gelişme, temel kanunun çıkarılması ve yükseköğrenim reformudur. Temel kanunun çıkarılmasıyla birlikte genel teknoloji politikasının planlama ve koordinasyonu görevi, Bilim ve Teknoloji Politikası Konseyi’ne verilmiştir. Yükseköğrenim reformu ise, kısa dönem hedefi olarak, üniversitelerin, endüstri ile daha yakın çalışmasını öngörmüştür. ABD’deki üniversitelerin bilgi teknolojisi ve biyoteknolojiyi geliştirmede oynadığı büyük role karşılık Japonya’da, teknoloji lisans ofislerini oluşturmada üniversitelere öncelikli önem verilmiştir (Goto, and Motohashi, 2009: 29- 39). Teknoloji ithalatından kendi teknolojisini üreten Japonya’ya geçişi sağlayan politika gelişmeleri şöyle özetlenebilir (Odagiri, and Goto, 1993: 102): i. 1950’lerde, demir-çelik, kömür madenciliği, gemi nakliyeciliği ve elektrik enerjisi gibi bazı endüstrilerde sübvansiyon, vergisel teşvik ve düşük faizli kredi gibi devlet desteklerinden yararlanılırken endüstrilere yönelik destek miktarı oldukça sınırlıydı. Bazı devlet yardımları zamanla azaltıldı ve diğer GÜ’ler tarafından uygulanan düzeye indirildi. ii. 1970’lere kadar ithalat ve doğrudan yabancı yatırım (DYY) girişi üzerindeki kısıtlamalar en önemli politikaydı.
1960’ların sonunda kapitalist ekonomiler arasında ikinci sırada olan Japonya’da korumacılık altında büyüyen piyasa, kendi aralarında yoğun olarak rekabet eden Japon firmaları için tesis, ekipman ve ar-ge’ye yatırım için güçlü bir teşvik unsuru oluşturdu. Ayrıca, Savaş sonrası çıkarılan Japon Barış Anayasası ile birlikte, askeriye, iş dünyası için önemli bir müşteri olmaktan çıktı. 1960 ve 1970’li yıllarda, Savaş’tan önce askeri üretim tarafından desteklenen fakat Amerikan ve Avrupalı üreticilere kıyasla hala bebeklik çağında olan otomobil gibi endüstrilerin dış rekabete dayanamama ihtimaline rağmen, ticaret ve yatırım üzerindeki kısıtlamalar büyük oranda azaltıldı. iii. Japonya Telefon (Nippon), 1985’te özelleştirilen Telgraf, 6 bölgesel şirkete ayrılan ve 1987’de özelleştirilen Japonya Demiryolu gibi kamu kurumları tarafından yapılan alımlar, iletişim, elektronik ve demiryolu araçları sanayiine yardımcı oldu. iv. Japonya Dış Ticaret Teşkilatı (JETRO), Bilim, Sanayi ve Teknoloji Kurumu ve Uluslararası Ticaret ve Sanayi Bakanlığı’nın (MITI) teknolojik bilginin sağlanması ve yayılmasında başlangıçta önemli olan rolü, firmaların uluslararası tecrübe kazanması ve teknolojik bilgi edinmesiyle azalmıştır II. Dünya Savaşı’ndan günümüze Japonya’da devlet eliyle başlatılan teknoloji geliştirme faaliyetleri, zamanla özel sektöre yayılmış ve ülke rekabetçi konum kazanmıştır. 2013 itibariyle Japon GSYİH’sinin %3,4’üne tekabül eden ar-ge faaliyetlerinin %76,1’i özel sektör tarafından gerçekleştirilmekte; imalat sanayi ihracatının %16,4’ünü yüksek ve %59,9’unu orta-yüksek teknolojili ürünler oluşturmaktadır (OECD, 2015).
AB Teknoloji Politikaları-I 1951 Paris Antlaşması’yla hukuken şekillenmeye başlayan bütünleşmenin başlarından itibaren bilimsel ihtiyaçlar, hem araştırmacı ve bilgi hareketliliğini hayata geçirmek, hem de araştırmacılar arasında daha büyük sınır-ötesi işbirliği, ar-ge desteği ve programların oluşturulması konusunda koordinasyonu artırmak suretiyle rekabetçi pozisyonu geliştirmek için Avrupa ulusal hükümetlerini bilim ve teknoloji alanında ortak harekete yönlendirmiştir 1957 Roma Antlaşması ile enerji, kömür-çelik ve tarım alanlarındaki ar-ge için fon sağlamayı da içeren Avrupa Ekonomik Topluluğu (EEC) ve Atom Enerjisi Topluluğu (EURATOM); 1958 yılında, ortak politika alanları şekillenirken bilimsel öneri ve teknik destek sağlamakla görevli Ortak Araştırma Merkezi (JRC) kurulmuştur. Ortak teknoloji politikası bağlamında başlangıçtaki çabalar, daha çok büyük ölçekli bilimsel altyapı oluşturulması; kömür, çelik ve nükleer araştırmalara fon temini ve uyumlu programların hazırlanmasına odaklanmıştır. Bilimsel altyapıların oluşturulması hükümetlerarası mekanizmalarla sağlanırken koordine programların hazırlanması uluslarüstü mekanizmalarla gerçekleştirilmiştir. Büyük ölçekli pan- Avrupa araştırma altyapı oluşumlarının en güzel örneği, rekabetçilik merkezli/sınır- ötesi işbirlikçi teknolojik araştırma fonlama planı olan EUREKA’dır.
