ESKİCİ REFİK HALİT KARAY.

Slides:



Advertisements
Benzer bir sunumlar
ZARFLAR (BELİRTEÇLER).
Advertisements

halı kilim orman gülü yakacak kömür sevgi yolu bundan böyle
‘’ O Mahur Beste …..’’.
KIRMIZI BAŞLIKLI KIZ.
5 EKİM Bu gün var edildim, buradayım, varım. Müthiş bir
Fare Öyküsü.
AŞK YARASI SESLİDİR.
Kırk Satır.. Ziya Levent Topçuoğlu.
SENİ ÇOK SEVİYORUM ANNE …
Mümkün Olmuyor Ağlamak Ama
SES DÜĞMESİNİ AÇABİLİRSİNİZ
GÖZLERİN(Nazım Hikmet)
BİR KADINI BEKLEMEK ATAOL BEHRAMOĞLU
O Mahur beste çalar…..!!.
P a z a r S a b a h l a r ı.
Anne Mümkün Olmuyor Ağlamak Ama Sol Yanım Acıyor Necdet YILMAZ 2008
Ne Güzeldir. Dört gözle beklediğiniz bir haberin gelmesi...
Gözlerini severim en çok, Gökteki yıldızlardan parlak; Bir parça da ba ş tan çıkarak. Dans edelim gel! Ne halleri vardı, sahiden, Bedbaht a ş ı ğ ı berbat.
NE GÜZELDİR.
TÜRKÇE / Olay Yazıları (Öykü-Roman)
Vaktiyle bir Keloğlan varmış… Bütün ailece çiftlikle meşgul olurlarmış
SIFATLAR ÖN AD.
Cömertlikte ve yardım etmede akarsu gibi ol.
Ben bir Eylül sen bir Haziran
TIKANDI BABA Seval KEMERTAŞ tarafından düzenlenmiştir.
UYUMAK İSTEMEYEN ZÜRAFA
VARLIKLARIN ÖZELLİKLERİNİ BİLDİREN KELİMELER
CAHİT KÜLEBİ Hayatı Sanatı Eserleri Seçme Şiirleri.
UYUMAK İSTEMEYEN ZÜRAFA
Gaye bir köyde yaşardı. Onun keçileri vardı. Keçilerini çok severdi
PAPATYANIN SEVGİSİ AKREP.
DiŞ DOKTORU Diş hekiminin odasına giren genç ve güzel kadın:
ORHAN VELİ KANIK
MASAL KAHRAMANLARI Oyhan Hasan BILDIRKİ SEVGİYE SUSAMAK.
KALANIN ARDINDAN (sesli) Hep birlikteydik, masmaviydi hava; ne çok seviyordu herkes birbirini. Gitara yeni başlamıştım; çalacaktım ama utanıyordum.
Anne ayı, “Sarı Yumak, bu gece erken uyumalısın, yarın okula başlıyorsun” dedi. Sonra okul çantasını onun ayak ucuna koydu.
Cemal Şimşek HÜZÜN YAĞMURLARI Venüs'ten GELİYORDU.
ÇİRKİN ÖRDEK YAVRUSU …
Sıfatlar Sıfatlar.
GÜNEŞİ İÇENLERİN TÜRKÜSÜ
Eski Sokaklar.
mavi Parlak, mavi bir sabah; sakin, sessiz...
KAFİYE (UYAK) KAFİYE REDİF.
Hangi cümlenin yüklemi isim tamlamasıdır
SES BİLGİSİ.
Türk şiirinin günümüzdeki en önemli adlarından Birhan Keskin’in Jane Birkin’in Arabesque albümündeki enstrümental parça She Left Home’dan (2002) esinlenerek.
 NE GÜZELDİR.
Karanlıklar uzaklaştı
TUTUNMAK Birinci Bölüm.
İBRETLİK BİR HİKAYE.
ANLATIM TEKNİKLERİ Dört tane anlatım tekniği vardır!!! AÇIKLAMA
SEVGİ ZENGİNLİK BAŞARI
Sesi AçınızAkışına Bırakınız Önümde bir beyaz kağıt, Özlemini yazıyorum satırlara. Yokluğunda yanan bir ağıt, Gözyaşlarını asıyor duvarlara. Bugün.
SEN DE Mİ BENİ UNUTTUN BEY ?
ZARFLAR 2 (DEVAM).
BİR AŞK HİKAYESİ Bizimkisi bir aşk hikayesi
VARLIKLARIN ÖZELLİKLERİNİ BİLDİREN KELİMELER
Uzak bir ormanın yamacında bir ördek yaşarmış
CANIN KUŞLARI Can, o gün annesine ne kadar çok sıkıldığını anlatıyordu: — Neden oyuncaklarınla oynamıyorsun? diye sordu annesi. — Ama onlar benimle oynamıyorlar.
BETİMLEME (TASVİR.
SIFATLAR.
Kılış (İş) Eylemleri : Öznenin kendi iradesiyle bir nesne üzerinde gerçekleşen ve bu eylemden nesnenin etkilendiği tüm eylemler iş-kılış anlamlıdır. Kadın.
BİR KAYISI AĞACI ABDÜLKADİR MERİÇBOYU.
GENEL TEKRAR - 01 SÖZCÜK TÜRLERİ
Metinleri Okuyalım.
ZARFLAR (BELİRTEÇLER).
VARLIKLARIN ÖZELLİKLERİNİ BİLDİREN KELİMELER
Arkamdan Bir Silah Sesi,
1914’te İstanbul’da doğmuş,burada başladığı ilk öğrenimini Ankara’da sürdürmüştür. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe.
ORHAN VELİ KANIK.
Sunum transkripti:

