Sunuyu indir
Sunum yükleniyor. Lütfen bekleyiniz
YayınlayanEkin Poyraz Değiştirilmiş 8 yıl önce
1
Hamd Allah Teala’ya salat ve selam da Allahın cc rasülü Muhammed Mustafa a.s’a ve ona tabimolanların üzerinedir. Aşağıda ki çalışma, İmam Şatıbi’nin (rh.a) el.Muvafakat isimli eserinin şerhi esnasında ele alınmış olup, sadece özet çıkarma ve mütala babından kolaylık olması amacına yönelik olarak bazen kopyala yapıştır usülü ve bazende azda olsa kelimeler üzerinde oynanarak tertip edilmiştir. Kitabın aslına bağlı kalınmak şartı koşulmamış, sadece kitabı tedris eden ilim talebelerine kolaylık gözetilmiştir. Sadece özet babından olduğu için detaylı açıklaması için ya kitabın aslına rücu etmeniz gerekecektir ya da kitaba düştüğümüz şerhi dinlemeniz yeterli olacaktır. Zira kitabın şerhinde türkçesi üzerinde de olsa – zira katılanların arapça hususunda halleri bunu gerekli kılmıştır- hiç bir satır atlamadan şerh usülü gözetilmiştir. www.rahmet.at isimli internet sayfamızdan faydalanabilirsiniz. Dua etmeyi ihmal etmemeniz temennisi ile....www.rahmet.at
2
EL-MUVAFAKAT EBU İSHAK EŞ-ŞÂTIBÎ: İbrahim b. Musa b. Muhammed'dir. Ebu İshak eş-Şâtıbî diye meşhur olmuştur. Endülüs‘lü ve gırnata'dandır. Mâliki mezhebine mensuptur. Hafız ve büyük bir müctehid, usûlcü, müfessir, muhaddis, fakih, dil bilgini. H. 790-m. 1388 tarihinde Şaban‘ın sekizinde Salı günü Hakk'ın rah metine kavuşmuştur.
3
İslâm şeriatının yükümlülükleri, insanları sadece dînin sultası altına sokmak için rast gele konulmuş değildir. Aksine onlar yüce şeriat sahibinin, insanların dünya ve ahiret seâdetlerini birlikte sağlamak şeklinde ifâde olunan maksatlarının gerçekleştirilmesi amacı ile konulmuştur. İstisnasız bütün hükümlerde şu hususlardan birisinin bulunmasına riayet edilmiştir: A) Ya dinin, insan hayatının, aklın, neslin ve malın korunması şeklinde özetlenen ve 'zarûriyyât' (zorunlu olan) diye isimlendirilen beş husustan birisi göz önüne alınmıştır. Bu esaslar bütün insanlık tarihinde ve her millet tarafından dikkate alınan prensiplerdir. Şayet bunlar olmasa ne dünya hayatının düzeni mümkün olur, ne de ahirette kurtuluşa ulaşılabilirdi. B) Ya da 'hâciyyât' (gerekli olan) tabir edilen bir husus göz önünde bulundurulmuştur. Muamelât kısmı bu gruba girer. Zarû-riyyâttan sonra eğer bunlar da dikkate alınmasaydı, insanlar büyük bir güçlük ve sıkıntı içerisine düşerlerdi. C) Veyahut da 'tahsîniyyât' (güzel olan) adı verilen bir hususa dikkat edilmiştir. Bunlar en üstün olarak yaratılan insanın insanca yaşamasını, ahlâkî olgunluğa ermesini, adâb-ı muaşerete uygun bir hayat tarzı sürmesini temine yönelik hususlardır. D) Ve nihayet bu üç hususu tamamlamaya yönelik, onların gerçekleşmesine yardımcı olacak 'mükemmilât'la ilgili bir hususa riayet edilir. Fıkhın düzenleme alanına giren hiçbir konuda (ibâdetler, muamelât, cezalar), bu saydığımız hususların göz ardı edilerek, maksatsız bir hüküm serdedilmiş olması söz konusu değildir. İslâm şeriatında hükümler maksatları gerçekleştirmek için vardır.
