Sunum yükleniyor. Lütfen bekleyiniz

Sunum yükleniyor. Lütfen bekleyiniz

TARİKATLAR DÖNEMİ 1. XII-XIII. Asırlar XII. ve XIII. asırlar, Abbasî hilâfetinin her geçen gün siyâsî nüfuz ve istikrarını kaybettiği ve Batı’dan gelen.

Benzer bir sunumlar


... konulu sunumlar: "TARİKATLAR DÖNEMİ 1. XII-XIII. Asırlar XII. ve XIII. asırlar, Abbasî hilâfetinin her geçen gün siyâsî nüfuz ve istikrarını kaybettiği ve Batı’dan gelen."— Sunum transkripti:

1 TARİKATLAR DÖNEMİ 1. XII-XIII. Asırlar XII. ve XIII. asırlar, Abbasî hilâfetinin her geçen gün siyâsî nüfuz ve istikrarını kaybettiği ve Batı’dan gelen haçlı saldırılarıyla Doğu’dan gelen Moğol istilasının İslâm dünyasını kasıp kavurduğu yıllardır. Yine bu asırlar, Anadolu’da Anadolu Selçukluları ile bazı beyliklerin, Mısır’da Memlüklerin, Irak ve Suriye’de ise yine muhtelif beyliklerin hüküm sürdüğü bir dönemdir. Böyle bir siyasî ve içtimaî ortam, ilim dünyasının belli ölçüde gerilediği, bununla birlikte münferit de olsa değerli ilim ve fikir adamları ile mutasavvıfların yetiştiği bir dönem olmuştur. Bu dönemde tekke ve dergâhların önemi artmış, küçük yerleşim bölgelerine varıncaya kadar tarikat teşkilatı yaygınlaşmıştır.

2

3 Selçuklu hükümdarları fethettikleri bölgelerde sûfîler için tekkeler inşâ ettirip vakıflar tahsis ederek bu tür faaliyetleri desteklemişlerdir. 545/1150 yılında Amasya’da inşa edilen Hankâh-ı Mes’ûdî buna örnek gösterilebilir. Siyasi otoritenin tarikatlara sağlamış olduğu bu destekler, birçok mutasavvıfın Anadolu’ya gelip yerleşmesine ve faaliyetlerini burada sürdürmesine zemin hazırlamıştır.

4 Bu dönemde bir yandan ehl-i sünnet tasavvufu gelişip kurumsallaşırken, diğer yandan da Kalenderî ve Hayderî gibi Şîa fırkalarının tasavvufî kisve altında faaliyet gösterdikleri görülür. Özellikle Horasan ve Yemen bölgelerindeki Şîa nüfuzu altındaki yerlerde Hasan Sabbâh’ın geliştirdiği Bâtınîlik cereyanı ile İ hvân-ı Safâ ’nın teşkilatlanıp faaliyet göstermeye başladığı yıllar bu döneme rastlar. Bu dönemde bir yandan ehl-i sünnet tasavvufu gelişip kurumsallaşırken, diğer yandan da Kalenderî ve Hayderî gibi Şîa fırkalarının tasavvufî kisve altında faaliyet gösterdikleri görülür. Özellikle Horasan ve Yemen bölgelerindeki Şîa nüfuzu altındaki yerlerde Hasan Sabbâh’ın geliştirdiği Bâtınîlik cereyanı ile İ hvân-ı Safâ ’nın teşkilatlanıp faaliyet göstermeye başladığı yıllar bu döneme rastlar.

5 Tasavvuf bir hâl ilmi olmakla beraber bu dönemde öğrenilen ve öğretilen bir ilim haline gelmiştir. Bu dönemde kaleme alınan İbnü’l-Fâriz’ın (ö. 1235) Dîvân’ı, İbnü’l-Arabî’nin (ö. 1240) Füsûs’u, Konevî’nin (ö. 1274) Fükûk’u ve Fahreddin Irâkî’nin (ö.1289) Lemeât’ı tefekkür tarafı ağır basan, tasavvuf düşüncesini zengin kavramlarla açıklayan eserler olarak ilgi çekmiştir. Lemaât XIII. yüzyıl Anadolu coğrafyasında kaleme alınmış bir sûfî metnidir. Döneminde ilgiyle karşılanmış olan bu metin, Sadreddîn Konevî tarafından “Lemaât be hakikat lübb-i füsûs est” Fusûsul-Hikemin lübbü/özü olarak nitelenir. Bu yüzden olsa gerek, ilgili literatürde Fusûsun Fars dilinde yapılmış bir şerhi olarak anılır.

6 XII-XIII. asırlara genel olarak bakıldığında tarikatların tekevvün dönemi olarak dikkati çeker. Tekkesi, zaviyesi, şeyh ve müritleriyle ilk tarikatlar bu yüzyıllarda kurulmuştur. XII. asırda kurulan tarikatlardan ilki, Abdülkâdir Geylânî’ye (ö. 561/1165-66) nispet edilen ve merkezi Bağdat’ta bulunan Kâdiriyye’dir. Bu tasavvuf yolu, İslam dünyasının en yaygın tarikatıdır. İkincisi Türkistan bölgesinde faaliyet gösteren Ahmed Yesevî’nin (ö. 562/1166) tesis ettiği Yeseviyye’dir. Ahmed Yesevî, Yusuf Hemedânî’nin (ö. 535/1140) halifesidir. Dîvân-ı Hikmet adlı bir eseri vardır. Halife ve müritlerini Anadolu ve Balkanlar’a göndererek İslamiyet’in bu bölgelerde yayılmasına katkıda bulunmuştur. Üçüncüsü Ahmed er-Rifâî (ö. 578/1182) tarafından Basra’da kurulan Rifâiyye’dir. Dayısı Mansûr el-Batâihî’den tarikat icazeti alan Rifâî, Abbasî Halifesi Müstencid’in de saygı duyduğu bir şeyhtir. İbnü’l-Arabî’nin en önemli üstatları arasında yer alan Ebû Medyen Şuayb el-Mağribî (ö.590/1194) de bu devrin önemli mutasavvıflarındandır. Abdülkadir Geylânî doğunun (Şeyhu’l-maşrık), o da batının şeyhi (Şeyhu’l-mağrib) olarak tanınmıştır. XII-XIII. asırlara genel olarak bakıldığında tarikatların tekevvün dönemi olarak dikkati çeker. Tekkesi, zaviyesi, şeyh ve müritleriyle ilk tarikatlar bu yüzyıllarda kurulmuştur. XII. asırda kurulan tarikatlardan ilki, Abdülkâdir Geylânî’ye (ö. 561/1165-66) nispet edilen ve merkezi Bağdat’ta bulunan Kâdiriyye’dir. Bu tasavvuf yolu, İslam dünyasının en yaygın tarikatıdır. İkincisi Türkistan bölgesinde faaliyet gösteren Ahmed Yesevî’nin (ö. 562/1166) tesis ettiği Yeseviyye’dir. Ahmed Yesevî, Yusuf Hemedânî’nin (ö. 535/1140) halifesidir. Dîvân-ı Hikmet adlı bir eseri vardır. Halife ve müritlerini Anadolu ve Balkanlar’a göndererek İslamiyet’in bu bölgelerde yayılmasına katkıda bulunmuştur. Üçüncüsü Ahmed er-Rifâî (ö. 578/1182) tarafından Basra’da kurulan Rifâiyye’dir. Dayısı Mansûr el-Batâihî’den tarikat icazeti alan Rifâî, Abbasî Halifesi Müstencid’in de saygı duyduğu bir şeyhtir. İbnü’l-Arabî’nin en önemli üstatları arasında yer alan Ebû Medyen Şuayb el-Mağribî (ö.590/1194) de bu devrin önemli mutasavvıflarındandır. Abdülkadir Geylânî doğunun (Şeyhu’l-maşrık), o da batının şeyhi (Şeyhu’l-mağrib) olarak tanınmıştır.