ESKİCİ REFİK HALİT KARAY

Vapur rıhtımından kalkıp tâ Marmara'ya doğru uzaklaşmaya başlayınca yolcuyu geçirmeğe gelenler, üzerlerinden ağır bir yük kalkmış gibi ferahladılar; -Çocukcağız Arabistan'da rahat eder. Dediler, hayırlı bir iş yaptıklarına herkesi inandırmış olanların uydurma neşesiyle, fakat gönülleri isli, evlerine döndüler. Zaten babadan yetim kalan küçük Hasan, anası da ölünce uzak akrabaları ve konu komşunun yardım ile halasının yanına, Filistin'in ücra bir kasabasına gönderiliyordu. Hasan vapurda eğlendi, gürül gürül işleyen vinçlere, üstleri yazılı can kurtaran simitlerine, kurutulacak çamaşırlar gibi iplere asılı sandallara, vardiya değiştirilirken çalınan kampanaya bakarak çok eğlendi. Beş yaşında idi; peltek, şirin konuşmaları ile de güvertede yolcuları epeyce eğlendirmişti. Fakat vapur, şuraya buraya uğrayıp bir sürü yolcu bıraktıktan sonra sıcak memleketlere yaklaşınca kendisini bir durgunluk aldı. Kalanlar bilmediği bir dilden konuşuyorlardı ve ona İstanbul'daki gibi: Hasan gel! Hasan git! Demiyorlardı ismi değişir gibi olmuştu. Hassen şekline girmişti: Taal hun yâ Hassen.