AB Teknoloji Politikaları-II 1980’lerde Avrupa’da ortak pazar yapılanırken, üye ülkelerdeki bilimsel araştırmayı teşvik ve koordine etmek üzere, bir dizi “Çerçeve Programları” oluşturulmuş; bilim ve teknolojik araştırmanın sürekli değişen doğası ve gelişen önceliklere göre bu programlar güncellenmiştir. 2014’den itibaren, 2020’ye kadar sürdürülecek olan AB’nin yeni dönem Araştırma ve Yenilik Çerçeve Programı, “Horizon 2020” hayata geçirilmiştir. AB teknoloji politikalarının evriminde önemli unsurlar olarak, 1986’da imzalanan ve bilimin bir AB sorumluluğu olduğunu onaylayan Tek Avrupa Senedi ile araştırma ve teknoloji geliştirmeyi teşvik konusunda AB’nin rolünü genişleten 1991 Maastricht Antlaşması anılmalıdır. 1992 gibi erken bir tarihte, ortak fonlanan araştırma ve yenilik faaliyetleri 93 milyon Euro’ya eşdeğerdir. 1998 yılında hemen tüm kritik alanlarda gerekli kurumlaşmalar oluşturulmuş ve yenilik faaliyetleri yaygın bir şekilde fonlanmaya başlanmıştır. 2000 yılında ortaya çıkan Lizbon Stratejisi’yle, AB’nin dünyanın en rekabetçi ve en dinamik bilgi-temelli ekonomisi yapılmasına karar verilmiş; 2010 yılında ulaşılması düşünülen bu hedefin gerçekleştirilebilmesi için Avrupa Araştırma Alanı (ERA-European Research Area) kurulmuştur.
AB Teknoloji Politikaları-III 2003’te, her bir üye ülkenin ar-ge harcamalarının GSYİH’ye oranının en az %3 olması kararlaştırılmıştır. Avrupa araştırma alanının daha iyi düzenlenmesine yönelik diğer adımlar şunlardır: Araştırma Altyapılarında Avrupa Araştırma Forumu (ESFRI), AB’nin büyük ölçekli pan-Avrupa altyapılarının, araştırmacılar için daha erişilebilir kılınmasından ve bu tür altyapıların oluşturulmasından sorumludur. AB ile Avrupa Uzay Ajansı (ESA) arasında işbirliği anlaşması gerçekleştirilmiştir. Ortak Program İnisiyatifleri ile AB ve EUREKA gibi hükümetlerarası fonlama planları ve ulusal programlar arasında daha fazla koordinasyon sağlanmıştır. Ortak Teknoloji Girişimleri ile stratejik araştırma gündemlerinin formülasyonu ve yürütülmesi konusunda endüstriler, araştırmacılar ve bazen de üye ülkeler bir araya getirilmiştir. 2013 itibariyle AB ölçeğinde, GSYİH’den ar-ge’ye ayrılan payın %1,92 olduğu; bu harcamaların %63,03’ünün özel sektör tarafından gerçekleştirilmiştir.
Güney Kore’de Teknoloji Politikaları-I 1960’ların başında Meksika’nın üçte biri kadar ve Sudan’ın altında kişi başına gelire sahip olan G. Kore’nin, tarım ekonomisinden sanayileşmeye doğru gerçekleştirdiği yapısal dönüşüm ve GÜ’lere yakınsama performansı bağlamındaki başarı öyküsü incelendiğinde 1960’ların başlarında ikameci yaklaşımla hafif sanayileri geliştirmeyi amaçlayan G. Kore, ucuz fakat nitelikli emeğe dayalı karşılaştırmalı üstünlüğe rağmen, üretim tesislerinin kurulması ve işletilmesi için yeterli teknolojik yetenek ve yurtiçi tasarrufa sahip olunmadığı için ihracat öncülüğünde dışa dönük bir sanayileşme stratejisiyle birlikte ithal teknolojiye yöneldiği görülür. Uygun teknoloji seçimi ve onun özümsenmesi için çok az yurtiçi ar-ge faaliyetinin gerçekleştirildiği bu dönemde, bilimsel ve teknolojik altyapının oluşturulmasına yönelik bazı kurumsal oluşumlar gerçekleştirildi. Bilim ve Teknoloji Bakanlığı (The Ministry of Science and TechnologyMOST) ve Kore Bilim ve Teknoloji Enstitüsü (Korean Institute of Science and Technology-KIST) kuruldu. Hafif sanayiler için teknolojik öğrenme sürecinin ardından 1970’lerdeki sanayileşme stratejisi, ağır makine ve kimya sanayinin gelişimine odaklanmış; yabancı teknolojilerden öğrenmeyi kolaylaştırmaya ve aynı zamanda yerli bilim ve teknoloji altyapısını geliştirmeye yönelmiştir.
Güney Kore’de Teknoloji Politikaları-II Endüstriyel ihtiyaçları karşılamak için teknolojik özümseme sürecini geliştiren ve araştırmayı teşvik eden yaklaşımla sanayilerin kendi ar-ge’lerini gerçekleştirmelerinin henüz mümkün olmadığı koşullarda, yurtiçi arge kabiliyeti oluşturmada devlet aktif rol oynamıştır. Makine, elektronik, kimya ve gemi yapımı gibi alanlarda endüstriyel teknolojinin gelişimi ve yayılımına odaklanan hükümet destekli araştırma enstitüleri kurulmuş; ithal edilen teknolojiye uyum sağlamak için gerekli kurumsal mekanizmalar geliştirilerek ar-ge faaliyetleri teşvik edilmiştir. Bu süreçte imalat sektörü gelişerek iktisadi büyümeye katkı sağlanmıştır. 1980’lerde küresel gelişmelere uygun olarak başlatılan yerel ar-ge çabaları, hem Asya Krizi’nin atlatılmasında hem de bilgiye dayalı ekonomiye geçişte etkili olmuştur. Yapısal uyarlama ve teknoloji yoğun endüstriyel gelişmenin yaşandığı bu dönemde, reel ücretlerdeki hızlı artış ve yurtiçi piyasaların kademeli olarak dış rekabete açılması, G. Kore firmalarını yurt dışından teknoloji transferi ve ar-ge yoluyla teknoloji geliştirmeye zorlamış; bilim ve teknoloji politikasında, stratejik teknolojilerle nitelikli işgücünün gelişimi ve özel sektör ar-ge faaliyetlerinin teşvikine önem verilmiştir.
