TÜRK DİLİ DERSİ 2017-2018 GÜZ DÖNEMİ 3. VE 4. HAFTA
TÜRK DİLİNİN TARİHİ GELİŞİMİ
Kuzey – Doğu Türkçesi, Batı Türkçesi 11. yüzyıla kadar Altaylardan Hazar ve Karadeniz’in kuzeyine, hatta Orta Avrupa ve Balkanlara doğru giden Türkler, İslâmiyet’i kabul ettikten sonra ve İran devletlerinin de ortadan kalkmasıyla 11. yüzyılın ilk yıllarından başlayarak bugünkü Azerbaycan, İran üzerinden Anadolu’ya doğru yönelmeye başlamışlardır. Sonunda 13. yüzyılda Azerbaycan ve Anadolu yeni bir Türk yurdu hâline gelmiştir. Türklerin batıda Anadolu’ya, kuzeyde Karadeniz’in kuzeyi ve batısına kadar yayılmaları, buralarda yeni kültür merkezleri oluşturmaları, o bölge halkının ağzı ile eserler yazmaları sonucunda Türk yazı dili çeşitlenerek yayıldığı bölgelere göre biri Kuzey – Doğu Türkçesi, diğeri Batı Türkçesi olmak üzere iki kola ayrıldı. 13. yüzyılda Türkçenin ikinci bir yazı dili ortaya çıktığı için bu yüzyıl Türkçenin bir dönüm noktası olarak da değerlendirilir.
Kuzey – Doğu Türkçesi Orta Türkçe döneminde, Eski Türkçenin bir devamı olarak 13. ve 14. yüzyıllarda Orta Asya ile Hazar denizinin kuzeyindeki Türkler arasında kullanılan yazı dilidir. Eski Türkçenin bir çok izlerini taşımakla birlikte yeni Türkçenin özellikleri de yavaş yavaş şekillenmeye başlamıştır. Kuzey ve Doğu Türkçesi arasındaki farkların giderek artmasıyla bu yazı dili, 15. yüzyılda Kuzey Türkçesi ve Doğu Türkçesi olarak iki kolda gelişmesini sürdürmüştür:
a) Kuzey Türkçesi Kıpçak Türkçesi ve Tatar Türkçesi olarak da adlandırılan Kuzey Türkçesi, Hazar denizinin kuzeyinden batıya doğru yayılan Türklerin kullandıkları yazı dilidir. Aslında bu yazı dilinin Doğu Türkçesi yazı dilinden pek de farklı bir yanı yoktur. Ancak Kazan ve çevresinde bilhassa 18. ve 19. yüzyıllarda gelişme göstermiştir. Bu dönemde tarihî yazı dilini kullanan Türk gruplarının yavaş yavaş edebî dillerine kendi ağızlarından kelimeler kattıklarını görürüz. Gaspıralı İsmail’in “Dilde, fikirde, işde birlik.” uranı ile yayımladığı Tercüman gazetesi Kazan Türkçesini İstanbul ve Taşkent Türkçeleriyle birleştirmeyi amaçlamıştır. Bugünkü Kazan Tatarlarının, Kırgızların ve Kazakların dilleri Kuzey Türkçesinin önde gelen kollarındandır.
b) Doğu Türkçesi Harezm-Kıpçak Türkçesinin bir devamı olarak 15. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar gelişmesini sürdüren, Orta Asya (yani Doğu) Türklüğünün yazı dilidir. Çağatayca olarak da adlandırılan bu yazı dili, Sekkakî, Lütfî, Gedâî, Ali Şir Nevâyî, Hüseyin Baykara, Şiban Han, Muhammed Salih; Babür; Ebulgazi Bahadır Han gibi şair ve yazarlar tarafından temsil edilir. “Klâsik devir Çağatay edebiyatının olduğu kadar, bütün Türk edebiyatının da en önemli şahsiyetlerinden biri olan Ali Şir Nevâyî, Azerî ve Anadolu sahasında da okunmuş, Osmanlı şairlerince üstat tanınmış ve XV. yüzyıldan bu yana şiirlerine pek çok nazire yazılmıştır. Meydana getirdiği divan, mesnevi, tezkire, hâl tercümesi, tarih vb. gibi değişik türlerde; musiki, aruz, dil, din vb. gibi farklı konularda kaleme aldığı otuza yakın eser, klâsik Çağatay edebiyatının teşekkülünde ve gelişmesinde büyük hizmet görmüştür.”