Taal hun yâ Hassen. Diyorladı yanlarına gidiyordu. Ruh yâ Hassen. Derlerse uzaklaşıyordu. Hayfa'ya çıktılar ve onu bir trene koydular. Artık ana dili büsbütün işitilmez olmuştu, Hasan köşeye büzüldü; bir şeyler soran olsa da susuyordu, yanakları pençe pençe, al al olarak susuyordu. Portakal bahçelerine dalmış, göğsünde bir katılık, gırtlağında lokmasını yutamamış gibi bir sert düğüm, daima susuyordu. Fakat hem pür nakil çiçek açmış, hem yemişlerle donanmış güzel, ıslak bahçe­ er de tükendi; zeytinlikler de seyrekleşti. Yamaçlarda keçiler otlayan kuru, yalçın, çatlak dağlar arasından geçiyorlardı. Bu keçiler kapkara, beneksiz kara idi; tüyleri yeni otomobil boyası gibi aynamsı bir cila ile, kızgın güneş altında, pırıl pırıl yanıyordu. Bunlar da bitti: göz alabildiğine uzanan bir düzlüğe çıkmışlardı; ne ağaç vardı, ne dere, ne ev! Yalnız ara sıra kocaman kocaman hayvanlara rast geliyorlardı; çok uzun bacaklı, çok uzun boylu, sırtları kabarık, kambur hayvanlar trene bakmıyorlardı bile. Ağızlarında beyazımsı bir köpük çiğneyerek dalgın ve küskün arka arkaya, ağır ağır yumuşak yumuşak, iz bırakmadan ve toz çıkarmadan gidiyorlardı.

Çok sabretti, dayanamadı, yanındaki askere parmağı ile göstererek sordu; - O ne? -Cemel! Cemel! dedi. Hasan'ı bir istasyonda indirdiler. Gerdanından, alnından, kollarından ve kulak­larından biçim biçim, sürü sürü altınlar sallana sallana kara çarşaflı, kara çatık kaşlı, kara iri benli bir kadın göğsüne bastırdı. Anasınınkine benzemeyen, tuhaf kokulu, fazla yumuşak, içine gömülüverilen cansız bir göğüs. - Yâ habibi! Ya aynî! Halasının yanındaki kadınlar da sarıldılar, öptüler, söyleştiler, gülüştüler. Bir­çok çocuk da gelmişti; entarilerinin üstüne hırka yerine elbise ceket giymiş, saçları perçemli, başları takkeli çocuklar... Hasan durgun, tıkanıktı; susuyor, susuyordu. Öyle, haftalarca sustu. Anlamaya başladığı Arapçayı, küçücük kafasında beliren bir inatla konuşmayarak sustu. Daha büyük bir tehlikeden korkarak deniz altında nefes almamaya çalışan bir adam gibi tıkandığını duyuyordu, yine susuyordu. Hep sustu.

Şimdi onun da kuşaklı entarisi, ceketi, takkesi, kırmızı merkupları vardı. Saçlarının ortası, el ayası kadar sıfır makine ile kesilmiş, alnına perçemler uzatılmıştı. Deri gibi sert, yayvan tandır ekmeğine alışmıştı; yer sofrasında bunu hem kaşık, hem çatal yerine dürümleyerek kullanmayı beceriyordu. Bir gün halası sokaktan bağırarak gelen bir satıcıyı çağırdı. Evin avlusuna sırtında çuval kaplı bir yayvan torba, elinde bir ufacık iskemle ve uzun bir demir parçası, dağınık kıyafetli bir adam girdi. Torbasında da mukavva gibi bükülmüş bir tomar duruyordu. Konuştular, sonra önüne bir sürü patlak, sökük, parça parça ayakkabı dizdiler. Eskici iskemlesine oturdu. Hasan da merakla karşısına geçti. Bu dört yanı duvarlı tek kat, basık ve toprak evde öyle canı sıkıyordu ki... Şaşarak, eğlenerek seyrediyordu: Mukavvaya benzettiği kalın deriyi iki tarafı keskin incecik, sapsız bıçağıyla kesişine, ağzına bir avuç çivi dolduruşuna, sonra bunları birer birer, İstanbul'da gördüğü maymun gibi, avurdundan çıkarıp ayakkabıların altına çabuk çabuk mıhlayışına, deri parçalarını, pis bir suya koyup ıslatışına, mundar çanaktaki macuna parmağını daldırıp tabanlara sürüşüne, hepsine bakıyordu. Susuyor ve bakıyordu.