4
Kitapla ilgili meseleleri ele almadan önce bilinmesi gereken mukaddimeler: Bunlar onüç mukaddimeden ibarettir. "fıkıh usûlü" kat'îdir, zannî değildir: bunun delili fıkıh sûlünün şeriatın küîlî esaslarına dayalı olmasıdır. Şeriatın küllî esaslarına dayanan şeyler ise kat'îdir. Birinci önermenin beyanı, kesinlik ifade eden istikra (tüme varım) yöntemi ile açıktır. İkinci önermenin beyanı ise birkaç açıdan yapılacaktır: Birincisi: fıkıh usûlü: A)Ya aklî prensiplere; bunlar ise katidirler. B)Ya da şer'î delillerden elde edilen genel istikraya bağlıdır; bu da aynı şekilde kat'îdir. Bu ikisine ilave edebileceğimiz bir üçüncüsü de bu ikisinden mürekkep olandır. İki kat'îden mürekkep olan da aynı şekilde kat'îdir. İşte bu da 'fıkıh usûlü'dür. Mukaddimeler Birinci Mukaddime:
5
Usul kaidelerinin inşası için kullanılan deliller Bu ilimde kullanılan mukaddimeler ve kendisine dayanılan deliller mutlaka kesin olmak durumundadır. Çünkü, eğer bunlar zannî olurlarsa, o takdirde istenilen neticeler de kesinlik ifade etmezler. Bu son derece açıktır. Bunlar ya; vâcib, Caiz ve muhal gibi üç hükümde ifâdesini bulan aklî mukaddimelerdir; ya da yine aynı şekilde bu üç hükme dönük bulunan örfî (âdete dayalı) mukaddimelerdir. Zira âdete dayalı olan delil ve mukaddimelerin de vâcib, caiz ve muhal olanları vardır. Veyahut da naklî olan mukaddime ve delillerdir. Bunların en üst düzeyde olanları, delâleti kati olmak şartı ile, lafzı mütevâtir olan haberlerle manevî mütevâtir olan haberlerden elde edilenlerdir; yahut da şeriatın kaynaklarının istikrası (taranması) neticesinde elde edilen neticelerdir. İkinci Mukaddime:
6
Üçüncü Mukaddime: Bu ilimde aklî deliller kullanıldığı zaman mutlaka, naklî deliller üzerine terkip edilmiş olarak, yahut onun tarîkini belirlemede veya menâtını (dayanağını, illetini) ortaya koymada ve buna benzer durumlarda kullanılır. Bağımsız delîl olarak kullanılmaz. Çünkü yapılan iş, şer'î bir konuda düşünmek ve bir neticeye varmak için çalışmaktır; akıl ise şâri' (hüküm vaz'ma salahiyetli) değildir. Bu husus kelam ilmi (akâid) bahislerinde açıklanmış ve ortaya konulmuştur. Durum böyle olunca, aslî kasıtla dayanılan şey şer'î deliller (edille-i şer'iyye) olacaktır.
7
Dördüncü Mukaddime: Fıkıh usûlünde bulunup da, üzerine furû-ı fıkıh ya da şer'î âdâb bina edilmeyen, ya da bu konuda yardımcı olmayan meseleler vardır. Bunların fıkıh usûlüne konulmuş olması iğreti olup, fıkıh usûlünden sayılmazlar. Bu ilmin usûl-ı fıkıh şeklindeki, fıkh'a olan izafeti de bunu ortaya koymaktadır ve bu adı sadece ona yardımcı olmasından, orada yapılacak ictihadları gerçekleştirme fonksiyonuna sahip olmasından dolayı aldığını ifade etmektedir. Dolayısıyla böyle bir fonksiyonu ve faydası olmayan şey, usûl-ı fıkıhtan (fıkhın esaslarından) sayılamaz. Bu mukaddimeden, üzerine furû-ı fıkıhtan bir meselenin bina edildiği her şeyin usûl-ı fıkıh cümlesinden olması neticesi çıkmaz. Eğer öyle olsaydı nahiv, lügat, iştikak, tasrif, meânî, beyân, aded, mesaha, hadis... Gibi fıkhın tahkiki (uygulanması) sırasında kendisine ihtiyaç duyulan ve meselelerinden bazısının üzerine bina edildiği bütün ilimlerin hepsi usûl-ı fıkıhtan sayılması gerekirdi. Halbuki, öyle değildir; fıkhın kendisine ihtiyaç duyduğu her şey, onun usûlünden (esaslarından) değildir.