7 Bu dönemde dikkati çeken mutasavvıflardan biri de Mâverâünnehr ve Buhara bölgesinde tasavvuf ve tarikat hizmetini sürdüren Abdülhâlik Gucdüvânî’dir (ö. 595/1199). O da, Ahmed Yesevî gibi, Yusuf Hemedânî’den feyiz almıştır. Şîraz’da vefat eden Ruzbihân Baklî (ö.606/1209) bu dönemin velûd mutasavvıflarındandır. Meşrebü’l-ervâh adlı makam, menzil ve kavramlara dair eseri ile Şatahâtü’s-sûfiyye’si meşhurdur. Kaydedilmesi gereken diğer bir mutasavvıf da Mecdüddin Bağdadî’dir (ö.606/1209). Necmeddin Kübrâ’nın halîfelerinden olan Bağdâdî, Harezmşah Sultanı Alâeddin Muhammed tarafından idam edilmiştir. Bu dönemde dikkati çeken mutasavvıflardan biri de Mâverâünnehr ve Buhara bölgesinde tasavvuf ve tarikat hizmetini sürdüren Abdülhâlik Gucdüvânî’dir (ö. 595/1199). O da, Ahmed Yesevî gibi, Yusuf Hemedânî’den feyiz almıştır. Şîraz’da vefat eden Ruzbihân Baklî (ö.606/1209) bu dönemin velûd mutasavvıflarındandır. Meşrebü’l-ervâh adlı makam, menzil ve kavramlara dair eseri ile Şatahâtü’s-sûfiyye’si meşhurdur. Kaydedilmesi gereken diğer bir mutasavvıf da Mecdüddin Bağdadî’dir (ö.606/1209). Necmeddin Kübrâ’nın halîfelerinden olan Bağdâdî, Harezmşah Sultanı Alâeddin Muhammed tarafından idam edilmiştir.

8 Hindistan’ın ilk ve en büyük tasavvuf yolu olan Çiştiyye, Hint Müslümanlarının manevî hayatında büyük rolü olan bir tarikattır. XII. yüzyılın sonunda Ecmîr’de tekkesini kuran Muînüddin Hasan el-Çeştî (ö. 633/1236) tarafından sistemleştirilen tarikat, daha sonra bütün Hint yarımadasına yayılmıştır. Tarikat adını, asıl kurucusu Hâce Ebû İshak eş-Şâmî’nin yerleştiği Herat yakınlarındaki Çişt köyünden alır. Çiştiyye’nin Sâbiriyye ve Nizâmiyye kolları yaygındır. Nizâmeddîn-i Evliya (ö 726/ 1325) ve Şeyh Çerâğ-ı Dehlî (ö. 756/1355) tarikatın önemli isimlerindedir.

9 Kübreviyye ise Harezmli Şeyh Necmeddin Kübrâ (ö.618/1221) tarafından Türkistan’da kurulmuş bir tarikattır. Kübrâ, Moğollarla yaptığı savaşta şehit olmuş, saygın bir şeyhtir. Yetiştirdiği şahsiyetlerden Sa’deddin Hamevî (ö.650/1252), Seyfüddin Bâharzî (ö.658/1259) ve Buhara yöresini aydınlatan gönül erlerinden biri olan Baba Kemal Cendî burada kaydedilmesi gereken mutasavvıflardır. el-Maksadü’l-Aksâ ve el-Mebde’ ve’l-meâd adlı eserlerin müellifi Şeyh Aziz Nesefî (ö.700/1300) Sa’deddin Hamevî’nin yetiştirdiği önemli bir mutasavvıftır. Aynı bölgede eserleriyle tanınan müellif sûfîlerden biri de Necmüddin Râzî’dir (ö.628/1230). “Necm Dâye” olarak da bilinen Râzî’nin Mirsâdü’l-ibâd adlı eseri meşhurdur. Kübreviyye ise Harezmli Şeyh Necmeddin Kübrâ (ö.618/1221) tarafından Türkistan’da kurulmuş bir tarikattır. Kübrâ, Moğollarla yaptığı savaşta şehit olmuş, saygın bir şeyhtir. Yetiştirdiği şahsiyetlerden Sa’deddin Hamevî (ö.650/1252), Seyfüddin Bâharzî (ö.658/1259) ve Buhara yöresini aydınlatan gönül erlerinden biri olan Baba Kemal Cendî burada kaydedilmesi gereken mutasavvıflardır. el-Maksadü’l-Aksâ ve el-Mebde’ ve’l-meâd adlı eserlerin müellifi Şeyh Aziz Nesefî (ö.700/1300) Sa’deddin Hamevî’nin yetiştirdiği önemli bir mutasavvıftır. Aynı bölgede eserleriyle tanınan müellif sûfîlerden biri de Necmüddin Râzî’dir (ö.628/1230). “Necm Dâye” olarak da bilinen Râzî’nin Mirsâdü’l-ibâd adlı eseri meşhurdur.

10 Dönemin önemli mutasavvıflardan biri de Ekberiyye’nin kurucusu ve Şeyh-i Ekber namıyla şöhret bulmuş Muhyiddin İbnü’l-Arabî’dir (ö. 638/1240). Füsûsu’l- hikem ve el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye adlı eserleriyle tasavvufî düşüncede önemli bir yere sahiptir. Endülüs’te doğan İbnü’l- Arabî Mısır, Şam, Anadolu gibi o günün İslâm merkezlerinin pek çoğunu gezmiştir. “Vahdet-i vücûd” düşüncesinin sistemleştirilmesinde büyük katkısı olmuştur. Bu düşünce, Mısır’da İbnü’l-Fârid (ö. 1235) ve Kuzey Afrika’da Abdülhak b. Seb’în (ö.669/1270) gibi mutasavvıflarca da dile getirilmiştir. Mevleviyye tarikatının kurucusu Mevlânâ Celâleddin Rûmî (ö. 672/1273) Anadolu’da faaliyet gösteren önemli bir sûfîdir. Mevlânâ, Şems-i Tebrizî, Baba Kemâl Cendî, Şeyh Rükneddin es-Secâsî, Fahreddin-i Irâkî ve Evhadüddin-i Kirmânî (ö. 635/1237) ile çağdaştır. Mevleviyye tarikatının kurucusu Mevlânâ Celâleddin Rûmî (ö. 672/1273) Anadolu’da faaliyet gösteren önemli bir sûfîdir. Mevlânâ, Şems-i Tebrizî, Baba Kemâl Cendî, Şeyh Rükneddin es-Secâsî, Fahreddin-i Irâkî ve Evhadüddin-i Kirmânî (ö. 635/1237) ile çağdaştır.

11 Bâbâî halifelerinden olduğu rivayet edilen Hacı Bektaş-ı Velî (XIII. asır [?]), Horasanlı bir Türk olup kendi adına izafe edilen tarikatın pîridir. Âşıkpaşazâde, Hacı Bektaş-ı Velî’nin Horasan’dan geldiğini, Menteş adındaki bir kardeşini de beraberinde getirdiğini, niyetlerinin “Baba İlyas”ı görmek olduğunu ve bu maksatla Kırşehir ve Kayseri’ye gittiklerini, Menteş’in bilahare Sivas’a gidip orada şehit olduğunu anlatmakta ve Hacı Bektaş Velî’nin Osmanlı hanedanından herhangi bir kimse ile görüşmediğini belirtmektedir. Hacı Bektaş-ı Velî’nin hayatı daha sonra gelen mensuplarınca menkıbeleştirilmiştir. Bektaşiyye mensuplarının Yeniçeri Ocağı’nın kuruluşunda önemli hizmetleri olduğu bilinmektedir.