Ali Şir Nevâyî’nin Türkçeyle Farsçayı karşılaştırarak Türkçenin Farsçadan üstün olduğunu anlatan Muhâkemetü’l- Lûgateyn (İki Dilin Muhakemesi) adlı eseri dil tarihi bakımından özellikle anılmaya değer niteliktedir. Bugünkü Pakistan, Hindistan ve Afganistan topraklarında 16. yüzyılın başlarında büyük bir Türk devleti kuran Babür Şah, Çağatay şiirinin ve nesrinin güzel örneklerini vermiştir. Babür Şah’ın Vekayi adlı eseri ise, dünya hatıra edebiyatının önemli kaynaklarındandır. 17. yüzyılda Çağatay Türkçesini temsil eden Ebü’l-Gazi Bahadır Han’ın Şecere-i Türkî ve Şecere-i Terâkime adlı eserleri meşhurdur. Doğu Türkçesi günümüzde, Batı Türkistan’daki Modern Özbek Türkçesiyle ve Doğu Türkistan’da Yeni Uygur Türkçesiyle temsil edilmektedir.
BATI TÜRKÇESİ Hazar’ın güneyinden batıya uzanan ve Azerbaycan (Kuzey Azerbaycan ve Güney Azerbaycan), Anadolu, Adalar, Rumeli, Irak ve Suriye’de konuşulan Türkçeye Batı Türkçesi denmektedir. Bugünkü yazı dillerinin sınıflandırılmasında Türkiye Türkçesi, Gagavuz Türkçesi, Azerbaycan Türkçesi ve Türkmen Türkçesi Batı Türkçesi grubunda yer almaktadır. Türk yazı dilinin bu kolu Oğuz lehçesine dayandığı için Oğuz grubu olarak da adlandırılır.
12. yüzyılın sonlarıyla 13. yüzyılın başlarından günümüze kadar kesintisiz olarak devam eden ve Eski Türkçeden sonra oluşan Türkçenin iki büyük kolundan biri olan bu yazı dili, Türklüğün en büyük ve en verimli yazı dilidir. Türkçenin diğer yazı dillerine göre en çok gelişme gösteren koludur. Bugün Batı Türkçesi; Türkiye Türkçesi, Azerbaycan Türkçesi, Gagavuz Türkçesi ve Türkmen Türkçesi olmak üzere varlığını dört kolda devam ettirmektedir. Türkmen Türkçesi, yüzyıllarca Doğu Türkçesinin etkisi altında kaldığından Türkiye Türkçesine yakınlığı Azerbaycan Türkçesi kadar değildir. Gagavuz Türkçesi de Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra edebî dil olma yolunda büyük gelişmeler göstermektedir.
Türkiye Türkçesi, Batı Türkçesinin ana kolunu oluşturur ve tarihî süreçte kendi içinde üç döneme ayrılır: a) Eski Anadolu (Eski Türkiye) Türkçesi b) Osmanlı Türkçesi c) Türkiye Türkçesi
A) Eski Anadolu (Eski Türkiye) Türkçesi 13. yüzyılın başlarından 15. yüzyılın sonlarına kadar Anadolu ve Rumeli’de kullanılan, Oğuz temelindeki Türkçe olup Batı Türkçesinin ilk dönemini oluşturur. Eski Anadolu Türkçesi, gramer şekilleri bakımından kısmen Eski Türkçeye bağlı olmakla birlikte, Kuzey ve Doğu Türkçelerine göre hızlı bir gelişme gösterdiği için bu dönemde yeni gramer şekilleri ortaya çıkmaya başlamıştır. Eski Anadolu Türkçesini Anadolu’daki siyasî ve sosyal gelişmelere bağlı olarak kendi içinde Selçuklu Dönemi Türkçesi, Beylikler Dönemi Türkçesi ve Osmanlı Türkçesine Geçiş Dönemi Türkçesi olmak üzere üç döneme ayırmak mümkündür.