8
Beşinci Mukaddime: Bir amelî neticesi bulunmayan herhangi bir meseleye dalmak, şer'an hüsnü kabul görmeyen bir konu ile uğraşmak demektir. Buradaki amelden şer'an matlûp olan kalbî ve fiilî amelleri kasdediyoruz. Bu mukaddimenin delili istikradır. Şöyle ki, Biz Şâri' Teâlâ‘nın amel bakımından mükellefe bir faydası olmayacak hususlara itibar etmediğini görmekteyiz: Allah Teala Kur'ân'da: «Ey muhammedi sana hilal halindeki ayları sorarlar. De ki: 'onlar, insanların ve hac vakitlerinin ölçüsüdür.'" buyurmuştur. Burada verilen cevap amele yönelik hususla ilgilidir. Yüce Allah, soruyu soran kimsenin "ay niçin incecik iplik gibi başlıyor, sonra giderek büyüyor ve nihayet dolunay oluyor; sonra yine küçülmeye başlayarak ilk halini alıyor? şeklindeki kastına iltifat etmemiş ve soruyu sorulması gereken şekilde ele alarak, o doğrultuda cevap vermiştir. Sonra aynı âyetin devamında ‘’Evlere arkalarından girmeniz iyi değildir; iyi kimse kötülükten sakınan kimsedir." buyurmuştur. Yüce Allah bir temsil de bulunmakta ve gerçek iyilik bu gibi şeylerle ilgili lüzumsuz, şuanda ve ileride bir fayda vermeyecek olan bilgilere sahip olmak değil, bilakis takva sahibi olmaktır buyurmaktadır. Yine yüce Allah, kıyametin ne zaman olduğunu sormaları akabinde: «Ey muhammedi senden kıyame tin ne zaman gelip çatacağını sorarlar. Nerde senden onu anlatması « buyurmaktadır. Yani bunu sormak, faydasızdır. Çünkü, soran kimsenin onun mutlaka kopacağını bilmesi yeterlidir. Bu yüzdendir ki, hz. Peygamber efendimiz, soran kimseye: „ Onun için ne hazırladın? (ona bak)“ buyurmuşlar, soru açık olmasına rağmen, o doğrultuda cevap verme yerine faydalı olacak bir yöne çekmişlerdir. Yüce Allah bir başka âyette: "ey iman edenler! Size açıklanınca hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın.„buyurmuştur.