12 Fahreddin-i Irâkî (ö. 1289), Sühreverdiyye’nin Hindistan temsilcisi Zekeriyya Multânî’nin müridi ve damadıdır. Şeyhinin vefatından sonra Hindistan’dan Anadolu’ya gelmiş, Konevî ile görüşerek İbnü’l-Arabî’nin fikirleriyle tanışmış ve Lemeât adlı eserini kaleme almıştır. Şihâbuddin Sühreverdî’nin yetiştirdiklerinden Bostan ve Gülistan müellifi Şeyh Sa’dî-i Şîrâzî (ö.691/1292) de bu asrın muteber sûfî şâirleri arasında yer alır. Şam bölgesinde faaliyet gösteren tarikatlardan biri de Sadeddin el-Cebâvî (ö. 700/1300) tarafından tesis edilen Sa’diyye’dir. el-Cebâvî, ruh hastalıklarını telkin yoluyla tedavi etmesiyle tanınır. Özellikle Suriye’de yayılan tarikat, İstanbul’a Selâmiye kolunun kurucusu Abdüsselâm ile girmiş, yirmi kadar tekkede faaliyet göstermiştir. Tarikat Rumeli’de de yaygınlaşmıştır. Cebâviyye olarak da tanınan tarikatın diğer kolları ise Tağlebiyye, Vefâiyye ve Âciziyye’dir. Fahreddin-i Irâkî (ö. 1289), Sühreverdiyye’nin Hindistan temsilcisi Zekeriyya Multânî’nin müridi ve damadıdır. Şeyhinin vefatından sonra Hindistan’dan Anadolu’ya gelmiş, Konevî ile görüşerek İbnü’l-Arabî’nin fikirleriyle tanışmış ve Lemeât adlı eserini kaleme almıştır. Şihâbuddin Sühreverdî’nin yetiştirdiklerinden Bostan ve Gülistan müellifi Şeyh Sa’dî-i Şîrâzî (ö.691/1292) de bu asrın muteber sûfî şâirleri arasında yer alır. Şam bölgesinde faaliyet gösteren tarikatlardan biri de Sadeddin el-Cebâvî (ö. 700/1300) tarafından tesis edilen Sa’diyye’dir. el-Cebâvî, ruh hastalıklarını telkin yoluyla tedavi etmesiyle tanınır. Özellikle Suriye’de yayılan tarikat, İstanbul’a Selâmiye kolunun kurucusu Abdüsselâm ile girmiş, yirmi kadar tekkede faaliyet göstermiştir. Tarikat Rumeli’de de yaygınlaşmıştır. Cebâviyye olarak da tanınan tarikatın diğer kolları ise Tağlebiyye, Vefâiyye ve Âciziyye’dir.

13 2. XIV-XV. Asırlar XII. ve XIII. asırlarda tasavvuf ve tarikatlar, gerek sosyal hayatta gerekse devlet ricali nezdinde belli bir konuma ulaşmıştı. Osmanlı devletinin kuruluş ve yükselme devrine rastlayan XIV. ve XV. asırlarda ise tarikatlar en nüfuzlu dönemini yaşamaya başlamıştır. Bir esnaf teşkilatı olan Ahîlik de bu dönemde Anadolu’daki faaliyet sahasını genişletmiştir. “Fütüvvet ehli” olan ahîler, silsilelerini Hz. Ali (r.a.) vasıtasıyla Hz. Peygamber’e (s.a.) dayandırırlar. Bu devirde pek çok ahî reisinin köylere yerleşerek inşa ettikleri zaviyeler sayesinde memleketin imar ve iskânı ile dînî tebliğ ve irşad işlerinde hizmet gördükleri bilinmektedir. Ayrıca İbn Batuta, Seyâhatnâme’sinde devlet yöneticisinin bulunmadığı yerlerde şehrin ahîsinin yönetici olup padişah gibi hüküm sürdüğünü ve gelip gidenlere ihsanlarda bulunduğunu kaydeder ki bu, ahîlerin tesir ve nüfuzunu göstermesi bakımından önemlidir.

14 Âşıkpaşazâde’nin Rum erenleri dediği ve Abdalân-ı Rûm, Ahîyân-ı Rûm, Bâciyân-ı Rûm ve Gâziyân-ı Rûm diye dörde ayırdığı grupların sonuncusu, fütüvvetin seyfî kolu olarak mütalaa edilmektedir. Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda Geyikli Baba, Abdal Musa, Abdal Murad gibi ahî şeyhleri Osman Bey’in yanında çeşitli savaşlara katılmışlardır. Şeyh Mahmud Gazi, Ahî Şemseddin ve oğlu Ahî Hasan ve pek çok görevde bulunan Çandarlı Halil de ahîlerdendir. Osmanlı Devleti’nin ilk kuruluşunda medresenin yanında bir de tekkenin tesis edilmesi, diğer bir ifadeyle Dursun Fakih’in (ö.726/1326) yanında Şeyh Edebâli’nin (ö.726/1325) de bulunması, devletin tasavvuf ve tarikatlara verdiği önemi göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Şeyh Edebâli, nüfuzlu bir ahî şeyhi olmasının yanı sıra Osman Gazi’nin (ö. 1326) de kayınpederi idi. Âşıkpaşazâde (ö. 908/1502) ve Taşköprîzâde (ö. 968/1561) gibi tarihçiler, Osman Gazi dönemi şeyhleri arasında Şeyh Muhlis Baba (ö. 700/1301), Edebâli, Şeyh Âşık Paşa (ö.733/1333), Şeyh Âşık Paşa’nın oğlu Elvan Çelebi, Ahî Hasan Çelebi ve Baba İlyas Çelebi gibi tasavvufî şahsiyetleri zikretmişlerdir. Bunlardan Şeyh Muhlis Baba Cengiz istilâsından kaçarak Anadolu’ya gelen ve Amasya’da yerleşen Baba İlyas Horasanî’nin oğlu ve Âşık Paşa’nın babasıdır.

15 İran’da Sühreverdî şeyhlerinden Şeyh Sa’dî-i Şîrâzî ve Cemâleddin Ezherî (ö. 672/1273) gibi şeyhlerin terbiyesinde yetişen İbrahim Zâhid Gilânî (ö. 700/1300) de XIV. asırda kaydedilmesi gereken mutasavvıflardandır. Onun yetiştirdiği halifeler vasıtasıyla iki büyük tarikat kurulmuştur. İlki halifesi Safiyyüddin Erdebîlî (ö.735/1334) tarafından tesis edilen Safeviyye, ikincisi ise Kerîmuddîn Ahî Muhammed Halvetî (ö.751/1350) tarafından kurulan Halvetiyye’dir. Safeviyye, önceleri sünnî ancak daha sonraları şîî temayüller taşıyan ve hatta Safevî-Şîî devletinin kuruluşunu hazırlayan bir tarikattır. Gilân, İran’ın sünnî bölgesidir. Safiyyüddin, oğlu Şeyh Sadreddin (ö.774/1392) ve onun oğlu Alâeddin Ali (ö. 833/1429) genellikle sünnîdir. Alâeddin Ali’nin oğlu İbrahim’den (ö. 851/1447) sonra posta geçen Şeyh Cüneyd (ö. 864/1460) de şîîlik ön plana çıkmıştır. Bilindiği gibi Safevî devletinin kurucusu Şah İsmail, Şeyh Cüneyd’in kızı tarafından torunudur.