Anadolu Selçukluları döneminde bilim dili Arapça, resmî dil Farsça olduğu için Türkçeyle dinî, ahlâkî özellikler taşıyan ve daha çok halka seslenen eserler yazılmıştır. Bu eserlerin yazılmasında beylerin; kendi millî dil ve kültürlerine önem veren, Türkçe yazan bilim adamlarını ve şairlerini koruyup destekleyen tutumları oldukça etkili olmuştur. Bilhassa, Karamanoğlu Mehmet Bey’in 15 Mayıs 1277’de dellâl çağırtarak yaydığı “Şimden gerü dîvânda, dergâhta, bârgâhta, mecliste ve meydanda Türkçeden başka dil kullanılmayacaktır.” fermanı oldukça önemlidir. Selçuklu devletinin parçalanmasından sonra ortaya çıkan Anadolu Beyliklerinde ise beylerin de millî geleneklere ve Türkçeye önem vermeleri sonucunda dil ve edebiyat açısından verimli bir dönem başlamıştır. Bu devirde Selçuklu döneminin az sayıdaki eserlerine karşılık yüzlerce eser meydana getirilmiştir.
Dede Korkut Hikayeleri (Kitab-ı Dede Korkut) Oğuz Türklerinin diğer Türk boylarıyla ya da Rum, Abaza ve Gürcülerle yaptıkları savaşlara ait destanî hikâyelerdir. Halk arasında söylene söylene XIV. yüzyılda son şeklini almış, 15. ve 16. yüzyılda yazıya geçirilmiştir. Hikâyelerin yazarı belli değildir. Dede Korkut hikâyelerinin biri Almanya’da Dresden Kütüphanesi’nde, diğeri Vatikan’da olmak üzere, iki yazma nüshası vardır.
Dede Korkut un kişiliği üzerinde yeterli bilgimiz yoktur Dede Korkut un kişiliği üzerinde yeterli bilgimiz yoktur. Korkut-Ata adıyla da tanınan Dede Korkut, söylentilere göre Oğuzların Bayat Boyundan Kara Hoca’nın oğludur. Onun, IX. ve XI. yüzyıllar arasında Türkistan’da Sir-Derya nehrinin Aral Gölüne döküldüğü yerde doğduğu, Ürgeç Dede adında bir oğlu olduğu, Oğuz Türklerinden büyük saygı gördüğü, bu bölgelerde hüküm süren Türk hakanlarına akıl hocalığı ve danışmanlık ettiği hikâyelerden anlaşılmaktadır.
Dede Korkut Hikayeleri’nin özellikleri şunlardır: Dede Korkut hikâyeleri on iki hikâye ile bir önsözden oluşmaktadır. Hikâyelerde olaylar nesir, kahramanların duygu ve düşünceleri nazımla dile getirilmiştir. Arı bir dil kullanılmış, olağanüstü olaylara yer verilmiştir. Türkçenin canlı ve doğal anlatım güzelliğini gösteren hikâyelerde ses tekrarlan da sıkça yer almaktadır. Dede Korkut un Türkler arasında, ağızdan ağza, dilden dile dolaşan hikâyeleri XV. yüzyılda Akkoyunlular devrinde Dede Korkut Kitabı adıyla bir kitapta toplanmış, böylelikle sözden yazıya dökülmüştür.
Bu hikâyeler, Türk ruhuna, Türk düşüncesine, Türk kültürüne ve hayat tarzına ışık tutan en açık belgelerdir. Dede Korkut, Oğuz Türklerini, onların inanışlarını, yaşayışlarını, gelenek ve göreneklerini, yiğitliklerini, sağlam karakteri ve ahlakını, ruh enginliğini, saf, arı, duru bir Türkçe ile dile getirir. Hikâyelerdeki şiirlerde, çalınan kopuzların kıvrak ritmi, yanık havası vardır. Dede Korkut un kahramanları, iyiliği ve doğruluğu öğütler. Güçsüzlerin, çaresizlerin, her zaman yanındadır. Tok sözlü, sözlerinin eridirler. Türk milletinin birlik ve beraberliğini, millî dayanışmayı, el ele tutuşmayı öne çıkarır.
