“MEKANSAL EVRİM”
1. YERYUVARININ OLUŞUMU VE EVRİMİ Bulutsuz bir yaz gecesi gökyüzüne bakan her insan, içinde yaşadığı evrenin nasıl oluştuğunu, onun sonsuzluğunu, içinde başka canlıların, belki de düşünülebilir canlıların bulunabileceğini yada sınırlı olduğunu, özellikle o sınırın ötesinde neler olabileceğini, dünyadakilerden başka canlı olmadığını, kapatılmış olduğu evrensel yalnızlığı ve karantinayı düşününce irkilir. İlk çağlardan beri evrenin yapısı üzerinde varsayımlar ileriye sürülmüş ve çok defa da bu görüşler, belirli çevrelerce politik baskı aracı olarak kullanılmıştır. Evrenin oluşumu konusundaki düşüncelerin tarihsel gelişimine kısaca bir göz atalım. Gerek ilk çağlarda, gerekse orta çağda evrenin merkezinin dünya olduğu ve dünyanın da sabit durduğu savunulmuş, diğer tüm gök cisimlerinin dünyanın etrafını saran evrensel kürenin kabuğu üzerinde çakılı olduğu varsayılmıştır. Bu zarfın ötesi, Tanrısal gök olarak tanımlanmıştır. Bruno’ya kadar hemen tüm görüşler, evrenin sınırlı boyutlar içerisinde olduğu şeklindeydi. İlk ve orta çağın bir çok toplumunda, Tanrı kavramının gök cisimleri ile özdeşleştirildiği görülmektedir. Gökyüzünün mekaniği konusunda ilk ciddi gözlemler Asur, Babil, Mısır kültürlerinde yapılmış, bazı evrensel ölçümler ve ilkeler bulunmuştur.
İlk defa, Bruno, yıldızlarında bizim güneş sistemimiz gibi, gök de asılı olarak durduğunu ve evrenin sonsuz olduğu zamanının din adamlarına ve filozoflarına karşı savundu. Çünkü Bruno’ ya göre, evren, Tanrının kendisiydi ve Onu sınırlı düşünmek Tanrı kavramına aykırı düşmekteydi. Düşüncelerinden dolayı 17Şubat 1600 yılında, Roma’da, halkın gözü önünde yakıldı. Immanuel Kant, Bruno’dan 150 yıl sonra, evreni tanrının yarattığını savunarak, onun sonsuz, büyük olması gerekeceğini, pozitif bir kanıta dayanmadan, ileriye sürdü. Daha sonra Olbers, gökyüzünün, geceleri neden karanlık olduğunu merak etti. Çünkü ışıkların gök cisimlerinin, ana hatları ile evrende homojen bir dağılım gösterdiği bilinmekteydi. Fizik yasalarından bilindiği kadarıyla, bir kaynaktan gelen ışık şiddeti uzaklığının karesiyle azalmaktaydı.Fakat buna karşın küresi bir şekilde,hacim, yarıçapın, yani uzaklığın küpüyle artmaktaydı. Dolayısıyla dünyaya ışık gönderen kaynakların ışık şiddeti, uzaklıklarının karesi oranında azalmasına karşın bu kaynakların sayısı, uzaklığın küpü oranında çoğalmaktaydı. Bu durumda, evrenin çapının büyüklüğü oranında, dünyaya gelen ışık miktarı, fazla olmalıydı.