16 Halvetiyye tarikatı ise İran’da doğmuş olmasına rağmen XV. asırdan itibaren temsilcileri vasıtasıyla başta Anadolu olmak üzere Osmanlı topraklarının en yaygın tarikatı olmuş; tesir ve nüfuzunu İran’dan Kafkasya, Rumeli ve Balkanlara kadar yayılmıştır. Halvetiyye’nin bütün Osmanlı coğrafyasına yayılmasında tarikatın Pîr-i Sânîsi kabul edilen Yahya Şirvânî’nin (ö. 869/1464) yetiştirdiği Dede Ömer Rûşenî (ö. 892/1486) ve “Çelebi Halife” olarak tanınan Cemâl Halvetî (ö. 899/1493) gibi kol kurucuları ile Sünbül Sinan (ö. 936/1529), İbrahim Gülşenî (ö. 940/1533), Ümmî Sinan (ö. 958/1551) ve Merkez Muslihuddin (ö. 959/1552) gibi halife ve şeyhler etkili olmuşlardır. XIV-XV. asırlarda yaşayan Hacı Bektaş-ı Velî’nin halîfesi Taptuk Emre’nin müridi olan Yunus Emre (ö. 721/1321), tarikat piri olmasa da heyecanlı bir mutasavvıf ve kelimelere yüksek manaları rahatlıkla terennüm ettirebilen kuvvetli bir sûfî-şairdir.

17 Bu dönem aynı zamanda Türkistan bölgesinde Yesevîlik ve Hâcegân silsilelerinden feyz alarak yeni bir tasavvufî hareketin ser halkası olacak Şâh-ı Nakşibend Muhammed Bahâeddin Buhârî’nin (ö.791/1389) etkisini hissettirdiği yıllardır. Nakşibendiyye’nin kurucusu Bahâeddîn Nakşbend’in (ö. 1389) tarikatın “on bir esasını” tespit eden Gucdüvânî’den “üveysî” tarîk ile feyz aldığı kaydedilir. Bursa’ya gelip yerleşen Emir Sultan’ın akrabası Emir Külâl’in halifesi olan Şâh-ı Nakşbend’in kurduğu bu tarikat, özellikle Mevlânâ Hâlid Bağdâdî’den sonraki dönemde XIX. asır Osmanlı ülkesinde ve İslâm dünyasının pek çok yerinde etkili olacaktır. XIV. ve XV. asırlarda Türkistan ve Mâverâünnehir bölgesinde Nakşibendiyye’nin güçlü temsilcileri Alâeddin Attâr (ö.802/1399), Muhammed Parsa (ö. 822/1419) ve Ubeydullah Ahrâr (ö. 893/1488) tarikat faaliyetlerinde bulunmuşlardır. Özellikle Ahrâr, tarikatın yayılmasında son derece etkili olmuş bir sûfî olup Fatih Sultan Mehmed Han’ın kendisine büyük saygı duyduğu bir şahsiyettir. Tabakat yazarlarından Nefehâtü’l- üns müellifi Molla Câmî (ö.898/1492) ile Reşahât müellifi Safiyyüddin Ali (ö.939/1532) de onun yetiştirdiklerindendir. Nakşibendiyye Osmanlı ülkesine ilk defa Fatih devrinde Simavlı Molla Abdullah İlâhî (ö. 896/1491) tarafından getirilmiştir.

18 XIV. asrın sonlarına doğru, bilhassa Ankara’nın 1360’daki fethinden sonra ahîlerin Anadolu’daki nüfuzu azalırken, Ekberiyye, Mevleviyye ve Zeyniyye tarikatlarının ise hızla yayılmaya başladığı görülür. Bunlardan Ekberiyye Anadolu’ya Dâvûd-i Kayserî (ö.751/1350) vasıtasıyla gelmiş ve Şemseddin Molla Fenârî (ö. 834/1431) ile gelişmiştir. Zeyniyye tarikatı ise Osmanlı topraklarına Abdüllatif Makdisî (ö. 856/1452) vasıtasıyla girmiştir. Bursa’da “Emir Sultan” diye tanınan Şemseddin b. Ali el- Hüseynî (ö. 833/1429) Yıldırım Bayezid devri sûfîlerindendir. Aslen Buharalı olup tahsil ve tarikat terbiyesini orada görmüştür. Kübreviyye tarikatının Nurbahşiye koluna mensuptur. Yıldırım Bayezid devri sûfîleri arasında, Ulu Cami’nin ibadete açılışında (802/1400) ilk hutbeyi okuyan ve “Somuncu Baba” namıyla meşhur olan Hamîdüddin Aksarâyî (ö. 8l5/1412) de burada kaydedilmesi gereken tasavvuf ricalindendir.

19 Ahîler, XV. asırda Anadolu’da esnaf teşkilatına dönüşürken, Balkanlar’da ise tarikat hüviyetini muhafaza etmekteydiler. Nitekim Yıldırım Bayezid, Dimetoka’da bir zaviye yaptırıp ona bazı vakıflar tahsis etmiştir. Bu dönemde Yeni Zağra’da Kılıç Baba, Çirmen’de Mûsâ Baba gibi Paşa Livası’nda altmış küsur ahî zaviyesi hizmet vermiştir. Tarikat erbabına gösterilmekte olan hürmet ve bağlılık bu asırda da devam etmiş; ancak Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin (ö. 820/1417) gibi şeyhliği şahlığa çevirmek sevdasına düşenler de olmuştur. Şeyh Bedreddin, halifeleri vasıtasıyla hem Anadolu’da ve hem de Rumeli’deki alevî muhitlerinde bir nevi “Alevî Kıyamı” demek olan Şeyh Bedreddin vak’asını gerçekleştirmiştir. Bayramiyye tarikatının kurucusu Hacı Bayram-ı Velî (ö. 833/1429) ile halifeleri Akşemseddin (ö. 863/1459), Bıçakçı Ömer Dede (ö. 880/1475), Akbıyık Meczûb (ö. 860/1455), Yazıcıoğlu Mehmed (ö. 855/1451) ve kardeşi Ahmed Bîcân (ö. 858/1454) XV. asır Bayrâmî şeyhlerinin meşhurlarındandır. Bu devir sûfîleri arasında önce Hacı Bayram Velî’ye intisap ederek damadı olan, bilâhare Hüseyin Hamevî’den (ö. 832/1428) icâzet alarak Kâdiriyye’nin Eşrefiyye kolunu kuran Eşrefoğlu Rûmî (874/1469) de burada kaydedilmesi gereken önemli bir mutasavvıftır.

20 Zeyniyye tarikatından “Vefâ” mahlasıyla tanınan ve Abdüllatif Makdisî’nin (ö. 856/1452) halifesi olan Şeyh Muslihuddin (ö. 896/1491), bilhassa Fâtih ve II. Bâyezid devirlerinde büyük bir itibar kazanmıştır. Kendi adıyla anılan mahalde bulunan tekkesine devrin bilhassa münevverleri devam etmekteydi. Merkez Muslihuddin Efendi ise Sünbül Sinan Efendi’nin halifesidir. Aslen Denizlili olup İstanbul’da adına muzaf mahaldeki tekkesinde postnişinlik yapmıştır. Aydınlı Dede Ömer Rûşenî ise Bursa’da dînî ilimleri tahsil ettikten sonra tasavvufa meyletmiş, önce Karaman’da Alâeddin Ali’ye (ö. 866/1461) sonra da Şirvan’da Yahya Şirvânî’ye intisap ederek halifesi olmuştur. Halvetiyye’nin Rûşeniyye kolunu kuran bu zat, 892/1486’da Tebriz’de vefat etmiştir. Osmanlı döneminde tasavvufî-işârî tefsir müelliflerinin ilklerinden Baba Nimetullah Nahcuvânî (ö. 902 /1496) de bu dönemde yaşamış bir Nakşbendî şeyhi olup el- Fevâtihu’l-ilâhiyye adlı bir tefsir kaleme almıştır. Zeyniyye tarikatından “Vefâ” mahlasıyla tanınan ve Abdüllatif Makdisî’nin (ö. 856/1452) halifesi olan Şeyh Muslihuddin (ö. 896/1491), bilhassa Fâtih ve II. Bâyezid devirlerinde büyük bir itibar kazanmıştır. Kendi adıyla anılan mahalde bulunan tekkesine devrin bilhassa münevverleri devam etmekteydi. Merkez Muslihuddin Efendi ise Sünbül Sinan Efendi’nin halifesidir. Aslen Denizlili olup İstanbul’da adına muzaf mahaldeki tekkesinde postnişinlik yapmıştır. Aydınlı Dede Ömer Rûşenî ise Bursa’da dînî ilimleri tahsil ettikten sonra tasavvufa meyletmiş, önce Karaman’da Alâeddin Ali’ye (ö. 866/1461) sonra da Şirvan’da Yahya Şirvânî’ye intisap ederek halifesi olmuştur. Halvetiyye’nin Rûşeniyye kolunu kuran bu zat, 892/1486’da Tebriz’de vefat etmiştir. Osmanlı döneminde tasavvufî-işârî tefsir müelliflerinin ilklerinden Baba Nimetullah Nahcuvânî (ö. 902 /1496) de bu dönemde yaşamış bir Nakşbendî şeyhi olup el- Fevâtihu’l-ilâhiyye adlı bir tefsir kaleme almıştır.