Dede Korkut Hikâyeleri’nin Edebi Değeri ve İçeriği Türk edebiyatının en önemli eserlerinden birisi 12 hikâyeyi içine alan Dede Korkut Kitabı’dır. Bu eser üzerinde yerli ve yabancı araştırıcılar tarafından yüzlerce çalışma yapılmıştır. Eserin iki önemli yazması bulunmakta olup bunlar Almanya’nın Dresden şehrinde ve Vatikan’dadır. Bir giriş ve on iki hikâyeden oluşan Dede Korkut hikâyelerinin konusu da çeşitlilik göstermektedir. Bunlardan birinci (Dirse Han Oğlu Boğaç Han) ve on ikinci (İç Oğuzun Dış Oğuza Asi Olup Beyrek’in Öldürülmesi) hikâyelerde Oğuzların kendi aralarındaki mücadeleler anlatılmaktadır.
Basat’ın Tepegöz’ü Öldürdüğü Hikâye ile Duha Koca Oğlu Deli Dumrul Hikâyesinde ise Oğuzların olağanüstü güçlerle olan mücadelesi ele alınmıştır. Kalan sekiz hikâyede (Salur Kazan’ın Evinin Yağmalanması, Kam Püre Oğlu Bamsı Beyrek, Kazan Bey’in Oğlu Uruz Bey’in Esir Düşmesi, Kanlı Koca Oğlu Kan Turalı, Kazılık Koca Oğlu Yigenek, Begil Oğlu Emren, Uşun Koca Oğlu Segrek, Salur Kazan’ın Tutsak Olup Oğlu Uruz’un Kurtarması) ise Oğuzların komşuları ile olan mücadelelerini görmekteyiz.
Dede Korkut hikâyelerinin birinci derecede kahramanı Dede Korkut, Kazakistan kaynaklarına göre Kızılordalıdır ve mezarı Sırderya Irmağı’nın kenarındadır. Hikâye kahramanı Dede Korkut’un doğumu, mitoloji ve efsane ile süslenerek 36 ayda dünyaya gerçekleşmiştir. O, doğduğunda olağanüstülükler olmuş, mevsim değişmiştir. Tıpkı doğumu gibi Dede Korkut’un ölümü de olağanüstülüklerle doludur. Bir rivayete göre 295 yıl yaşamıştır. Öleceğini hissedince dört bir yana gitmiş, ama her gittiği yerde kendi mezarını kazanlarla karşılaşmıştır. Bunun üzerine ölümden kaçamayacağını anlamış ve Sırderya Irmağı’nın üzerine seccadesini sermiş ve ibadet etmeye başlamıştır. Bu sırada bir yılan onu sokmuş ve ırmağın dalgaları Dede Korkut’u bugünkü mezarının olduğu yere bırakmıştır.
Dede Korkut hikâyeleri IX ve XI. yüzyıllarda oluşmuş, XV Dede Korkut hikâyeleri IX ve XI. yüzyıllarda oluşmuş, XV. yüzyılın sonunda, adını bilmediğimiz biri tarafından yazıya geçirilmiştir. Hikâyeler, Hanlar Hanı Bayındır Han veya Salur Kazan’ın verdiği ziyafetle başlar. Oğuz beyleri Bayındır Han veya Salur Kazan’dan izin aldıktan sonra ava giderler. Bu arada yurtları düşman saldırısına uğrar. Bunun sonucunda mallarını kaybederler, bu sırada Oğuz beyleri bir bir gelirler ve düşmanı yenerek ülkelerini ve tutsakları kurtarırlar. Hikâyelerin geçtiği coğrafi alan Hazar Denizi’nin doğusu ve batısıdır. Doğusunda geçen yerler arasında Kazılık Dağı, Ala Dağ, vb. yerler ilk aklımıza gelenlerdir. Hazar Denizi’nin batısında ise bu bölge Azerbaycan ve Türkiye’nin Kuzey Doğu Anadolu Bölgesidir. Bu geniş coğrafya adı konulmasa da bir Oğuz ülkesidir.