Bir aralık nerede ve kimlerle olduğunu keyfinden unuttu, dalgınlığından ana diliyle sordu. - Çiviler ağzına batmaz mı senin? Eskici başını hayretle işinden kaldırdı. Uzun uzun Hasan'ın yüzüne baktı: Türk çocuğu musun be? İstanbul'dan geldim? Ben de o taraflardan... İzmit'ten! Eskici saç sakal dağınık, göğüs bağır açık, pantolonu dizlerinden yamalı, dişleri eksik ve suratı sarı, sapsarıydı; gözlerinin akına, kadar sarıydı. Türkçe bildiği ve güldüğü, İstanbul taraflarından geldiği için Hasan şimdi onun sade işine değil, yüzüne de dikkatle bakmıştı. Göğsünün ortasında, tıpkı çenesindeki sakalı andıran kırçıl, seyrek bir tutam kıl vardı. Dişsizlikten peltek çıkan bir sesle tekrar sordu: Ne diye düştün bu cehennemin bucağına sen?

Hasan anladığı kadar anlattı. Sonra Kanlıca'daki evlerini tarif etti; komşusunun oğlu Mahmut'la balık tuttuklarını, anası doktora giderken tünele bindiklerini, bir kere de kapıya beyaz boyalı hasta otomobili geldiğini, içinde yataklar serili olduğunu söyledi. Bir aralık da kendisi sordu: - Sen niye burdasın? Öteki başını ve elini söyle salladı. Uzun iş mânâsına ve mırıldandı: - Bir kabahat işledik de kaçtık! Asıl konuşan Hasan'dı, altı aydan beri susan Hasan. Durmadan, dinlenmeden nefes almadan, yanakları sevincinden pembe pembe dudakları taze, gevrek, billur sesiyle biteviye konuşuyordu. Aklına ne gelirse söylüyordu. Eskici hem çalışıyor, hem de ara sıra "Ha! ya? öyle mi?" gibi dinlediğini bildiren sözlerle onu söyletiyordu; artık erişmeyeceği yurdunun bir deresini, bir rüzgârını, bir türküsünü dinliyormuş gibi hem zevkli, hem yaslı dinliyordu; geçmiş günleri, kaybettiği yerleri düşünerek benliği sarsıla sarsıla dinliyordu. Daha çok dinlemek için de elini ağır tutuyordu. Fakat, nihayet bütün ayakkabılar tamir edilmiş, iş bitmişti. Demirini topraktan çekti, köselesini dürdü, çivi kutusunu kapadı, çiriş çanağını sarmaladı. Bunları hep aheste aheste yaptı.

Hasan, yüreği burkularak sordu: Gidiyor musun? Gidiyorum ya, işimi tükettim. O zaman gördü ki, küçük çocuk, memleketlisi minimini yavru ağlıyor... Sessizce, titreye titreye ağlıyor. Yanaklarından gözyaşları bir biri arkasına, temiz vagon pencerelerindeki yağmur damlaları dışarının rengini, geçilen manzaraları içine alarak nasıl acele acele, sarsıla çarpışa dökülürse öyle, bağrının sarsıntılarıyla yerlerinden oynayarak, vuruşarak içlerinde güneşli mavi gök, pırıl pırıl akıyor. - Ağlama be! Ağlama be! Eskici başka söz bulamamıştı. Bunu işiten çocuk hıçkıra hıçkıra, katıla katıla ağlamaktadır; bir daha Türkçe konuşacak adam bulamayacağına ağlamaktadır. - Ağlama diyorum sana! Ağlama. Bunları derken onun da katı nasırlanmış yüreği yumuşamış, şişmişti. Önüne geçmeye çalıştı ama yapamadı, kendisini tutamadı; gözlerinin dolduğunu ve sakallarından kayan yaşların, Arabistan sıcağıyla yanan kızgın göğsüne bir pınar sızıntısı kadar serin, ürpertici, döküldüğünü duydu.