21 3. XVI-XIX. Asırlar XVI. asır, Osmanlı devletinin yükselişine paralel olarak tasavvufî faaliyetlerin de en yüksek seviyeye ulaştığı bir dönemdir. II. Bayezid, Yavuz Selim ve Kanûnî gibi sultanların sûfîlere karşı gösterdiği yakın alâka ve destek oldukça ileri derecededir. Adı geçen padişahların zaman zaman şeyhlerle sohbet ettikleri ve onların mânevî desteğini almaya gayret ettikleri bilinmektedir. Özellikle sefer esnasında askerin maneviyatını yükseltmek için meşâyihin sohbetlerinden istifade edilmiştir. Padişahların anneleri, kızları ve hanımları da tarikat erbabına yakınlık duymuş ve hatta onlara maddi imkânlar sağlamışlardır. Bunun yanı sıra sancak beyi şehzâdeler, sadrazamlar, ordu mensupları ve diğer yöneticilerden oluşan devlet ricâlinin de meşâyihle çok güzel münasebetleri olmuştur. Bu münasebetler neticesinde bazı tarikat şeyhleri bu dönemde bir kısım vergilerden muaf tutulmuşlar, bazılarına hazineden maaş bağlanmış, bazılarına da tekke ve zâviye kurulmuştur. Şeyhlerden kendisine sarayda sohbet ettirilen, şeyhülislam gibi fetva verme yetkisi tanınan, hekimbaşılık, müneccimbaşılık, ordu şeyhliği, hünkâr imamlığı gibi vazifeler tevdi olunanlar da bulunmaktadır. İdarecilerle bu kadar yakın ilişkiler kurdukları halde meşâyihin, tasavvufî prensiplerden taviz vermedikleri, aksine sade giyinme, az yeme- içme ve maddi imkanlar karışında eğilmeme gibi müstağni tavırlarıyla idarecilere örnek olmaya çalıştıkları ve onların dünyaya daha az meyletmelerini lisan-ı hâl ile ifade ettikleri görülmektedir.

22 Öte yandan devletin tarikatlara desteğine rağmen –istisnaî bir durum olsa da- Oğlan Şeyh İsmâil Mâşûkî, Hamza Bâlî ve Muhyiddin Karamanî gibi bazı şeyhlerin hem şeriat hem de tarikat noktasından büyük ölçüde kendi hataları sebebiyle yine bizzat devlet tarafından idam edildiği de bir gerçektir. Dönemin şeyhleri çoğunlukla zahirî ilimlere vâkıf olup aralarında müderris, kadı, hattat, şâir ve mûsikîşinaslar da bulunuyordu. Bu sebeple şeyhler tekkelere sadece halkı çekmekle kalmamışlar aynı zamanda ilmiye sınıfına mensup zevâtı da tekke müdavimleri arasına katmayı başarmışlardır. Bazı şeyhler tekkelerinde tasavvufla birlikte tedris ya da telif faaliyetlerinde de bulunmuşlar, bir kısmı da mutasavvıf, ulemâ ve idarecilerin katıldığı sohbet meclislerinde her seviyeden insana hitap etme özelliği bulunan Mevlânâ’nın Mesnevî’sinden nakiller yaparak tasavvuf kültürünü toplumun her kesimine ulaştırmaya çalışmışlardır. Meşâyihin oluşturduğu zâhir-bâtın dengesi, ulemâ için tekke ve zâviyeleri câzip hâle getiren önemli sebeplerin başında gelmektedir. Bu durum pek çok âlimin tasavvufa intisap etmesine de vesile olmuştur. Öte yandan devletin tarikatlara desteğine rağmen –istisnaî bir durum olsa da- Oğlan Şeyh İsmâil Mâşûkî, Hamza Bâlî ve Muhyiddin Karamanî gibi bazı şeyhlerin hem şeriat hem de tarikat noktasından büyük ölçüde kendi hataları sebebiyle yine bizzat devlet tarafından idam edildiği de bir gerçektir. Dönemin şeyhleri çoğunlukla zahirî ilimlere vâkıf olup aralarında müderris, kadı, hattat, şâir ve mûsikîşinaslar da bulunuyordu. Bu sebeple şeyhler tekkelere sadece halkı çekmekle kalmamışlar aynı zamanda ilmiye sınıfına mensup zevâtı da tekke müdavimleri arasına katmayı başarmışlardır. Bazı şeyhler tekkelerinde tasavvufla birlikte tedris ya da telif faaliyetlerinde de bulunmuşlar, bir kısmı da mutasavvıf, ulemâ ve idarecilerin katıldığı sohbet meclislerinde her seviyeden insana hitap etme özelliği bulunan Mevlânâ’nın Mesnevî’sinden nakiller yaparak tasavvuf kültürünü toplumun her kesimine ulaştırmaya çalışmışlardır. Meşâyihin oluşturduğu zâhir-bâtın dengesi, ulemâ için tekke ve zâviyeleri câzip hâle getiren önemli sebeplerin başında gelmektedir. Bu durum pek çok âlimin tasavvufa intisap etmesine de vesile olmuştur.

23 Devrin Şeyhülislamları Zenbilli Ali Efendi, İbn Kemâl ve Ebussuûd Efendi gibi mühim şahsiyetlerin bir tarikatta el almış olmaları, ilmiyye sınıfının tasavvufa rağbeti hakkında bir fikir sahibi olmak için yeterli bir gösterge olsa gerektir. İbnü’l-Arabî’nin şahsında temsil edilen Ekberiyye düşüncesi de Selçuklu döneminde olduğu gibi Osmanlı döneminde de mühim şahsiyetler vasıtasıyla nesilden nesle aktarılarak devam etmiştir. Yavuz Sultan Selim Han’ın Mısır seferi sırasında Şam’da İbnü’l-Arabî’nin kabrini ziyaret etmesi ve daha sonra Şeyhülislâm İbn Kemal’in fetvasıyla aklanması, İbnü’l-Arabî düşüncesinin Osmanlı ülkesinde daha rahat bir şekilde yayılmasına zemin hazırlamıştır. Ayrıca tarikatlar içerisinde Nakşibendiyye’nin gizli zikri esas alması hasebiyle, dervişlerine semâ ve devrân yaptırmaması medrese çevrelerinin bu tarikata diğerlerinden daha fazla rağbet etmesinin en önemli âmillerinden birisi olmuştur.