Güney Kore’de Teknoloji Politikaları-III 1982’de Ulusal Ar-ge Programı başlatılmış ve DYY politikası liberalize edilerek bu yolla gelişmiş teknoloji özendirilmeye çalışılmıştır 1990’ların başlarından itibaren teknolojik gelişmenin üçüncü aşamasını oluşturan ar- ge kabiliyetinin inşa edildiği yenilik aşamasına geçilmiş; GSYİH’den ar-ge’ye ayrılan pay %2’ye yükselmiştir. Bu dönemde G. Kore, bazı yüksek teknoloji alanlarında teknolojik yetenek oluşturmayı başarmıştır. Bilgi ve telekomünikasyon, yarı geçişken ve LCD’ler, çelik, gemi inşası ve otomobil gibi alanlarda kendini geliştirmiş; özellikle DRAM yarı-geçişkenler, TFT-LCD ve CDMA hücresel cep telefonu gibi yüksek teknolojili endüstrilerde dünyada en yüksek paya sahip olmuştur. 2013 itibariyle, %4,15’lik ar- ge/GSYİH oranı ile dünyada ikinci sıraya yükselen G. Kore’de ar-ge faaliyetlerinin %78,51’i özel sektör tarafından yapılmakta ve imalat sanayi ihracatının büyük bir oranını yüksek (%25,7) ve orta-yüksek (%41) teknolojili ürünler oluşturmaktadır.
Çin’de Teknoloji Politikaları-I Çin’de 1950’lerden itibaren yüksek teknoloji için stratejiler, transfer ve teşvik politikaları benimsenerek ülkenin hem iktisadi hem de askeri olarak güçlendirilmesi hedeflenmiştir. Japonya ve G. Kore’ye benzer şekilde gözlenen yoğun devlet desteğinin bazı önemli sebepleri vardır. İlk olarak, binlerce yıllık Çin tarihi ve kültürü, toplum yaşamının birçok alanında oldukça etkili bir hükümet yaratmıştır. İkincisi, sosyalist/planlı ekonomi sistemi, piyasa yönelimli reformlarla değişmekle birlikte, temel güç yapısı değişmemiştir. Üçüncü olarak da, Çin’in hala bir GOÜ olması nedeniyle ekonomiye devlet müdahalesi devam etmiştir. Çin’de, GÜ’lere yakınsama çabalarının başlangıç aşamalarında, özel sektörün zayıflığı nedeniyle sınırlı kaynakların harekete geçirilmesinde devlet, kilit endüstrilere ve yenilik sisteminin çekirdeği haline gelen kamu iktisadi teşebbüsleri ve kamu araştırma kurumlarının gelişimine odaklanmıştır. Çin’deki yenilik sisteminin dönüşümü, planlı ekonomi (1949-1980), yakınsama (1980-2006) ve yurtiçi yenilik kapasitesi oluşturma (2006 sonrası) şeklinde üç aşamada ele alınabilir.
Çin’de Teknoloji Politikaları-II iii. Yurtiçi Yenilik Kapasitesi Oluşturma (2006 sonrası): Orta ve Uzun Vadeli Bilimsel ve Teknolojik Gelişme Planı (2006-2020) ile 2020 yılına kadar yenilik odaklı toplum ve 2050 yılına kadar da bilim ve teknolojide dünya liderliği hedeflenmiştir. Sürdürülebilir iktisadi, sosyal ve çevresel gelişme için yenilik teşvikine dayanan bu planda, ar-ge/GSYİH oranının %1,3’ten, 2020’de %2,5’e yükseltilmesi; yeni vergi politikasıyla ar-ge harcamalarına ve donanımına yönelik vergi indirim ve teşviklerinin düzenlenmesi ve yurt içinde geliştirilen teknolojinin kamu tarafından satın alımı vurgulanmıştır. Çin’deki hızlı iktisadi büyümeye rağmen yenilik kapasitesi zayıflığının bazı sebepleri vardır. Bunlardan ilki, iktisadi büyümenin büyük bir kısmının yabancı teknoloji ve yatırıma bağlı olmasıdır. İkincisi, kopyalama ve taklit kültürünün, sadece ürün geliştirme düzeyinde değil, aynı zamanda bilimsel araştırma alanında da yaygın olmasıdır. Yurtiçi bilgi ve fikri mülkiyet haklarına dayalı yenilikler, bu davranışı değiştirmek için önemlidir. Üçüncü olarak, Çin ekonomisinin yüksek büyüme oranları, cari kalkınma stratejisinde bir değişme olmaksızın sürdürülemeyecektir. Örneğin, yakın gelecekte sürdürülebilir büyümeyi sağlamak için daha verimli enerji kullanımı, daha çevre dostu teknoloji ve yeni yönetim yeteneklerine ihtiyaç duyulacaktır. Nihayet, yatırım politikaları, yurtiçi şirketlere kıyasla yabancı şirketler için daha uygundur. Bilim ve teknoloji politikalarıyla, sanayi, finansman ve maliye politikalarını giderek daha entegre hale getiren GSYİH’den ar-ge’ye ayırdığı payı da 1990’lardaki %0,80 düzeyinden %2,02’ye çıkaran Çin’in, 2000’lerden itibaren hızla artan ihracatı içinde yüksek teknoloji payının, 1990’larda %15 iken 2013’te %31,7’ye yükseldiği görülmektedir.