Halbuki geceleri karanlıktır, yani dünyanın gökyüzünü aydınlatacak kadar ışık gelmemektedir. Öyleyse evrenin boyutları sınırlı olmalıydı. Olbers’in bizzat kendisi bu inanılmaz sınırlı evren tanımını ortadan kaldırmak için, ışık kaynaklarının gittikçe azaldığını varsaymıştır. Yüzyılımızda, fizikçi Einstein, evren konusunda hesaplarını yaparken, onun sabit boyutlar içerisinde çıktığını gördü. Sonuç kendisine dahil inanılmaz geldi.Bu nedenle sonucu değiştirmek için denklemlerine, yanlışlığı sonradan saptanan, doğal kuvvetler dediği, bir takım kozmik terimler ekledi. Hubble,1926 yılında,çıplak gözle görülmeyen; fakat fotoğraf camında iz meydana getiren, bizden çok uzak birtakım spiral nebular saptadı.Spiral nebulaların,uzun dalgalı ışık çıkardıkları 1912 yılından beri bilinmekteydi.Hubble 1929 yılında bu nebulaların ışığının kırmızıya kaymasını Doppler etkisi ile açıklayarak ünlü kuramını ortaya attı.Yani tüm nebulalar bizden ve muhtemelen birbirlerinden büyük hızlarla uzaklaşmaktaydı,yani evren her saniye yapısını değiştirmekte, genişlemekteydi.Böylece dünyaya gönderdikleri ışının frekansında kaynağın hızla uzaklaşmasından dolayı, azalma, yani ışığın döküldüğü yerde ışığın kırmızıya kaydığı gözlenmekteydi.
Işık kaynakları gözlenen yere doğru hızla yaklaşsaydı, ışıklarının maviye kaydığı, yani gözlem yerine ulaşan ışığın frekansında artma görülecekti.Bu cisimlerin hızı bizden uzaklaştıkça artmaktaydı.Gözlenebilen en uzaktaki gök cisimleri birkaç yıl içerisinde tamamen kayboluyor,yerlerini kuvvetli radyo dalgaları veren Quasare’lara bırakıyorlardı.Kuazarların nasıl bir gök cismi olduğu tam olarak bilinmemektedir.Hubble’ın bu bulgularını duyan Einstein,daha önce denklemlerine eklediği kozmik terimleri ve ilave sayıları, sessizce geri çekti.Çünkü onlarsız yaptığı tüm işlemler hemen hemen doğruydu.Böylece evrenin büyüklüğünün sonlu,yapısının değişken olduğu kesin olarak kanıtlanmaktaydı. Evren patlarcasına genişliyor,buna bağlı olarak birim hacimdeki madde miktarı,yani yoğunluk azalıyordu. BİG – BANG KURAMI Pansias ve Wilson adında iki bilim adamı, 1965 yılında Echos adlı yapay bir uydudan gelen sinyalleri daha iyi alabilecek anteni geliştirmeye uğraşırken evrenin ilk oluşumunda ortaya çıkan patlamanın yankılarını saptadılar.Öyle ki, geliştirdikleri anten ne tarafa çevrilirse çevrilsin, çevrildiği yönle kuvveti değişmeyen 7.3 cm. boyunda radyo dalgalarını algılıyordu.
Daha sonraki ayrıntılı çalışmalar bu dalgaların, yaklaşık 13 milyar yıl önce evrenin oluşumu sırasında meydana gelen patlamaların ortaya çıkardığı elektromanyetik dalgalar olduğunu ve evrenin her noktasını homojen olarak doldurduğunu gösterdi.Hatta yayın olmadığı zaman, televizyonda görülen kar yağması şeklindeki görüntülerin ve hışırtıların, bu patlamanın yankısı olduğu varsayılmaktadır. Büyük bir olasılıkla bundan yaklaşık 13-20 milyar yıl önce, evreni oluşturacak tüm maddeler, kozmik bir öz halinde, belki de çapı birkaç kilometreyi yada en fazla bugünkü dünyanın büyüklüğünü geçmeyecek bir şekilde bulunuyordu. Bu plazmada, bugün tanıdığımız ve tanımladığımız atom parçalarının ve alt parçalarının hiçbiri bulunmamaktaydı. Santimetre küpü, milyarlarca trilyonlarca ton gelen bu özün esas yapısı, bugün tanımlayamadığımız ve tüm atom altı parçacıklarda aynı olan bir plazmaydı. Sıcaklığı milyarlarca belki de bugün evrende olmayan bir santigrat derecesinde olan bu plazma oluşabilecek hafif gazlardan dolayı yada din kitaplarının bir çoğunda değinilen Tanrının “Yaratılsın Emri” ile kararlı halden kararsız hale geçti ve “Ezeli Patlama” denen büyük bir patlama ile yoğunlaşmış bu enerji tüm boyutlarda astronomik bir hızla yayılmaya başladı.