24 XVI. asırda dinî-tasavvufî kültürü yayma ve halkın maneviyatını yükselterek imanlarını pekiştirme gibi önemli hedefleri bulunan mutasavvıfların ciddi faaliyetleri olmuştur. Bu asırda Anadolu’da en yaygın tarikat kuşkusuz Halvetiyye’dir. Devlet ricalinin de büyük rağbetine mazhar olan bu tarikat, yetiştirdiği dirâyetli şahıslar vasıtasıyla Osmanlı coğrafyasına ve özellikle de Anadolu’ya hızla yayılmıştır. Pîr İlyas ve daha çok Yahya Şirvânî kolundan gelen şeyhlerle İstanbul başta olmak üzere Amasya, Tokat, Çorum, Sivas, Erzurum, Diyarbakır, Konya, Kastamonu, Kütahya, İzmir ve Bursa gibi yirmi kadar Anadolu şehrinde temsil edilmiştir. Bu asırda yaygın şekilde faaliyet gösteren ikinci tarikat Bayramiyye’dir. O da İstanbul başta olmak üzere Çorum, Bursa, Karaman, Amasya, Kayseri, Akhisar, Nazilli, Balıkesir ve Ankara gibi şehirlerde faaliyet göstermiştir. Üçüncü tarikat ise Nakşibendiyye’dir. Ulemânın en çok rağbet ettiği tarikat olup İstanbul başta olmak üzere Bursa, Isparta, Kastamonu, Mudurnu, Akşehir, Kütahya ve Amasya gibi şehirlerde teşkilatlanıp faaliyet göstermiştir. Bir önceki asırda yoğun olarak faaliyet gösteren Zeyniyye ise bu asırda İstanbul, Bursa ve Muğla gibi şehirlerde canlılığını muhafaza etmiştir. Bu dönemde Çelebilerce temsil edilen Mevleviyye, Konya dışında pek etkili olamamıştır. Şemsîlerin ise bu dönemde örgütlenmeye çalıştığı ve Afyon, Burdur, Eğirdir, Muğla ve İstanbul gibi şehirlerde yayılma gayreti içinde oldukları görülmektedir. Bu tarikatların dışında XVI. asırda Anadolu’da faaliyeti tespit edilen Kübreviyye, Kâdiriyye, Semerkandiyye ve Şâzeliyye gibi tarikatlar pek geniş çevreye yayılamamış olsa da Kübrevîlerin Bursa, Balıkesir ve Uşak dolaylarında; Kâdirîlerin İznik’te; Semerkandîlerin Lârende (Karaman), Bursa ve Balıkesir civarında; Şâzelîlerin ise Bursa’da tarikatlarını neşrettikleri görülmektedir.

25 Bu asırda Anadolu’da dinî-tasavvufî kültürü yaymak için gayret gösteren mutasavvıfların, tekkelerinde dervişleri terbiye etmekle birlikte, özellikle sohbet ve vaaz yoluyla halkı da irşada çalıştıkları görülmektedir. Halk, çoğunlukla meşâyih tarafından yapılan manevî sohbetlerin tesiri altında kalmış ve ardından derviş hırkası giyerek tasavvuf yoluna girmiştir. Sûfîler, yerleştikleri toprakları ekip biçerek elde ettikleri ürünleri gelip geçenlere ikram etmişlerdir. Onlar ayrıca kendilerine getirilen hastalara gerek duâlar okuyarak, gerekse çiçek ve otlardan ilaçlar hazırlayarak şifa bulmalarına yardımcı olmuşlardır. Bütün bunlar, mutasavvıfların halkla iç içe yaşadıklarını ve onların dertleriyle dertlenip halleriyle hallendiklerini göstermesi bakımından dikkat çekicidir. XVI. asırda Mısır bölgesinde iki mutasavvıf dikkati çeker. Onlardan ilki Kuşeyrî risalesine şerh yazan Zekeriya el-Ensârî (ö. 926/1520), diğeri ise İmam-ı Şârânî’dir (ö. 973/1565). Şârânî gerek et-Tabakâtü’l-kübrâ’sı ve gerekse İbnü’l-Arabî düşüncesine dayalı telif ettiği eserleriyle Mısır tasavvufunda önemli bir yere sahiptir.

26 Aydınlı Dede Ömer Rûşenî’nin talebesi olan Diyarbakırlı İbrahim Gülşenî (ö. 940/1533), Halvetiyye’nin Gülşeniyye kolu kurucusudur. Kânûnî devrinde kendisine bazı isnatlar yapılarak İstanbul’a getirtilmiş, İbn Kemal (ö. 940/1533) gibi önde gelen âlimlerle sohbet ettikten sonra zahirî ve bâtınî ilimlere vâkıf olduğu anlaşıldığından, bizzat padişah tarafından özür dilenerek serbest bırakılmıştır. Yine bu yüzyıllarda Sofyalı Bâlî Efendi (ö. 960/1553) ile halîfesi Nureddinzâde Muslihuddin Efendi (ö. 981/1573), Halvetiyye’nin ileri gelen simaları arasında yer alır. Halvetiyye’nin Şâbâniyye kolunun kurucusu Kastamonulu Şeyh Şâbân-ı Velî (ö. 976/1568) de bu asrın önde gelen saygın şeyhlerinden biridir. Şâbâniyye kolu Halvetiyye’nin en yaygın kolları arasında yer alır. Kanunî devrinin bir başka renkli siması ve ilginç sûfîsi ise Padişahla sütkardeş olan Beşiktaşlı Yahya Efendi’dir (ö. 978/1571). Bu asrın sonlarında Sivas’tan İstanbul’a gelen Ahmed Şemseddin-i Sivâsî (ö. 1006/1597) ile halifeleri ve yeğenleri Abdülmecid (ö. 1049/1639) ile Abdülahad Nûrî (ö. 1061/1651), “Sivâsîler” adıyla anılan bir Halvetî-sûfî ekolünü oluşturmuşlardır. Aydınlı Dede Ömer Rûşenî’nin talebesi olan Diyarbakırlı İbrahim Gülşenî (ö. 940/1533), Halvetiyye’nin Gülşeniyye kolu kurucusudur. Kânûnî devrinde kendisine bazı isnatlar yapılarak İstanbul’a getirtilmiş, İbn Kemal (ö. 940/1533) gibi önde gelen âlimlerle sohbet ettikten sonra zahirî ve bâtınî ilimlere vâkıf olduğu anlaşıldığından, bizzat padişah tarafından özür dilenerek serbest bırakılmıştır. Yine bu yüzyıllarda Sofyalı Bâlî Efendi (ö. 960/1553) ile halîfesi Nureddinzâde Muslihuddin Efendi (ö. 981/1573), Halvetiyye’nin ileri gelen simaları arasında yer alır. Halvetiyye’nin Şâbâniyye kolunun kurucusu Kastamonulu Şeyh Şâbân-ı Velî (ö. 976/1568) de bu asrın önde gelen saygın şeyhlerinden biridir. Şâbâniyye kolu Halvetiyye’nin en yaygın kolları arasında yer alır. Kanunî devrinin bir başka renkli siması ve ilginç sûfîsi ise Padişahla sütkardeş olan Beşiktaşlı Yahya Efendi’dir (ö. 978/1571). Bu asrın sonlarında Sivas’tan İstanbul’a gelen Ahmed Şemseddin-i Sivâsî (ö. 1006/1597) ile halifeleri ve yeğenleri Abdülmecid (ö. 1049/1639) ile Abdülahad Nûrî (ö. 1061/1651), “Sivâsîler” adıyla anılan bir Halvetî-sûfî ekolünü oluşturmuşlardır.