Türkiye'de Teknoloji Politikaları-I Türkiye’de cumhuriyetin ilanından itibaren iç ve dış sosyo-ekonomik faktörlerin etkisi altında şekillenen teknoloji politikasının gelişimi, 1980 öncesi için üç alt-dönemde incelenebilir. i. 1923-1950 Dönemi: Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yılları, devlet yapılanmasının her alanda yoğun biçimde gerçekleştirildiği; uzun süren Kurtuluş Savaşı tahribatının onarılması ve toplumsal refahın sağlanması yolunda uzun vadeli ve kalıcı politikaların üretilmeye çalışıldığı bir dönemdir. Okuryazarlığın artırılması ve eğitimin her kademesinde sayı ve kalite açısından gelişme ana hedeflerdendir. 1923 yılında toplanan İzmir İktisat Kongresi, Türkiye’yi sanayileşmiş ülkeler arasına sokacak düşünce ve politikaların tartışıldığı bir platform olmuş; burada yeni ekonomik düzenin ilkeleri oluşturulmuştur. 1923-1929 arasında sanayileşme için öncelik verilen özel girişim, devlet tarafından teşvik ve himaye edilmiştir. Özel sektörün yeterli düzeyde sermaye ve teknoloji birikimine sahip olmaması nedeniyle, söz konusu politikalar yeterince başarılı olamamıştır. Ülke koşulları, 1929 bunalımı, dünya ve özellikle Avrupa’daki yönelimlerin de etkisiyle devletçilik ilke haline gelirken, 1933-1938 yıllarını kapsayan Beş Yıllık Sanayi Planı’yla maden, kağıt, seramik, cam ve kimya sanayiindeki yatırımların düzenlenmesi amaçlanmıştır. Aynı yıllarda Avrupa’daki kaos nedeniyle birçok bilim adamı Türkiye’ye gelerek bilimin ve özellikle üniversitelerin gelişimine katkıda bulunmuşlardır. 1938-1950 döneminde birkaç istisna dışında, imalat sanayine yönelik hiçbir yatırım yapılamamış; üretim dinamiklerini harekete geçirecek ve planlı kalkınma sürecini oluşturacak herhangi bir tutarlı politika üretilememiştir.
Türkiye'de Teknoloji Politikaları-II ii. 1950-1960 Dönemi: Bu dönemde devlet, daha çok yol, baraj, liman gibi altyapı yatırımlarına önem verirken teknoloji transferi ağırlıklı yatırımları özel sektörün üstlenmesi şeklinde bir teşvik yaklaşımı tercih edilmiştir. Gelişimi devam eden Kamu İktisadi Kuruluşları (KİT) yatırımlarının arkasında, kalkınmayı hızlandırma arzusu yatarken özel teşebbüsün yatırım yapacak sermaye birikimine sahip olmaması da bu uygulamada rol oynamıştır. 1950’deki hükümet değişikliği ile birlikte bazı yeni politikalar uygulanmaya konmuş; kamu yatırımları ve harcamalarını artırmak suretiyle özel girişimciliği cazip kılacak altyapı ve talebin oluşumu amaçlanmıştır. Bu dönemde kurulan Türk Sanayi Kalkınma Bankası, özel kesime kredi sağlamış ve iç kredi hacmi enflasyonist bir para politikası ile desteklenerek sanayi yatırımlarının finansmanı için gereken tasarrufların/fonun teminine çalışılmıştır. iii. 1960-1980 Dönemi: Türkiye ekonomisinde 1930’larda başlatılan ve II. Dünya Savaşı’nın etkisiyle kesintiye uğrayan planlı kalkınma sürecine 1960’lardan sonra farklı bir formatla geri dönülmüş; planları hazırlamak ve uygulamaları izlemek üzere Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) görevlendirilmiştir. Bilim ve teknoloji alanında spesifik politika formülasyonu çabalarının planlı dönemle birlikte başladığı Türkiye’de bilimsel faaliyetin yönlendirilmesi için Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu (TÜBİTAK) kurulmuş; 1960’lara kadar üniversitelerle sınırlı olarak yorumlanan bilim ve teknoloji politikaları, kalkınma planları ile farklı unsurlar içermeye başlamıştır
Türkiye'de Teknoloji Politikaları-III ∗ Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda (BYKP, 1963-1967) yükseköğrenim kurumlarıyla kamu sektöründeki araştırma faaliyetleri envanterinin anket yoluyla çıkarılması ve personel durumuyla harcamaların tespitine çalışılmış ve temel araştırmalara, uygulamalı araştırmaları sağlayıcı ve geliştirici bir yön verilmesi ilkesi benimsenmiştir. İkinci BYKP’nda (1968-1972), bilim ve araştırma çabalarının iktisadi kalkınma ve sosyal gelişme hedeflerini gerçekleştirecek şekilde yoğunlaştırılması vurgusu yapılarak teknolojik gelişmenin temelinin, bilimsel araştırmalara dayandığı ifade edilmiştir. İlk kez teknoloji politikalarına yer veren Üçüncü BYKP’nda (1973- 1977), ithal teknolojilerin etkin kullanımına yönelik uyumun sağlanması için bilimsel altyapı çalışmalarının gerçekleştirilmesi ve yurtiçi teknoloji üretiminin özendirilmesi öngörülmüştür. Ar-ge’ye ayrılan kaynakların artırılma ihtiyacına yer veren Dördüncü BYKP (1979-1983) ile de teknoloji politikalarının sanayi, istihdam ve yatırım politikalarıyla birlikte bir bütün olarak ele alınması hedeflenmiştir. 1960-1980 döneminde, benimsenen ithal ikameci kalkınma politikaları, özellikle sanayi sektörüne önemli kaynak aktarımları sağlamışsa da, teşvik/koruma sistemi, sektör öncelikli bir şekilde uygulanamamıştır. İktisadi gelişme süreci ithalata ve iç piyasaya aşırı bağımlı bir sanayi yapısının oluşmasına neden olmuş; teknoloji geliştirmeye yönelmemiştir. Bu yapı Türkiye’nin rekabete açık, ihracata yönelik bir strateji uygulamasını geciktirmiştir.