9
Pratik bir neticesi olmayan şeylerle uğraşmanın şer'an hüsnükabûl görmediği bir kaç bakımdan açıklanabilir: A) Bu tür lüzumsuz uğraşılar, mükellefi yükümlü tutulduğu konularla uğraşmaktan alıkor. Hem bu tür uğraşılar üzerine ne dünyada ne de âhirette bir fayda terettüp etmez. Ahirette etmez; çünkü orada kişi emrolunup, yasaklandığı şeylerden sorguya çekilecektir. Dünyada da yoktur; çünkü bu tür lüzumsuz bilgileri öğrenmesi, rızkını elde etme konusundaki tedbirlerine müsbet ya da menfi yönde etki etmeyecektir. Ama onu öğrenmekten duymuş olduğu manevî hazza gelince, onu elde etmek için gösterdiği meşakkat ve yorgunluk, elde ettiği lezzeti karşılamayacaktır. Bunda dünyevî bir faydanın varlığı varsayılsa bile, bunun hüsn ü kabul görmesi ve şeriat nazarında bir fayda kabul edilebilmesi için hakkında şâri'in hüsn ü şehâdeti bulunması gerekmektedir. Şu halde her iki dünyada da bir semere vermeyecek şeylerle zamanı öldürmek ve böylece faydalı olan şeyleri ihmal etmek, yakışık almayan bir şeyin yapılması kabilinden olmaktadır. B) Şeriat, kulun dünya ve âhiret işlerini en üst düzeyde gerçekleştirebilmesi için gerekli olan her şeyi getirmiş ve açıklamıştır. Bunların dışında kalan şeyler, büyük bir ihtimalle kulların maslahatları hilafına olan şeylerdir. Bu durum öteden beri müşâhade edilegelmektedir. Şöyle ki, teklîfî bir hükümle ilgisi bulunmayan ilimlerle uğraşanların tümünün mutlaka Aralarında fitne bulunduğunu, doğru yoldan çıktıklarını, aralarında anlaşmazlıkların, ihtilafların kol gezdiğini ve bu anlaşmazlıklarının birbirleri ile irtibatın kesilmesine, birbirlerine sırt çevirmeye ve taassuba götürdüğünü ve bunun neticesinde de gruplara ayrıldıklarını müşahadelerimiz neticesinde görmekteyiz. Eğer insanlar bunu yaparlarsa sünnetten dışarı çıkmış olurlar ve bu tefrikanın aslını da sadece bu sebep oluşturur. Çünkü onlar faydalı ilmi bırakıp, faydasız ilme geçmişlerdir. Bu ise hem öğrenci hem de hoca için büyük bir fîtnedir. Şâri teâlâ'nın yöneltilen soruya cevap vermemesi ve faydalı olan şekle doğru kaydırması, bu tür lüzumsuz bilgilerle uğraşmanın bir fitne olduğu ve vakti boşu boşuna öldürmek mânâsına geldiği hususunda en açık delillerden birisidir. C) Her şey üzerinde düşünmek ve onunla ilgili bilgiyi elde etmek çabası, felsefecilerin tutumudur ki, müslümanlar onlardan tebrie ederler (uzak olduklarını söylerler). Onlar da, ancak sünnete muhalif şeylere tutunma neticesinde ortaya çıkmaktadır. Durumu bu olan bir gidişatta, müslümanlarm onlara uymaları büyük bir hatadır ve dosdoğru yoldan sapmak olur.bu itibarla, bu tür ilimlerle uğraşmanın şer'an hüsnükabûl gör memesinin sebepleri çoktur.
10
Altıncı Mukaddime: Matlûp olan ve öğrenilmek istenen şeyin öğrenilmesi için gerekli olan şey, bazen yaklaştırıcı (takrîbî) bir yolla ve çoğunluğun anlayabileceği bir tarzda olur; bazan da gerçekleşmesi farzedilse bile böyle olmaz. Birinci kısım, matlûp olan ve üzerine dikkat çekilen kısımdır. Meselâ 'melek'in ne demek olduğu sorulduğunda, "O Allah'ın yaratıklarından bir yaratıktır ve onun emrinde çalışır." denilmesi; veya 'insan' nedir sorusuna "senin mensup bulunduğun cinstir." denilmesi; 'yıldız' kelimesi sorulduğunda "şu geceleyin müşâhade ettiğimiz şeydir." diye cevap verilmesi... Bu tür açıklamalar bu kabildendir. Bu tür yaklaştınci bilgi ile, hitap anlaşılmış ve gereğine uyma imkanı doğmuş olur. Şeriatta mevcut açıklamalar bu tarzda vâki olmuşlardır. Örneğin hz. Peygamber, ‘'kibir hakkı kabullenmemek ve insanları hor görmektir.’’ buyurarak, kibiri herkesin anlayabileceği neticesi ile açıklamıştır. Aynı şekilde kur'ân ve hadis lafızları da, daha açık bir biçimde anlaşılmaları bakımından eş anlamlı kelimelerle tefsir edilmektedir. Yine hz. Peygamber namaz ve hac ibâdetlerini, herkesin anlayabileceği bir şekilde hem fiil hem de sözleri ile beyan etmişlerdir. Bu metot arapların öteden beri uygulayageldiği bir metottur ve şeriat arap dili üzere inmiştir. Ümmet ise ümmîdir, bu itibarla ona yönelik beyanların da ümmî olması gerekmektedir. Şu halde, şerîatte kullanılan tasavvurlar; eş anlamlı kelimelerin kullanılması ve onların yerini tutacak yakın mânâlar verilmesi suretiyle maksada yaklaştıncı bir mahiyet arzetmektedir.