Dede Korkut, Oğuzların akıl hocasıdır Dede Korkut, Oğuzların akıl hocasıdır. O, Oğuz kavminin sorunlarını çözer, yeni doğan çocuklara ad verir, evlenmek isteyenleri evlendirir. O aynı zamanda kopuzun bulucusu ve ozanların piridir. Her hikâyenin sonunda yapılan şenliklerde kopuz çalar, destanlar söyler. Dede Korkut hikâyelerinde Hanlar Hanı Bayındır Han en üst mevkidedir. Ondan sonra Salur Kazan gelir. Her beyin bir divanı bulunmaktadır. Beylerin çocuklarına av avlayıp, kuş kuşladıktan ve baş kestikten sonra beylik verilir. Yine av avlamayan, kuş kuşlamayan ve baş kesmeyen çocuğa ad verilmez. Hikâyelerde beylerin yanında 300, çocuklarının yanında ise 40 yiğit vardır. Hatunların yanında da 40 ince belli kız bulunmaktadır.
Hikâyelerde Oğuzlar Müslüman’dırlar, ancak din kuvvetli bir unsur olarak görülmez. Oğuz beyleri sefere çıkmadan önce arı sudan abdest alırlar, iki rekât namaz kılarlar. Düşmanlara saldırıları sırasında “adı görklü Muhammed”e salâvat getirirler. Savaşların sonunda daima düşmanlarından aldıkları kalelerdeki kiliseyi mescide çevirirler, keşişleri öldürüp ezan okuturlar. Ayrıca hikâye boyunca dört büyük melek (Cebrail, Azrail, İsrafil, Mikail)ten, peygamberler (Hazreti Musa, Hazreti Muhammed)den, üç halife (Hazreti Ebubekir, Hazreti Osman, Hazreti Ali)den ve Kur’an-ı Kerim (Amme, Tabereke, Yasin, İhlâs Sureleri, vb)’den söz edilir.
Bütün bunlara rağmen İslamiyet’in yasakladığı içkiyi içerler, kâfir kızlarına sağrak [kadeh] sundururlar. At eti yerler, kımız içerler. Hatta Deli Dumrul, Allah’ı tanımaz ve onunla savaşmak ister. Hikâyelerde aile çok sağlamdır. Bamsı Beyrek hikâyesinin dışında bütün Oğuz beylerinin tek eşle evlilikleri söz konusudur. Bamsı Beyrek’in ikinci evliliği de Parasar’ın Bayburt Hisarı’ndan kurtulması sırasında kızın yardım etmesi ve Beyrek’in verdiği sözden dolayıdır. Oğuz beyleri kadınlara karşı saygılıdırlar. Hikâyelerde, alp tipi evlilik vardır. Bunun en güzel örneği Bamsı Beyrek ve Kan Turalı hikâyelerinde görülmektedir. Bu arada beşik kertmesi evliliğin varlığından da söz edebiliriz. Yine Deli Karçar’ın Banu Çiçek için istediği, 1000 dişisini görmemiş erkek deve; 1000 dişisini görmemiş koç; 1000 dişisini görmemiş aygır; 1000 kuyruksuz, kulaksız köpek; 1000 pire bu dönemin kalını (başlık parası)dır.
Dede Korkut hikâyelerinde iki yüzlülük yoktur Dede Korkut hikâyelerinde iki yüzlülük yoktur. Bütün beyler ve kadınlar merttirler. Yalan söylemezler, hikâyelerin tek yalancısı Yalancıoğlu Yaltacuk ise konu gereği Bamsı Beyrek hikâyesinde karşımıza çıkar. Anneye çok değer verilir, Oğuzlara göre “ana hakkı Tanrı hakkıdır”. Tercih edilen çocuk erkektir. Hikâyelerdeki hayat tarzı göçebeliktir. Tek varlıkları sürüleridir. Onların develeri, atları, koyunları çok kıymetlidir. Sayıları binlerle ifade edilen bu hayvanların çobanları vardır. Hikâyelerde kopuzun yanında davuldan da söz edilir. Savaşa gitmeden önce davul çalınırken kopuz hemen hemen her Oğuz beyinin yanından hiç eksik etmediği müzik aletidir. Hatta kopuz Oğuzlarda tanınma işaretidir.