24 Ocak kararlarıyla 1980 yılından itibaren dışa açık kalkınma stratejisine geçilirken, ihracat artışına ve bunun için rekabetçiliğe vurgu yapılmış; teşvik ağırlıklı yeni bir teknoloji politikası dönemine girilmiştir. Ancak bu süreçte, kaynakların imalat sanayii yatırımlarına, teknolojik gelişmeyi destekleyecek faaliyetlere, dış pazarlarda yüksek katma değerli mallarda rekabet gücünü artırmaya yönelik sanayi ve hizmet sektörü yatırımlarına yönelmemesi, teknolojik gelişme kapasitesini kısıtlayıcı bir etki yapmıştır. l990'larda ise, bütçe açığının yol açtığı iç borcun çevrilmesi kaygısı, giderek kamuda teknolojik gelişmeye doğrudan ya da dolaylı katkı sağlayabilecek kaynakları sınırlandırmıştır. Beşinci BYKP’nda (1985-1989), ar-ge faaliyetlerinin önceden belirlenmiş hedeflere yöneltilerek dinamik bir yapıya kavuşturulması ve sınai sorunların çözümüne dönük arge’ye öncelik verilmesi hedeflenmiştir. Altıncı BYK’nda (1990-1994), Türkiye’nin gelişmiş ülkelerle arasındaki bilgi açığını kapatmak için ar-ge yanında bilgiye erişmenin yol ve araçları üzerinde durulmuştur. Yedinci BYKP’nda (1996-2000), ileri teknoloji uygulamalarının yaygınlaştırılması için üniversite-sanayi işbirliğinin önemine dikkat çekilmiş; Sekizinci BYKP’nda (2001- 2005) ise, rekabet gücünün artırılması ve bilgi toplumuna dönüşümün hızlandırılması temel hedefi doğrultusunda, fiziki, beşeri ve hukuki altyapının geliştirilerek ar-ge’ye yönelik devlet yardımlarının artırılması ve teknoparkların desteklenmesi hedeflenmiştir. Dokuzuncu Kalkınma Planı’nda (20072013), teknoloji geliştirme amaçlı girişimciliğin özendirilmesi, özel sektörün belirlenen öncelikli alanlarda araştırma enstitüleri ve/veya merkezleri kurması için teşvik edilmesi ve bilginin sanayiye ve üretime aktarılmasında görev yapacak Teknoloji Transfer Merkezleri kurulması öngörülmüştür.
2014-2018 dönemini kapsayan Onuncu Kalkınma Planı’nda da teknoloji ve yenilik faaliyetlerinin özel sektör odaklı artırılarak faydaya dönüştürülmesi, yeniliğe dayalı bir eko-sistem oluşturularak araştırma sonuçlarının ticarileştirilmesi ve markalaşmış teknoloji yoğun ürünlerle ülkenin küresel ölçekte yüksek rekabet gücüne erişmesine katkı sağlama hedefi belirlenmiştir. Kalkınma planları dışında Türkiye’de 1980 sonrasında, teknolojik gelişmeyi destekleme arayışının yansıması olarak Türk Bilim ve Teknoloji Politikası: 1983-2003”, “Türk Bilim ve Teknoloji Politikası: 1993-2003”, “Bilim ve Teknoloji Politikaları Uygulama Planı (BTP-UP): 2005-2010”, Ulusal Bilim ve Teknoloji Politikaları: 2003-2023 Strateji Belgesi” ve “Ulusal Bilim, Teknoloji ve Yenilik Stratejisi (UBTYS) 2011-2016” ve olmak üzere 5 temel politika belgesi üretilmiştir.
Türkiye'de 1980 Sonrası Bilim ve Teknoloji Politikaları Türkiye 1980'den başlayarak uyguladığı politikalarla büyüme ve kalkınma stratejisinde farklı bir yol izlemeye başlamıştır. Önceki dönemlerde izlenen dışa kapalı ithal ikameci politika yerini,dışa açık ihracata dayalı bir büyüme modeline bırakmıştır. Türkiye ekonomisinin bu dönemde ortaya çıkan ekonomi politikasının temel amaçları: • Dış ticaretin geliştirilmesi ve serbestleştirilmesi, • Döviz piyasanın ve sermaye girişlerinin önündeki engellerin kaldırılması, • Faiz oranlarının serbestleşmesi, • Devletin piyasadan çekilmesi, • İhracatın artırılması olarak belirlenmiştir. 1980'li yıllarda yaşanan süreçler ekonomik alanda ülkeyi değiştirirken, aynı zamanda kalkınma planları ile belirlenen ancak bir türlü gerçekleştirilemeyen bilim ve teknoloji politikalarının da gözden geçirilmesine olanak sağlamıştır. ilk kez kurumsal ve ayrıntılı bir bilim ve teknoloji politikası hazırlama süreci bu dönemde başlamıştır. Türkiye’de 1980 sonrasında, ''Türk Bilim ve Teknoloji Politikası: 1983-2003”, “Türk Bilim ve Teknoloji Politikası: 1993-2003”, “Bilim ve Teknoloji Politikaları Uygulama Planı (BTP-UP): 2005-2010”, Ulusal Bilim ve Teknoloji Politikaları: 2003-2023 Strateji Belgesi” ve “Ulusal Bilim, Teknoloji ve Yenilik Stratejisi (UBTYS) 2011-2016” olmak üzere beş temel politika belgesi hazırlanmıştır.