11
İkinci kısma, çoğunluğun anlayamayacağı tarza gelince; bu kısmın çoğunluğun haline uygun olmadığı için şeriat bu kısmı dikkate almamıştır. Çünkü bu tarzın, meramı anlatma yolları çok zordur. Din ise güçlük dîni değildir. Bunlar: meselâ 'melek' nedir sorusuna "aslen maddeden soyutlanmış bir mahiyettir." veya "sonu bulunan, aklî nutk sahibi sâde bir cevherdir." 'insan' nedir sorusuna "ölümlü, konuşan canlıdır." 'yıldız' nedir diyene "kürevî, basit bir cisimdir. Onun tabiî yeri bizzat yörüngesidir. Işık yansıtmak özelliği vardır. Orta derecede hareket eder, kuşatılamaz ; 'mekân'ı tarif ederken: "kuşatan cismin kuşatılan cismin dış sathına temas eden iç sathıdır." denilmesi işte bu kabilden olmaktadır. Şeriatın bu tür şeyleri istemez ve bunlarla yükümlü tutmaz. Şerîatte yer eden ve kur'ân'da üzerine dikkat çekilen usul de birinci usul olmuştur: 'yaratan yaratmayan gibi midir ? "de ki: onu ilk kez yaratan diriltecektir..«Eğer Allahtan başka ilâhlar olsaydı, yer-gök fesada giderdi. söyleyin; akıttığınız meniden insanı yaratan siz misiniz, yoksa biz mi yaratmaktayız? âyetleri bu türdendir. Bu tabiî ki, tasdik konusunda delile ihtiyaç duyulduğu zaman söz konusudur. Aksi takdirde sadece hükmün ortaya konulmuş olması yeterlidir. Selef-i sâlih, şeriatın yayılması yolunda, gerek taraftar ve gerekse muhalif herkes için aynı metot üzerinden yürümüşlerdir. Teklifi hükümlerin ortaya konulması hususunda onların yaptıkları istidlaller üzerinde düşünenler, onların en kolay ve taliplerin akıllarına en yatkın olan yolu tuttuklarını görecektir. Sözü tabîî seyri içerisinde, ölçüp biçmeden söyle mişler, maksadı kolay bir şekilde ortaya koymanın ötesinde üslubun nasıl olduğuna aldırmamışlardır. Bazan sözleri daha öncekilerin (mantıkçıların) ifade biçimlerine uygunluk arzetse de, bu onların paralelinde hareket ettiklerinden değil; maksada ulaşma konusundaki araştırmaları neticesinde meydana gelmişti.
12
Yedinci Mukaddime: Şer'î ilimler Allah'a kulluk etmek için birer vesiledir ve sâri' teâlâ bu ilimleri bu amaçla talep etmektedir. Eğer bunların istenmesinde bir başka hususun göz önünde bulundurulduğu ortaya çıkarsa, bu mutlaka aslî maksada tâbilik yolu ve ikinci kasıtla (kasd-ı sânı) olmaktadır. Bu esasın delillerini aşağıdaki gibi sıralamak mümkündür; A) pratik neticesi bulunmayan her ilim, şer'an hüsnükabûl görmemektedir. B) Şeriatın tek amacı kullukta bulunulmasını temindir; bütün peygamberlerin gönderilmelerinde gözetilen maksat da budur: Nitekim bu husus şu âyetlerde ifade edilmiştir: «Ey insanlar! Rabbinizden sakınınız, Elif, lam, râ. Bu kitâb hakim ve herşeyden haberdar olan Allah tarafından; Allah'tan başkasına kulluk etmeyesiniz diye âyetleri kesin kılınmış, sonra da uzun uzadıya açıklanmış bir kitâb'dır. ‘’Allah'a itaat ediniz, peygamber'e itaat ediniz’’ «Ey muhammed! Biz sana kitabı gerçekle indirdik, öyle ise dîni Allah için hâlis kılarak o'na kulluk et. Dikkat edin, hâlis dîn Allah'ındır. Buna benzer âyetler çoktur. Netice olarak diyebiliriz ki, ilimden maksat, Allah'a kullukta bulunmaktır. Bu mânâda âyetler sayılamayacak kadar çoktur.