27 XVII. asır her bakımdan yükselişin sona erdiği ve duraklamanın başladığı yıllardır. Bu dönemde Osmanlı devleti siyasî, içtimaî, iktisadî, ilmî ve askerî bakımdan sıkıntılı bir süreç yaşamaya başlamıştır. Kültür, sanat ve edebiyat alanında ise en yüksek seviyeye ulaşılmış, altın devrini yaşamıştır. Tasavvuf da bu dönemde canlı ve dinamik bir yapıya sahiptir. Bütün tasavvuf ricali Anadolu’da tasavvuf kültürünü yaymak, halkın irfan seviyesini yükseltmek ve idarenin daha sağlıklı yürümesini sağlamak için yoğun faaliyet göstermişlerdir. Bu dönemde Anadolu’da faaliyet gösteren tarikatlar Halvetiyye, Mevleviyye, Bayramiyye, Celvetiyye, Nakşibendiyye, Kâdiriyye, Bektaşiyye, Semerkandiyye, Zeyniyye, Kübreviyye ve Şâzeliyye’dir. Celvetiyye’nin kuruluşu bu yüzyılda gerçekleşmiştir. İbnü’l-Arabî düşüncesi bu dönemde de tasavvuf erbabınca hüsn-i kabul görmüş ve temsil edilmiştir. Semerkandiyye, Kübreviyye ve Zeyniyye’nin faaliyet merkezi Bursa iken diğerlerinin ki İstanbul olmuştur. Bir önceki asırda olduğu gibi bu dönemde de en yoğun faaliyet gösteren ve en etkili olan tarikat Halvetiyye’dir. Tarikatın Sivâsiyye, Karabaşiyye, Nasûhiyye, Câhidiyye, Ramazaniyye, Cihangiriyye ve Mısriyye kolları bu dönemde tesis edilmiştir.

28 Dönemin ikinci etkin tarikatı ise Mevleviyye’dir. Konya’da Çelebiler tarafından temsil edilen bu tarikat, Yenikapı, Galata, Beşiktaş ve Kasımpaşa Mevlevihaneleri ile İstanbul’un gündelik sosyal hayatında hâkim bir unsur olmuştur. Eskilerinin yanı sıra bu dönemde Bursa, Sivas, Amasya, Tokat, Kayseri, Gelibolu ve Antep gibi şehirlerde yeni Mevlevihaneler kurulmuştur. Bu merkezler Mevlevî usulüne göre halkın irfan seviyesinin yükseltilmesi doğrultusunda hizmet vermiştir. Bu dönemde yaygın olan diğer bir tarikat Bayrâmiyye’dir. Merkezi Ankara’da bulunan tarikat Himmetiyye ve Melâmiyye kolları vasıtasıyla İstanbul’da faaliyet göstermeye başlamıştır. Bu dönemde tesis edilen Celvetiyye ise başta İstanbul olmak üzere Bursa, Amasya, Aksaray ve Manisa gibi şehirlerde faaliyet göstermiştir. Bu dönemde Ahrâriyye kolu vasıtasıyla faaliyetlerini sürdüren Nakşibendiyye tarikatı ise bu yüzyılın sonlarına doğru etkinliğini Murad Buharî ile birlikte yavaş yavaş Müceddidiyye koluna bırakmıştır. Kâdiriyye’nin Eşrefiyye kolu faaliyetlerini İznik ve Bursa’da sürdürmekte iken bu yüzyılda İstanbul’da da faaliyet göstermeye başlamış ve tarikatın ikinci bir kolu ise İsmail Rûmî ile birlikte burada faaliyetlerine başlamıştır. Bektaşiyye ise başta Hacı Bektaş’taki merkez tekke olmak üzere İstanbul, Antalya ve Isparta gibi şehirlerde faaliyetlerini sürdürmüştür.

29 Osmanlı padişahları ve devlet ricali bu dönemde de tasavvuf ricaliyle irtibatlarını sürdürmüşlerdir. Tasavvuf ehlinin bu denli sevilmesi ve bütün toplum kesimleri tarafından hüsn-i kabûl görmesinin temelinde devlet ricalinin onlara göstermiş olduğu sevgi, saygı ve destek yatmaktadır. Padişahlar tarikat şeyhlerinin kimi zaman ziyaretine gider, kimi zaman onları saraya davet eder, vaazlarını dinler ve nasihatlerine kulak verirlerdi. Meşâyih, öncelikle onlara hukûkullahı gözetmelerini, adaletle davranmalarını öğütler ve yapılan yanlışlıkları da çekinmeden ifade ederlerdi. Bir önceki asırda vakıf, vergi ve maaş gibi hususlarda şeyhlere tanınan bazı ayrıcalıklar bu dönemde de devam etmiştir. Bu dönemde de farklı sebeplerle de olsa bazı tasavvuf ricali idam edilmiştir. Ulemâ-meşâyih münasebeti genel olarak âhenk içinde devam etmiştir. Ancak Kadızâdeliler-Sivâsîler meselesi bu döneme damgasını vurmuştur. Tasavvuf bu dönemde sadece dini hayatla ilgili bir gerçek olmamış; fikir, felsefe, mimari, şiir ve mûsikî başta olmak üzere bütün güzel sanat dallarına yönlendirmeler yapan bir düşünce ve yaşam tarzı olmuştur. Dönemin en büyük şairleri, Hafız Post, Mustafa Itrî, Hafız Kumral ve Şaban Dede gibi mûsikîşinaslar ve Hafız Osman gibi hattatlar aynı tekke atmosferi içinde yetişmişlerdir. Bu dönemde ele alınıp tercüme ve şerhi yapılan iki önemli eser, Muhyiddin İbü’l-Arabî’nin Fusûsu’l- hikem adlı eseri ile Mevlânâ’nın Mesnevî’sidir. Ahmed Hamdi Tanpınar’ın ifadesiyle XVII. yüzyıl zevkimizin tam teessüs ettiği bir yüzyıl olmuştur.

30 Bu asırda dikkati çeken tasavvufî şahsiyetlere gelince onlardan birisi Hindistan’da ikinci bin yılın müceddidi olarak kabul edilen İmam-ı Rabbânî’dir (ö. 1034/1624). Nakşibendiyye’nin yeni bir çehre kazanmasını sağlamış önemli bir mutasavvıf olan Rabbânî, bölgede hem İslâmiyet’in hem de tarikatın yayılmasında aktif rol almıştır. Celvetiyye tarikatı piri Aziz Mahmud Hüdâyî (ö. 1038/1628), Kadirîliği İstanbul’a getirip adına tekke kurarak kol geliştiren İsmâil-i Rûmî (ö. 1041/1631), Halvetiyye’nin Ramazaniye kolu kurucusu Ramazan-ı Mahfî (ö. 1025/1616) ve Mesnevî Şârihi Ankaralı İsmail Rusûhî (ö. 1041/1631) yine bu asrın önemli mutasavvıflarındandır. Rusûhî’nin Menâzilü’s-sâirîn’e Minhâcü’l-fukarâ adıyla yaptığı Türkçe şerhin tasavvuf tarihimizde ayrı bir yeri ve önemi vardır. Füsûs şârihi Bayrâmî- Melâmî ricalinden Bosnalı Abdullah Efendi’nin (ö. 1054/1644) altmış kadar eseri vardır ve Konya’da Sadreddin Konevî’nin yanında medfundur.