En hızlı hareket edenler en önde daha yavaş olanlar arkada olmak üzere genişleme “Evrenin Nefes Alması” başladı. Bu nedenle büyük evrenin kıyılarına yaklaşan cisimlerin hızı ışık hızına yakındır. İlk milisaniyenin başlangıcında protonlar, elektronlar; ortalarına doğru hafif atomlar özellikle hidrojen daha sonra sıcaklık biraz azalınca daha ağır atomlar oluşmaya başladı. Bu durum da madde olarak tanımlayabileceğimiz ilk madde hidrojen atomuydu. Patlamadan önce, kütle çekimi (Gravitasyon) sonsuz denecek kadar büyük olduğu için zaman ya yoktu ya da henüz başlamamıştı. Galaksilerden gelen ışıkların kırmızıya kayması evrenin hala genişlediğini göstermektedir. Bu durumda evrendeki kütle yoğunluğu buna bağlı olarak kütle çekim kuvveti (Gravitasyon kuvveti) gittikçe azalmaktadır. Einstein çalışmalarında, ışığın gravitasyon alanları içinde düz gitmediği gravitasyon çekim gücüne bağlı olarak saptanmıştır. Evrenin bir patlamayla oluştuğunu savunan bu kurama “Big-Bang Kuramı” daha sonra büzüleceğini ve tekrar genişleyebileceğini varsayan kurama da “Pulsiyon yada Nabız Kuramı” denir.
Big Bang Teorisi Sınırlı evren modeline göre, evrenin genişlemesi bir zaman sonra duracak, böylece evren ya sonsuz bir kararlılığa gömülecek, ya da şekilde olduğu gibi, maddelerin birbirini çekmesinden dolayı, evrendeki tüm cisimler gittikçe artan bir hızla tekrar merkeze doğru akmaya başlayacak ve sonunda evrenin ilk yaratılış anında olduğu gibi büyük bir patlamayla bir araya gelecek ve her şey yine bir plazma haline dönüşecektir.
GÜNEŞ SİSTEMİNİN VE DÜNYANIN OLUŞUMU ÜZERİNE GÖRÜŞLER Evrensel patlamadan belirli bir süre sonra maddeler galaksiler ve yıldız sistemleri düzenlenmeye başlanmıştır. Büyük olasılıkla,evrensel gaz ve toz bulutlarının yoğunlaşmasıyla sabit yıldızlar ortaya çıkmıştır.Büzülmekte olan tüm cisimlerde meydana gelen yüksek basınçtan dolayı merkezlerinde sıcaklık gittikçe artar ve açısal momentumun korunması için kendi etrafında dönme hareketi başlar.Güneşimiz de aynı şekilde oluşmuş, iç tarafında sıcaklık milyonlarca dereceye ulaşmış ve kendi etrafında belirli bir hızla dönmeye başlamıştır.Doğal olarak yüzeyindeki sıcaklık merkezindekinden çok daha azdır. Şimdiye kadar evrende uydusu olan tek bir yıldız gözlenmiştir.Güneşin uydularının en önemli özelliği,hepsinin aynı düzlem üzerinde bulunması ve bu düzlemin güneşin ekvator düzlemiyle hemen hemen çakışmasıdır. Bir yıldızın güneşin yakınından geçerek, onun ekvator düzleminden parçalar koparmak suretiyle, gezegenleri meydana getirdiği savunulmuş ve buna “Katastrof Varsayımı” denmiştir.Birçok eksikliğine rağmen en çok benimsenen ve üzerinde en çok tartışılan diğer görüş ise “Meteorit Varsayımı”dır.