13
C) İlmin ruhunun amel olduğuna; amelsiz ilmin iğreti ve faydasız olduğuna dair deliller vardır. Bu hususta yüce Allah: "Allah'ın kulları arasında, o'ndan korkanlar, ancak âlim lerdir," buyurur. Ebû cafer muhammed b. Ali'den, "onlar, azgınlar ve iblisin adamları, hepsi, tepetaklak oraya atılırlar." âyeti hakkında: «Bunlar hakkı ve adaleti dilleri ile ifade edip, aksini yaparak muhalefet eden bir kavimdir." dediği rivayet edilmiştir. Ebû hüreyreden bir hadiste ise şöyle denilmiştir; "şüphesiz cehennemde kötü âlimlerle dönen değirmenler vardır. Dünyada iken onları tanıyan bazı kimseler yukarıdan (cennetten) onlara bakarlar ve: 'sizi bu hale ne getirdi? Halbuki, biz sizden öğreniyorduk!' derler. Onlar: 'biz size iyilik yapmanızı emreder, fakat kendimiz aksini yapardık.' derler. Süfyânu's- sevrî ise: "ilim sadece takva sahibi olabilmek için öğrenilir. İlmin başka şeylere üstün kılınması, sadece onunla Allah'tan sakınılması içindir." demiştir. Ebû'd-derdâ şöyle der: "gerçekten korkuyorum ki, yarın kıyamet gününde bana 'bilgi sahibi mi yoksa câhil miydin?' diye sorarlar. Ben de 'bilgi sahibiydim.' derim. Bu kez Allah'ın kitabında bulunan emredici yasaklayıcı bütün âyetler gelir ve beni sorguya çekerler: emredici âyetler 'gereğimi yerine getirdin mi?'; yasaklayıcı âyetler de 'gereğimden sakındın mı?' diye bana sorarlar. Allah'ım! Faydasız ilimden, hususuz kalpten, doymayan nefisten, işitilmeyen duadan sana sığınırım.hadiste şöyle buyrulur: "ve bir adam ki, ilim öğrenmiş, öğretmiş ve kur'ân okumuştur. Bu kimse getirilir. Yüce Allah ona olan nimetlerini hatırlatır ve o da bunları tasdik eder. Sonra Allah ona: 'peki ne yaptın diye sorar. O da: ya rabbi! Senin için ilim öğrendim, öğrettim ve kur'ân okudum.' der, yüce Allah: 'hayır, yalan söyledin! Sen 'falan büyük âlimdir.' desinler diye bunu yaptın. Nitekim dediler de.' buyurur. Sonra emir üzere yüz üstü cehenneme atılır.