Türk Bilim ve Teknoloji Politikası: 1983-2003 Türk Bilim ve Teknoloji Politika: 1983-2003 belgesi,300 kadar bilim adamı ve uzmanın katılımıyla 1980'li başından başlayarak iki yılı aşkın bir sürede ortaya çıkmıştır. Ortaya çıkan bu belge ilk ayrıntılı bilim ve teknoloji politikası belgesi olması özelliğine sahiptir. Bu belgenin oluşması sürecinde kurumsal bir yapı oluşturmak ve temel politikaları belirlemek için Bilim ve Teknololoji Yüksek Kurulu(BTYK) kurulmuştur. Kuruluş tarihi, 4 Ekim 1983 tarihli olan kurulun temel hedefi,bilim ve teknoloji politikalarında hükümete yardımcı olmak,amaçları saptamak,araştırma alanlarına tespit etmek ve koordinasyon gibi görevleri olan kurul Başbakanlığa bağlı olarak çalışan kurul, bilim ve teknoloji politikalarının en üst yapısı olarak örgütlenmiştir. Türk Bilim ve Teknoloji Politika: 1983-2003 belgesinin temel amaçları şu şekilde sıralanabilir: • Bilimsel seviyenin artırılması, • Nitelikli insan gücü yetiştirilmesi, • Ekonomik ve sosyal alanlardaki ilerlemede bilim ve teknolojinin etkinliğinin artırılması, • Savunma sanayinin güçlenmesi için araştırma ve geliştirme faaliyetlerine ağırlık verilmesi, • Alt yapı ve hizmet sektöründe teknolojik gelişmenin sağlaması. Bu amaçlar sonucu olarak Türkiye'nin 21.yüzyılda ilk yirmi sanayi ülkesi arasına girmesi ve kendi teknolojisini üreten bir ülke olması istenmiştir.Temel amaçların uygulanabilmesi için belirlenen stratejiler : • 1983 envanterine göre %0,21 olan Ar-Ge/GSYİH oranının 1993'te %1' ve 2003 yılında %2 çıkarılması, • 1983 yılında 10.000 çalışan başına düşen tam zamanlı araştırmacı sayısı 4,2 iken, bu sayının 1993'te 15 ve 2003 yılında 30'a çıkarılması • Dünya bilimsel araştırmalara katkısı açısından 1981'de 41.sırada olan ülkemizin 2003 yılında ilk yirmiye girmesi hedeflenmiştir. Bu plan ve hedefler oldukça iddialı olmasına rağmen sistematik olarak uygulama alana bulamamış Türk Bilim ve Teknoloji Politika belgesi hayata geçirilememiştir.
Türk Bilim ve Teknoloji Politikası: 1993-2003 Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu ikinci toplantısını 4 Şubat 1993 yılında yapmıştır. Bu toplantıda alınan karar gereği yeni bir bilim ve teknoloji politika belgesi oluşturulmuştur. Ülke ve dünyadaki var olan gerçeklerden hareketle ileri teknoloji ürünleri, bilişim, nükleer teknoloji ve uzay teknolojisi gibi alanlardaki çalışmaların teşvik edilmesi; bilim ve teknoloji hedeflerinin on yıllık bir vizyon ile saptanması öngörülmüştür (TÜBİTAK, 1993: 6). Planda yer alan amaçların gerçekleştirilmesi için öngörülen stratejik hedefler şunlardır: 1. On bin nüfus başına 7 olan araştırmacı sayısının 15'i aşması, 2. Araştırma ve geliştirme harcamalarının, gayri safi milli hasıladaki payının %1'i geçmesi, 3. Dünya sıralamasında bilime katkı açısından kırkıncı sırada olan ülkemizin otuzunculuğa çıkması, 4. Ülke araştırma geliştirme harcamaları içinde özel sektör payının %30’a çıkarılmasıdır.