Hikâyelerde tabiat çok canlıdır, heybetlidir, hırçındır, dağlar geçit vermez. Hikâyelerde dağlar, sular canlı gibi düşünülmüş ve onlarla konuşulmuştur. Hikâyelerin değişmezlerinden birisi de avdır. Hemen hemen her hikâyede ava çıkılmaktadır. Av alanında önemli kararlarında alındığını hatırlatmakta yarar vardır. Eser, Türk dili ve kültürü açısından olduğu kadar halk bilimi açısından da son derece önemli bir kaynaktır. Türklerin doğum, evlenme ve ölüm âdetleri, antları, çocuk oyunları, halk hekimliği ve halk baytarlığı, vb. konularda başvuracağımız ilk kaynakların başında Dede Korkut hikâyeleri gelir.
Türk âşıklık geleneğinin kökeni hakkında bilgi sahibi olduğumuz en önemli eser yine Dede Korkut hikâyeleridir. Hikâyenin giriş kısmında; “Kolça kopuz götürüp ilden ile bigden bige ozan gezer. Er cömerdin er nakesin ozan bilür. îleyünüzde çalup aydan ozan olsun. Azup gelen kazayı Tanrı savsın hanum hey.” denilerek âşıkların en önemli özelliği bu eserde ortaya konulmuştur. Halk mutfağıyla ilgili bilgileri yine bu eserde bulmaktayız: Kara koyun yahnisi, bazlama, bir külek yoğurt, vb.
B) Osmanlı Türkçesi Pratikte kısaca Osmanlıca diye de adlandırılan Osmanlı Türkçesi, 15. yüzyılın sonlarından 20. yüzyılın başlarına kadar Osmanlı devletinin sınırları içinde kullanılan yazı dilidir. Bu dönemin en belirgin özelliği, Arapça, Farsça gibi yabancı dillerden oldukça fazla kelime ve gramer şeklinin Türkçeye girmiş olmasıdır. Klâsik bir edebiyat oluşturma ve sanat yapma anlayışıyla Türk yazı dili âdeta Arapça, Farsça ve Türkçe kelimelerden oluşan üçüz bir dil hâline getirilmiştir. Konuşma diliyle yazı dili arasındaki farklar her geçen gün artarken bir tarafta konuşulan fakat yazılmayan bir dil; diğer tarafta yazılan fakat konuşulmayan bir dil ortaya çıkmıştır.
Halka, halkın diliyle seslenen halk şairlerinin yalın Türkçesi yanında sanat yapma endişesiyle sadece belli bir zümrenin anlayabildiği, halkın anlamadığı, konuşmadığı unsurlar divan şairleri aracılığıyla dile girmiştir. Bu durum 17. yüzyılda doruğa çıkmıştır. Dilde ortaya çıkan bu ikilikten kaynaklanan anlaşılmazlık sorunu, 17. yüzyılda mahallîleşme hareketiyle yavaş yavaş çözülmeye başladı. Bu çözülme 18. yüzyıl boyunca ve Tanzimat’a kadar devam ettiyse de Türkçe, yabancı kelimelerle yüklü ağır bir dil olarak varlığını Batı Türkçesinin üçüncü dönemini oluşturan Türkiye Türkçesine kadar sürdürdü.
C) Türkiye Türkçesi Batı Türkçesinin bugün içinde bulunduğumuz üçüncü dönemidir. Türkiye Türkçesi teriminden, Türkiye Cumhuriyeti’nin resmî dili olan ve bugün çok geniş bir alanda kullanılan Türk yazı dili anlaşılır. Ömer Seyfettin ve arkadaşlarının (Ziya Gökalp, Ali Canip Yöntem, A.Koyuncu) konuşma dilinden yeni bir yazı dili yaratma amacıyla Genç Kalemler dergisinde başlattıkları Yeni Lisan hareketi bu dönemin başlangıcı olarak kabul edilir. Yeni Lisan makalesinde bu hareketin amacı, “Millî bir edebiyat meydana getirmek için önce millî bir dile ihtiyaç vardır. Bu dil konuşulan dil, İstanbul Türkçesidir. Yazı diliyle konuşma dili birleştirilirse millî bir edebiyat ancak o zaman dirilecektir. Bunun için de yapılacak tek şey dilde Türkçenin kurallarını geçerli kılmak olacaktır.” şeklinde özetlenmektedir.