14
Şer'an muteber olan yani Allah ve rasûlünün sahiplerini mutlak olarak medh u sena ettiği ilim, amele götüren, sahibini arzu ve hevesleriyle başbaşa bırakmayan; bilakis onun gereğini yerine getirmekle bağlı kılan, gönüllü gönülsüz onun kıstaslarina uymaya iten ilim olmaktadır. Bu cümleden şu netice çıkmaktadır: talep ve tahsil hususunda ilim ehli üç mertebede bulunmaktadır: A) Birinci mertebe:ilim talibi olup henüz kemâline ulaşamayanlar.Bunlar ilim talebi yolun da henüz taklîd seviyesindedirler. Bunlar, yükümlü olmanın, korkutucu ve müjdeleyici teşvikin neticesi olarak amelin içerisine girerler. Bu mertebede, talebe dâir bilgi yeterli değildir; bunun haricinde mutlaka zecr (uyarma), kısas, had, tazîr ve benzeri bir motife (müeyyideye) ihtiyaç vardır. Bunu isbata delile gerek yoktur cünkü tecrübeler bu tezin doğruluğuna en küçük şüphe bırakmayacak mâhiyette delildir. Sekizinci Mukaddime:
15
B) İkinci mertebe: ilmin burhanlarına vâkıf olan ve tam taklîd çukurundan çıkan, aklın tasdik ve itimat ederek tatmin olduğu veriler doğrultusunda basirete ulaşan kimseler bu mertebededirler. Ancak bunların ilimleri henüz akla mensup olup fıtrî bir özellik halini almamıştır; yani henüz insanda sabit bir meleke haline gelmemiştir. Bunlar sadece sonradan kazanılan şeyler, aklın üzerinde tahakküm ettiği ezberlenmiş bilgiler şeklindedir. Bunlar için de haricî bir motife (müeyyide) ihtiyaç söz konusudur. Şu kadar var ki, bunlar hakkında biraz daha hoşgörüyle davranılır ve sadece hadler ve tazirlerle yetinilmez; aksine güzel âdetler, ulaştıkları mertebelere uygun talepler... Vb. Gibi ayrıca dikkate alınacak hususlar da vardır. Bu mertebenin delili de tecrübeler ve müşâha-delerdir ancak bu kısım, birinciye nisbetle daha gizli bulunmaktadır. C) Üçüncü mertebe: bu mertebedeki kimseler için ilim artık kendilerinde sabit bir vasıf (meleke) hâlini almıştır. Bu mertebeye ulaşmış kimseleri, sahip oldukları ilmin arzu ve hevesleri ile başbaşa bırakması mümkün değildir. Kendileri için doğru olan ortaya çıkınca, beşerî motiflerine, fıtrî vasıflarına döndükleri gibi mutlaka ona rücû ederler.
16
Bu mukaddimede söz konusu ettiğimiz, işte bu mertebedeki ilimdir. Bunun doğruluğuna şerîatten delil pek çoktur: meselâ şu âyetler bunlardandır: "geceleyin secde ederek ve ayakta durarak boyun büken, âhiretten çekinen, rabbinin rahmetini dileyen kimse inkâr eden kimse gibi olur mu ? Ey muhammedi de ki: 'bilenlerle bilmeyenler bir olur mu vdoğrusu ancak akıl sahipleri öğüt alırlar. Bu meziyetler ilim sahiplerine başka bir sebepten değil sadece ilim yüzünden nisbet edilmiştir. "Allah, âyetleri birbirine benzeyen ve yer yer tekrar eden kitâb'ı sözlerin en güzeli olarak indirmiştir. Rablerinden korkanların bu kitâb'tan tüyleri ürperir..." bu âyette zikri geçen "rablerinden korkanlar" ifadesinden maksat "Allah'ın kulları arasında, o'ndan korkanlar, ancak âlimlerdir.‘‘ âyetinin delaletiyle âlimler olmaktadır. «Peygambere indirilen kur'ân'ı işittiklerinde, gerçeği öğrenmelerinden gözlerinin yaşla dolduğunu... Görürsün‘‘ zine ‚‘ Sihirbazlar, bu ilimde 'rüsûh' mertebesine ki sözünü ettiğimiz mertebeya ulaştıklarındandır ki, ilimlerinin neticesinde hz. Musa'nın getirmiş olduğu şeyin hak olduğunu; onun ne sihir ne de gözbağcılığı olmadığını öğrenmeleri anında, ona boyun eğme ve îmânda bulunmadan bir an geri durmamışlardı. Firavun'un işkence ve azâb edeceği şeklindeki tehdidi onları îmâna koşmaktan durduramamıştır. Yüce Allah başka bir âyette: "biz bu misalleri insanlara veriyoruz. Onları ancak âlimler anlar’’ buyurmuştur.