Yukarıdaki grafiğe göre tam zamanlı araştırmacı sayısında yıllara göre sürekli bir artış sağlanmıştır. Özellikle 2000'li yıllardan sonra ivme daha hızlı bir şekilde artış şeklinde gerçekleşmiştir. Araştırmacı sayısındaki yükselişinde 2000'li yıllardan sonra üniversite ve araştırma merkezlerindeki artışın etkili olduğu ifade edilebilir. Bunun sonucu olarak politika belgesinde konulan tam zamanlı araştırmacı sayısı 15 hedefinin üstüne çıkarak 2003 yılında 32,6'ya yükselmiştir.Araştırma-geliştirme harcamalarının GSYİH içerisindeki payı yıllar içerisinde artış göstermiştir. Ancak hedef olan 2003 yılında milli hasıla içindeki payı beklenen seviyeye ulaşamamış %1 seviyesinin altında kalmıştır. Bu hedef ancak 2014 yılı itibariyle sağlanabilmiştir. Dünya genelinde bilimsel yayınlara sağlanan katkı anlamında Türkiye 1993'de 40.sırada olarak koyduğu 30.sıra hedefini aşarak 2003 yılında bu alanda 22.sıradadır.2000'li yıllardaki 30-40 arasındaki sıralardan yıllar itibariyle daha üst basamaklara çıkmaya başlamıştır. Bilim ve teknoloji politikalarının kamu ve özel sektör ayrımında 1980'den itibaren başlayan neoliberal sürecin bir sonucu olarak özel sektör harcamalarının payının artması istenmiştir. Bu amaçla politika hedeflerinden biri olarak seçilen araştırma ve geliştirme faaliyetlerinde özel sektörün GSYİH'daki payı 2003 yılı itibariyle %23,2 gerçekleşmiştir. Bu anlamda hedef olan %30 gerçekleşmemiştir. Türk Bilim ve Teknoloji Politikası: 1993-2003 politika belgesinde hedefleri toplu olarak gerçekleşme durumu Tablo 1' de ayrıntılı olarak gösterilmiştir. Tabloda görüleceği üzere Türkiye nitelikli insan gücü yetiştirmede hedefin çok üzerine çıkmış ancak teknolojik alanlara kaynak ayırmada yeterli düzeye çıkamamıştır. Bilimsel yayın alanında da hedeflenin üstünde bir performans göstermiştir
Bilim ve Teknoloji Uygulama Planı: 2005-2010 Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu'nun 2004 tarihli 10.toplantısında,2005-2010 yıllarını kapsayan 5 yıllık Ulusal Bilim ve Teknoloji Plan'ı hazırlanmasına karar verilmiştir. Planı hazırlamak için TÜBİTAK görevlendirilmiştir (TÜBİTAK, 2004:12). Bu amaçla bilim ve teknoloji politikalarının temel hedefleri ortaya konularak Türkiye Bilim ve Stratejisi ortaya konulmuştur. Stratejinin aracı olarak Türkiye Araştırma Alanı(TARAL) tanımlanmıştır. TARAL, bilim ve teknoloji alanındaki her türlü çalışmaların değişik hedefler doğrultusunda değil, belli bir işbirliği içerisinde tek bir amaca yönelik olarak toplamayı ve yürütmeyi amaçlayan kavramsal bir bütünlük olarak tanımlanmıştır. Bilim ve Teknoloji Uygulama Planı: 2005-2010'un temel amaçları ve ana hedefleri : • Türkiye'nin insani yaşam kalitesini yükseltmek, • Toplumsal problemleri çözmek, • Uluslararası rekabet gücünü artırmak, • Bilim ve Teknoloji kültürünü geliştirip topluma mal etmek. Ana hedefler: • Ar-Ge'ye olan talebi artırmak, • Nitelikli insan sayısını geliştirmek, • Ar-Ge/GSYİH oranının artırılması. Bilim ve Teknoloji planında yer alan temel amaç ve hedeflerin gerçekleşebilmesi için ortaya konulan kararlar (TÜBİTAK, 2004: 13): • 2010 yılı sonuna kadar Ar-Ge harcamalarının GSYİH'ye oranının %2'ye çıkarılması, • 2010 yılı sonuna kadar tam zamanlı araştırmacı sayısının 40.000'e çıkarılması, • Ülkemizde Ar- Ge faaliyetlerine olan talebin artması şeklinde belirlenmiştir. Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu'nun almış olduğu kararların gerçekleşmesi Tablo 2'de gösterilmiştir. Tablo'da görüldüğü üzere Türkiye GSYİH içerisinde araştırma ve geliştirme faaliyetlerine ayrılan payda istenilen seviyeye ulaşamamıştır. Buna karşılık tam zamanlı araştırmacı sayısında hedefin çok üstüne çıkmayı başararak 64.341 kişiye ulaşmıştır. Bilim ve Teknoloji Kurulu'nun 2008 yılındaki 17. toplantısında tam zamanlı araştırmacı sayısı hedefi olan 40.000 sayısına 2006 yılında ulaşıldığı için hedefler revize edilerek, 1. 2013 yılı sonuna kadar Ar-Ge harcamalarının GSYİH'ye oranının %2'ye çıkarılması, 2. 2013 yılı sonuna kadar tam zamanlı Ar-Ge personeli sayısının 150.000' ulaşılmasına karar verildi. 2008 yılında yapılan toplantıda alınan kararlar doğrultusunda yapılan çalışmalar sonuç vermemiştir. 2013 yılı için konulan iki hedefinde gerisinde kalınmıştır.
Ulusal Bilim ve Teknoloji Politikaları: 2003-2023 Strateji Belgesi Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu'nun 13 Aralık 2000 tarihli toplantısında 2003-2023 yıllarını kapsayan bilim ve teknoloji strateji belgesi hazırlama kararı alınmıştır (TÜBİTAK, 2000: 13). Bir dönem sonra 24 Aralık 2001 tarihinde yaptığı 7.toplantıda,2003-2023 Vizyon Strateji Belgesi'nin hazırlanmasına yönelik bir çalışma başlatılmıştır. 'Vizyon 2023' adı verilen projenin yürütücülüğünü TÜBİTAK yapmıştır (TÜBİTAK, 2001: 10). Vizyon 2023 projesi dört alt projeden oluşmaktadır. Bunlar,Teknoloji Öngörü Projesi, Ulusal Teknoloji Envanteri Projesi, Araştırmacı Bilgi Sistemi (ARBİS), TÜBİTAK Ulusal Araştırma Altyapı Bilgi Sistemi (TARABİS) olarak belirlenmiştir. Teknoloji Öngörü Projesi ile kamu ve özel kuruluşlar, üniversiteler arasında işbirliğinin artması, bilim ve teknoloji alanında neler yapılabileceği konusunda görüş alışverişi sağlanması amaçlanmıştır ( Bayrakturan & Bıdırdı, 2015: 42). 2002 yılında projenin bitirilmesi ile, Teknoloji Öngörü Projesi'nin incelemeleri ve sonuçları temel alınarak Kasım 2004'te Ulusal Bilim ve Teknoloji Politikaları: 2003-2023 Strateji Belgesi yayımlanmıştır (TÜBİTAK, 2004: 7-17).