Türkçenin sadeleşmesinde de önemli bir yeri olan Yeni Lisan hareketinin gerçekleşmesinde bugün de geçerliğini sürdüren ilkeler benimsenmiştir. Bunlardan bazıları şunlardır:
Arapça ve Farsçadan Türkçeye giren dil bilgisi kuralları ve bu kurallarla yapılan bütün tamlamalar kaldırılmalıdır. Dilimize Arapça ve Farsçadan girmiş kelimelerle yapılacak yeni isim ve sıfat tamlamaları, Türkçenin kurallarına göre yapılmalıdır. Yazı diliyle konuşma dili arasındaki büyük ayrılığı kaldırmak için yazı dili konuşma diline yaklaştırılmalı, İstanbul konuşması, yazı dili olmalıdır. Bu ilkelerden yola çıkarak taklit değil, yeni ve millî bir edebiyat meydana getirilmelidir.
Bu ilkelerden hareketle yabancı kural ve kelimelerden hızla temizlenen Türkçe, Millî Edebiyat Akımıyla da İstanbul ağzına dayanan bir yazı dili şeklinde gelişmesini sürdürdü. “Türkiye Türkçesinin gelişmesi içinde Yeni Lisan hareketinden sonra en geniş çalışma Dil İnkılâbı’dır. Dil inkılâbı, dil konusunu, önemi ve gelişme şartları bakımından çok yönlü ve sağlam bir zeminde ele alma ve olgunlaştırma hareketidir. 1928’de Lâtin alfabesinin kabulü, 1932’de Mustafa Kemal Atatürk tarafından Türk Dili Tetkik Cemiyeti (Türk Dil Kurumu)’nin kuruluşu bu hareketin önemli halkalarıdır. Bu devrede Türkçeye devlet eli uzanmış ve Türkçeleşme hareketi devletin desteği ile yürütülmüştür. Bu hareketin ana hedefleri şunlardır:
Yeni Lisan hareketinden sonra da Türkçede kalmış bazı yabancı gramer şekilleri ve kelimeleri dilden atmak, Dili, milleti birleştiren, millî kültür etrafında toplayan önemli bir varlık olarak görme fikrini genişletmek, Türkçeye, yapı ve özelliklerine uygun bir gelişme zemini hazırlamak, Türkçeyi eğitim dili hâline getirmek, Türkçeyi, ilim ve kültür dili hâline getirmek, Türkçeyi bir ilim kolu olarak inceleme ve araştırma konusu yapmak, Dile yeni kelime katacak kelime türetme yollarına işlerlik kazandırarak, bu yolla dili zenginleştirmek.
Dil inkılâbı ile Türkçede, 1940’lı yıllardan itibaren bir Tasfiyecilik hareketi görülür. Zaman zaman Türkçenin tabiî gelişmesinin önünü tıkayan bu Tasfiyecilik hareketi artık hızını kaybetmiştir. Fakat bugün Türkiye Türkçesi yeni bir tehlike ile karşı karşıyadır. Bu da batı kökenli kelimelerin kullanılışının gittikçe artmasıdır.”
Azerbaycan Türkçesi Türkiye Türkçesiyle büyük bir yazı dili ayrılığı göstermeyen Azerbaycan Türkçesi, esasen 16. yüzyıla kadar Eski Anadolu Türkçesi içinde bir ağız olarak varlığını sürdürmüş, bu yüzyıldan sonraki gelişmelerle bir lehçe görünümü kazanmıştır. Türkiye Türkçesi batı dillerinden etkilenirken Azerbaycan Türkçesi, bir dönemdeki Sovyet hakimiyetinin sonucu olarak Rusçadan; Güney Azerbaycan’ın İran sınırları içinde olması ve komşuluk ilişkileri sebebiyle de Farsçadan etkilenmiştir. Azerbaycan Türkçesi bugün bağımsız bir devlet olan Azerbaycan Cumhuriyetinde, İran’daki Güney Azerbaycan’da ve dağılan Sovyetlerdeki Azerbaycan Türkleri arasında bir yazı dili olarak kullanılmaktadır.
Kuzey-Doğu Türkçesi