17
Dokuzuncu Mukaddime: Önemi ve kesinliği bakımından ilim üç kısma ayrılır: a)ilmin esas ve özünü teşkil eden kısım, b)ilmin esâsından olmamakla birlikte ikinci derecede önem arzeden kısım, c)bu iki kısmın haricinde kalan kısım. A) İlmin esas ve özünü teşkil eden kısım (sulbu‘l-ilim): esas ye itimada şayan olan işte bu kısımdır; tahsilin mihverini bu kısım teşkil eder; ilimde rüsûh sahibi olanların nihâî amaçlan bunlara ulaşmaktır. Bunlar kati olan ya da kat'î bir esasa dayanan hususlardır. Yüce şerîat-ı muhammediyye işte bu tarz üzere indirilmiştir. Bu yüzden de usûlde ve furûda taraf-ı ilâhîden muhafaza altına alınmıştır. Nitekim bu "doğrusu 'zikri' (kitâb'ı) biz indirdik, onun koruyucusu da elbette biziz.’’ âyetinde ifade edilmiştir. Çünkü bunlar iki cihan seâdetinin esâsını oluşturan şerî maksatların korunması esâsına dayanır ve zarûriyyât, hâciyyât ve tahsîniyyât ile bunların tamamlayıcı ve bütünleyici unsurlarından ibarettir.
18
İlmin bu kısmına ait üç özellik vardır; diğer kısımlardan bunlarla ayrılır: 1. Genellik ve bidüziyelik (muttaritlik): bu özellikten dolayıdır ki, mükelleflerin fiilleri konusundaki şer'î hükümler, her ne kadar kısımları (cüziyyâtı) sonsuz ise de, konuluş biçimine uygun bir yürürlüğe sahip olmuştur. Farzedilecek hiçbir amel, varsayılacak hiçbir hareket veya sükûn yoktur ki, şeriat onlar üzerinde ayrı ayrı ya da bütün içerisinde hâkim konumda olmasın; onun dâiresi içerisine girmesin. Bu mümkün değildir. Şeriatın 'genelliği'nden maksat da işte budur. Şeriatın nass ya da aklî esaslarında varsayıldığı iddia edilen bir hususîlik varsa eğer, mutlaka o da şer'î genel bir esasa dönüktür. (Zaruriyyat-haciyyat ve tahsiniyyat). Bir hüküm ilk bakışta özel gibi gözüksede, aslında mutlaka genel özellik arzetmektedir. Fıkhın babları üzerinde düşünmek bunu açıklamaktadır. 2. Sabitlik ve değişmezlik: şer'î ahkâmın bu özelliğinden dolayıda, kemâle erdikten sonra artık, ne nesh, ne umumunun tahsisi, ne mutlaklığının takyidi, ne de hükümlerinden birilinin kaldırılması söz konusu değildir. Bu durum ister bütün mükelleflere yönelik (genel), ister bazılarına hâs (özel) olıun, farketmemektedir; belli bir zaman ya da durum için de farklılık göstermemektedir. Şayet dünya hayatının ebedîliği farzedilse, ona yön veren ve yükümlülük getiren şer'î hükümler de aynı şekilde ebedî olacaktır. 3. Hâkim konumda olması, mahkûm olmaması: bunun anlamı sonuç olarak, uygun bir ameli gerekli kılmasıdır. Bu özellik ten dolayı da şer'î ilimler sadece amel ifâde eden, ya da amele yönlendiren hususlara inhisar etmekte ve bunun ötesini fazlalık saymaktadır. Amel hususunda şeriata hâkim konumda olan bir şey asla bulunamaz; var gözükse bile mutlaka o hâkim pozisyonundan mahkûm vaziyetine geçer. Diğer ilimlerin durumları da aynıdır. Şu halde bu üç vasfa sahip olan her ilim; esas ve özü teşkil eden kısımdandır. Bundan ne kasdettiğimiz ve delilleri bu kitapta ortaya çıkmıştır.
Benzer bir sunumlar
© 2024 SlidePlayer.biz.tr Inc.
All rights reserved.