Vizyon 2023 Strateji Belgesinde belirlenen hedefler: Vizyon 2023 Strateji Belgesi'nin temel amacı kendi bilim ve teknoloji alanında yetkinliğe sahip, kendi kaynaklarıyla teknolojik ürünler üretebilen, yaratılan ürünler ve yeniliklerin toplumsal refaha dönüştürebildiği bir ülke yaratmaktır. Bu amaçla ortaya konulan hedeflerin gerçekleşmesi için uygulanacak temel stratejiler şunlardır (TÜBİTAK, 2004: 39-41): • ARGE yoğunluğunu (yurt içi ARGE harcamalarının gayri safi yurt içi hasılaya oranı) 2013 yılına kadar, % 2’ye çıkarmak, • Özel sektör ARGE fonlarının toplam ARGE fonlarına oranını % 60’a çıkarmak, • Bin çalışan nüfus başına düşen araştırmacı sayısını 2013 yılında 6’ya çıkarmak, • Özel sektör araştırmacılarının toplam içindeki oranını 2013 yılında % 50’ye çıkarmak. Strateji belgesinde bu hedeflerin sonuçları Tablo 4' de gösterilmiştir. Türkiye'nin koymuş olduğu hedefler içerisinde,bin çalışan nüfus başına düşen araştırmacı sayısı gerçekleşme açısından olumlu sonuç vermiştir. Özel sektörün bu süreçte istihdam ettiği araştırmacı sayısında yıllar itibariyle oransal olarak artış yaşamış ancak hedefe yaklaşmamıştır. GSYİH içersinde toplam araştırma ve geliştirme ile özel sektörün araştırma geliştirme fonları açısından baktığımızda arada büyük bir fark olduğu net bir şekilde görülebilir. Tablo
Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulunun 27 Aralık 2011 tarihinde gerçekleştirilen 23. toplantısı sonucu Vizyon 2023 hedefleri gelişen dünya konjonktürüne göre ele alınarak 2011/101 sayılı kararla yeniden düzenlenmiştir (TÜBİTAK, 2001/101: 7). Bu düzenleme ile bir çok başlıkta belirlenmiştir. Türkiye'nin mevcut bilim ve ekonomi politikaları ile araştırma ve geliştirmeye ayırdığı payın aynı şekilde ilerlemesi durumunda gerçekleşecek durum Grafik 5'te gösterilmiştir. Buna göre 2023 yılında Ar- Ge/GSYİH oranı 1,82 olacak ve hedef gerçekleşemeyecektir. Hedef için ise kaynakların etkin kullanması ve Ar-Ge harcamalarında yıllık %18‟lik bir harcama yapılması gerekmektedir. Ar-Ge'ye yapılan harcamaların en az 85 milyar TL'ye ulaşması hedeflerin gerçekleşmesi için gerekli bir koşul olarak değerlendirilmektedir (TÜBİTAK, 2011/101: 4).
Ulusal Bilim, Teknoloji ve Yenilik Stratejisi (UBTYS) 2011-2016 2023 yılındaki hedefler bağlamında bilim, teknoloji ve yenilik yaratım sürecinin temelini oluşturan Bilim ve Teknoloji Politikaları Uygulama Planı(BTP-UP) 2005- 2010 ile beraber yakalanan ivmenin devamını sağlamak üzere, BTYK'nın 2009/201 no.lu kararı gereğince Türkiye'nin yeni dönemdeki bilim ve teknoloji politikaları uygulama planı hazırlanmıştır. Ulusal Bilim, Teknoloji ve Yenilik Stratejisi (UBTYS) 2001-2016, ülkemizde Ar-Ge ve yenilik potansiyelinin gelişimi ile birlikte, çeşitli alanlardan görüş alışverişinde bulunmak için hazırlanmıştır. Hazırlanma sürecinin sonunda UBTYS 2011-2016'nin içerdiği stratejik amaçlar BTYK'nin 22. toplantısında onaylanmıştır. Buna göre amaçlar (TÜBİTAK, 2010: 3-6): 1. Bilim ve Teknoloji alanında nitelikli insan yetiştirilmesi, 2. AR-GE sonuçlarının ticari ürün ve hizmete dönüşmesi, 3. Çok ortaklı ve çok disiplinli ar-ge işbirliği kültürünün yaygınlaşması, 4. Kobilerin rolünün artırılması, 5. Araştırma altyapılarının TARAL’ın bilgi üretme gücünün artırılması, 6. Uluslar arası bilimsel ve teknolojik işbirliklerinin gerçekleştirmesi, Ulusal Bilim, Teknoloji ve Yenilik Stratejisi 2011-2016'da bu amaçlar için sayısal bir hedef konulmamıştır. Stratejisi belgesindeki amaçların dönem sonunda planlandığı şekilde gerçekleştirilmesi hedeflenmiştir.