31 XVIII. asırda Anadolu’da faaliyeti tespit edilebilen şeyhlerin sayısı yaklaşık olarak 800 civarındadır. Bu şeyhlerin mensup olduğu ana tarikatlar ise, Halvetiyye, Nakşibendiyye, Mevleviyye, Kâdiriyye, Celvetiyye, Bektaşiyye, Bayrâmiyye, Sâdiyye, Rifâiyye ve Bedeviyye’dir. Bu asırda faaliyetleriyle dikkati çeken şeyhlerin başında yüzden fazla esere imza atan İsmail Hakkı Bursevî gelmektedir. Özellikle Rûhu’l-beyân adlı tefsiri, devrinin olduğu kadar, sahasının da âbide eserleri arasında yer alabilecek niteliktedir. Bursevî ile çağdaş halveti ricalinden Üsküdar’da Mehmed Nasûhî Efendi (ö. 1130/1718), Karagümrük’te Nûreddin Cerrahî (ö. 1133/1721) ve Edirne’de Hasan Sezâî (ö. 1151/1738) kendi adlarına muzâf şube tesis etmişlerdir. Sarı Abdullah Efendi’nin torunu La’lîzâde Abdülbâkî (ö. 1159/1746) hem Nakşî, hem de Melâmî’dir. Menâkıb-ı Melâmiyye-i Bayramiyye adıyla kaleme aldığı eseriyle, dedesi Sarı Abdullah Efendi’nin yolunda olduğunu göstermiştir. Bu asırda yetişen başka önemli bir sûfî de Erzurum Hasankaleli İbrahim Hakkı’dır (ö.1186/1772). Siirt Tillo’da şeyhi Fakirullah Efendi’den Kâdirî ve Nakşî eğitimi alıp damadı oldu. Tasavvufî konularda olduğu kadar astronomi alanında da geniş bir nüfuz sahibi olan İbrahim Hakkı’nın en önemli eseri Ma‘rifetnâme’sidir. Balıkesirli Abdullah Salâhî-i Uşşâkî (ö. 1196/1782) ise Halvetiyye başta olmak üzere pek çok tarikattan icazet almış, altmışa yakın eseri bulunan velûd bir müellifdir. Bu asırda şeyhler tarafından muhtelif konularda kaleme alınan eser sayısı yedi yüz civarındadır. Bu eserler, tasavvufun yanı sıra, Tefsir, Hadis, Fıkıh, Akâid-Kelam gibi İslamî ilimlerle, menâkıbnâme, mektûbât, resâil, dil, edebiyat ve âlet ilimleri ve ıstılâh gibi konuları ihtivâ etmektedir. Şeyhlerin güzel sanatlardan en fazla rağbet ettiği dal, şiirdir. Şeyhlerin bir kısmı “şâir” denilebilecek seviyede şiirle meşgul olmuştur. Tercih ettikleri diğer sanat dalları ise hattatlık ve bestekârlıktır. Bu dönemde, Himmetzâde Abdullah Efendi, Mehmed Sabûrî Efendi, İsmail Hakkı Bursevî, Hasan Sezâî Efendi, Zâtî Süleyman Efendi, Diyarbekirli Ahmed Mürşidî, İbrahim Hakkı Erzurûmî ve Şeyh Gâlib en çok dikkati çeken şeyhlerdir.

32 XIX. asırda Halvetiye’nin Sünbüliyye, Sinâniyye, Gülşeniyye, Cerrâhiyye, Uşşâkiyye ve Şâbâniyye kolları Marmara, Ege ve Trakya bölgesinde etkin olarak varlığını sürdürmektedir. Gülşeniyye ve Hâletiyye Mehmed Şerâfeddin Efendi’nin halifeleri vasıtasıyla Edirne merkez olmak üzere Trakya’da yeniden güçlenmiştir. Rumeli’de yaygınlaşan bu asra özgü diğer bir tarikat da Nakşibendiyye ve Halvetiyye’den feyz alan Muhammed Nûru’l-Arabî’nin kurduğu Üçüncü Devre Melâmîliği’dir. Melâmîlik hem bürokrasi katmanları hem de ulemâ arasında kendisine geniş bir yer bulmuştur. Şâbâniye’nin Nasûhiye Kolundan “Çerkeşiyye”, “Kuşadaviyye” ve “Halîliyye” (Geredeviyye) adıyla üç yeni kol kurulmuş, bunlar İstanbul ile Batı Karadeniz’de yaygınlaşmıştır. Şâbâniye müntesipleri Tokat, Amasya, Bolu, Afyon, Kütahya ve İstanbul’dan Nevrekop (Bulgaristan)’a kadar uzanan bir hat üzerinde faaliyet göstermişlerdir. Bu asırda yaşayan Halvetî-Şabanî şeyhlerinden Kuşadalı İbrahim Efendi’nin (ö. 1262/1846) ilim adamları ve devlet ricâli nezdinde saygın bir yeri vardır. Harîrîzâde M. Kemâleddin Efendi (ö.1299/1882) ise bu asrın en büyük müellif sûfîlerinden biri olduğunda kuşku yoktur. Onun Tıbyânü vesâili’l-hakâik adlı tarikatlar ansiklopedisi niteliğindeki eseri, sahasında önemli bir boşluk doldurmuştur. Harîrîzâde çok genç yaşta vefat etmiş olmasına rağmen kırka yakın eser bırakmıştır.

33 Hemen her tarikat müntesibinin edebiyat ve şiirle uğraşıp divân oluşturduğu görülmektedir. Mûsikîşinas, hattat, ebrucu, âharcı ve el sanatkârı zevâtın hemen hemen tamamı tekke muhitlerinde yetişmiştir. 1826’da Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasıyla birlikte bütün Bektâşî tekkeleri kapatılmış, II. Mahmud’un 1250/1839’da vefatıyla birlikte gayri resmî de olsa faaliyetlerine tekrar müsaade edilmiştir. Eski yeni şartına bakılmaksızın bazı dergâhlar kısmen veya tamamen yıkılıp malları kamulaştırılırken, Hacı Bektaş Âsitânesi’ne dokunulmamış, postnişini değiştirilmemiş, ancak yasaklama kararından iki yıl sonra Nakşî âyini zorunlu kılınmıştır. Bazı tekkelere ise Kâdiriyye ve Bedeviyye gibi değişik tarikatlara mensup şeyhler atanmıştır. Muhyiddin İbnü’l-Arabî ve Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî’nin fikirleri önceki dönemlerde olduğu gibi bu asırda da rağbet görmüştür. Füsûs ve Mesnevî kitaplarına rağbet artmıştır. Hatta bazı camilerde Mesnevî okutmak üzere Mesnevîhanlık kadrosu ihdâs edilmiştir. Sadece Mevlevîler arasında değil Nakşî, Sa’dî ve Kâdirîlerden de mesnevîhânlar çıkmıştır. Buralarda Mesnevî’nin yanı sıra, Kâdî Beyzâvî ve Rûhu’l-beyân gibi tefsirler de okutulmuştur. Hemen her tarikat müntesibinin edebiyat ve şiirle uğraşıp divân oluşturduğu görülmektedir. Mûsikîşinas, hattat, ebrucu, âharcı ve el sanatkârı zevâtın hemen hemen tamamı tekke muhitlerinde yetişmiştir. 1826’da Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasıyla birlikte bütün Bektâşî tekkeleri kapatılmış, II. Mahmud’un 1250/1839’da vefatıyla birlikte gayri resmî de olsa faaliyetlerine tekrar müsaade edilmiştir. Eski yeni şartına bakılmaksızın bazı dergâhlar kısmen veya tamamen yıkılıp malları kamulaştırılırken, Hacı Bektaş Âsitânesi’ne dokunulmamış, postnişini değiştirilmemiş, ancak yasaklama kararından iki yıl sonra Nakşî âyini zorunlu kılınmıştır. Bazı tekkelere ise Kâdiriyye ve Bedeviyye gibi değişik tarikatlara mensup şeyhler atanmıştır. Muhyiddin İbnü’l-Arabî ve Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî’nin fikirleri önceki dönemlerde olduğu gibi bu asırda da rağbet görmüştür. Füsûs ve Mesnevî kitaplarına rağbet artmıştır. Hatta bazı camilerde Mesnevî okutmak üzere Mesnevîhanlık kadrosu ihdâs edilmiştir. Sadece Mevlevîler arasında değil Nakşî, Sa’dî ve Kâdirîlerden de mesnevîhânlar çıkmıştır. Buralarda Mesnevî’nin yanı sıra, Kâdî Beyzâvî ve Rûhu’l-beyân gibi tefsirler de okutulmuştur.


"TARİKATLAR DÖNEMİ 1. XII-XIII. Asırlar XII. ve XIII. asırlar, Abbasî hilâfetinin her geçen gün siyâsî nüfuz ve istikrarını kaybettiği ve Batı’dan gelen." indir ppt

Benzer bir sunumlar


Google Reklamları