Bu görüşe göre,uydular güneşle birlikte; fakat bağımsız olarak uzaydaki gaz ve toz bulutlarından soğuk olarak oluşmuştur. DÜNYANIN OLUŞUMU Güneşten uzaklığı 3. sırada bulunan, 5-6 milyar yıl önce, yıldızlararası toz bulutlarından oluşmuş dünya,canlılık formları için en uygun ortamı oluşturmaktadır.Oluşumunun ilk evrelerinde gevşek bir yapı gösterdi. Artan yoğunlukla gittikçe büzülmeye ve küçülmeye başladı.Büyüyen basınçla ve radyoaktif elementlerin parçalanmasıyla sıcaklık yükseldi. Bu ısınma iç tarafın akıcı bir hal almasına ve maddelerin ağırlıklarına göre içten dışa doğru dizilmesine neden oldu. Zamanla soğuyan dış kısım(litosfer) parça parça ağır metalleri de taşımak suretiyle,oluşacak karmaşık moleküllerin içteki sıcaklığın etkisiyle yıkılmasını önlemeye başlamıştı. Fakat bu evrede tam bir atmosfer oluşmamıştı. Bu evre yaklaşık 2-3 milyar yıl sürmüştü.
2. ATMOSFERİN OLUŞUMU VE EVRİMİ Dünyanın oluşumunda ulaştığımız son evrede atmosfer oluşmamıştı. Çünkü kütle azlığından dolayı gazların çoğu uzaya kaçmıştı, ancak ağır metallerle bileşik yapan elementler yerin yüzeyinde kalabilmişti. Bu nedenle uydular, dolayısıyla dünya diğer gök cisimlerine göre çok daha fazla ağır metallerden yapılmıştır. Asal gazlar bileşik yapmadığı için tümüyle uzaya kaçmıştır. Bu yüzden bugün dünyada asal gaz hemen hemen yoktur. OKSİJENSİZ EVRE İnce katı bir kabukla örtülen dünya, içteki kızgın lavların dışarıya püskürdüğü yanardağlarla doluydu. Yanardağlardan birçok mineralin yanı sıra, %97’si su buharı olan gazlar da çıkıyordu. Bu su buharı soğuyarak yerin yüzüne su halinde toplanamıyordu; çünkü yer kabuğunun dış yüzü hala 100 santigradın üzerindeydi.
Aşağılara kadar inen su buharı sıcak taşküreye çarparak tekrar yükseliyor ve böylece yeryüzünün ısısını sürekli olarak uzaya taşıyarak, taşkürenin soğumasını sağlıyordu. Suyun büyük bir kısmı buhar halinde olduğundan, ilk atmosferin basıncı bugünkünden yaklaşık 300 defa daha fazlaydı. Her taraf kalın bir sis tabakasıyla örtülmüştü; kesiksiz yağmur bulutları her tarafı kaplamıştı. Bu nedenle güneş ışınları yerin yüzeyine ulaşamıyordu. Yüzeye ulaşan ışıkların kaynağı sadece sürekli meydana gelen şimşeklerdi. Yerkürenin üzerinde bulunan atmosferde ve yer kabuğunun altında bulunan gazlarda serbest oksijen yoktu. Başlangıçta olanlar uzaya kaçmıştı; daha sonra oluşanlar da mineralleri oksitlemek suretiyle bağlanmıştı.Serbest oksijenin olmaması, ileride canlıları oluşturacak , inorganik yoldan kazanılmış organik moleküllerin oksitlenmeden saklanılmasını,dolasıyla canlılığın ortaya çıkmasını sağlamıştır. Daha sonra fotosentez yapabilen canlıların yani bitkilerin ortaya çıkmasıyla oluşan serbest oksijen ise, canlı türlerinin çeşitlenmesini ve organizasyonlarının yükselmesini sağlamıştır. Fakat aynı zamanda yeni canlı oluşturabilecek tüm olanakları da önlemiştir. Su buharınca zengin atmosferin içerisinde, güneş ışınlarının etkisiyle aminoasitler, polipeptitler, çekirdek asitleri, porifinler vs. gibi organik maddeler sentezlenmiş ve oksitlenmeden yer kürenin çukurlarına çökmüştür.
Bu arada su buharı aracılığıyla ısı taşınımı ve soğuma sürmüş ve yeryüzünün sıcaklığı 100 santigradın altına düşmüştür. Sıcaklığın düşmesi, atmosferdeki su buharının çok büyük bir kısmının, su halinde, yerkürenin çukur yerlerine toplanmasına neden olmuştur. Su buharının atmosferden çekilmesi, havanın berraklaşmasını, güneş ışınlarının ve yüksek enerjili ışınların tüm etkinliğiyle yerin yüzüne kadar ulaşmasını sağlamıştı. Dünyanın yüzü aşağı yukarı bugünkü görünümünü almıştı. Kümeler halinde bulutlar ve mavi gök ortaya çıkmıştı. Atmosfer olayları başlamıştı. Büyüklüğü bugünkünden biraz daha az olan okyanuslar ve su birikintileri, mineral ve tuzlar ve daha önceki dönemde oluşmuş ilkin organik maddeler bakımından zenginleşmişti. OKSİJENLİ EVRE VE UREY ETKİSİ İlkin organik maddelerle ve zengin mineral tuzlarıyla zenginleşmiş su birikintilerine güneş ışınları tüm etkinliğiyle çarpıyordu. Özellikle kısa dalgalı ışınlar(mor ötesi) enerjice zengin olduğundan hem sentezleme tepkimelerini sağlıyor hem de sentezlenmiş karmaşık moleküllerin yıkılmasına neden oluyordu. Morötesi ışınların en önemli etkisi, bizzat su molekülerinin üzerinde görülmektedir.
Bu ışınların bazılarının enerjisi, su moleküllerini, atomlarına kadar parçalamaya yeter. “Fotodissosiyasyon”(ışık ile parçalama) olarak adlandırılan bu olay ile tüm su yüzeylerinden serbest hidrojen ile serbest oksijen çıkıyordu. Hidrojen hafif element olduğu için uzaya kaçıyordu. Oksijenin bir kısmı atmosferin üst kısımlarına doğru yükselirken yüksek enerjili güneş ışınlarının bombardımana uğruyor ve ozon tabakasını meydana getiriyordu. Bir kısmı ise inorganik maddelerin ya da oluşmuş organik maddelerin oksitlenmesinde kullanılıyordu. Ozon tabakası çok etkili bir morötesi ışın filtresidir. Bu tabaka oluştuktan sonra artık D vitaminini oluşturan morötesi ışınlar ve morötesi ışınların görülebilir kısmından başka diğer tüm dalga boyları emilmiş ve yeryüzüne ulaşmaları önlenmiştir. Böylece su üzerinden fotodissosiyasyon ile serbest oksijen elde edilmesi durmuş olur. Ortamdaki serbest oksijen oksitlenme ile bir zaman sonra bitince, ozon tabakası zayıflar ve morötesi ışınlar tekrar tüm etkinliğiyle yeryüzüne ulaşmaya ve serbest oksijeni tekrar çıkarmaya başlar. Bu denge fotosentez yapan canlılar ortaya çıkıncaya kadar aralıksız olarak devam etmiştir. Ozon tabakasının karşılıklı etkileşimle oksijeni belirli bir düzeyde tutmasına “Urey Etkisi” denir. Son olarak, atmosferin evrimiyle ilgili birkaç işlevine daha değinelim: Bilindiği gibi dünya sürekli olarak irili ufaklı gök taşlarıyla bombardıman edilmektedir.
Bunların çoğu sürtünmeden dolayı yanarak atmosferde küçük parçalara ayrılmaktadır. Böylece canlılar korunmaktadır. Ayrıca atmosferdeki buhar gece ve gündüz arasındaki sıcaklık farkını tamponlamaktadır. Ayrıca oluşan atmosferik hareketler, okyanusların minerallerce zenginleşmesini ve canlıların oluşabileceği ham toprakların meydana gelmesini sağlar.