İNSAN NEDİR? NASIL BİR VARLIKTIR? Herhangi bir varlık veya nesne hakkında doğru bilgiye ulaşmak için yapılacak ilk ve en doğru iş, o varlık veya nesneyi yapan (üreten) kişiye müracaat etmek olsa gerek. Aksi durumda elde ettiğimiz bilgi ya eksik veya yanlış olacaktır. Örneğin, daha önce hiç görmediğimiz ve bilmediğimiz bir makinayı önümüze koysalar ve bize “Bu nedir?” diye sorsalar, vereceğimiz cevap hiçbir zaman doyurucu olmayacaktır. Çünkü yapacağımız bütün tanımlar, daha önce gördüğümüz ve bildiğimiz şeylere kıyasla olacaktır. Böyle bir yaklaşımla hiçbir zaman doğru ve gerçek bilgiye ulaşamayacağımız ortadadır. Bu durumda yapılması gereken şey, o makinayı üreten kişi veya firmaya danışmak ya da tanıtım katalogunu okumaktır. İşte o zaman doğru ve gerçek bilgiye ulaşmış oluruz. Bilginin doğruluğu ve kuvveti, bilginin kaynağı ile doğru orantılıdır. Kaynak ne kadar kuvvetli ise bilgi o kadar doğru ve kuvvetli olur.
İnsan denilen bu mükemmel makineyi da bize en doğru şekilde anlatacak kaynak, ancak onu yaratan olabilir. O’ndan bağımsız olarak yapılan bütün tanımlar eksik ve doyurucu olmaktan uzak olacaktır. Şu halde “İnsan nedir?” Sorusunun cevabını ilahi kaynaklarda aramamız gerekiyor. Konuyu bir örnekle açmaya çalışalım:
Bir usta düşünelim ki iğneden füzeye kadar birçok şey yapabiliyor. Şimdi bu ustanın bir tane iğne, bir tane otomobil, bir tane füze, bir tane de düşünebilen, konuşan, ne amaçla üretildiğini bilen bir robot yaptığını kabul edelim. Bunların arasında bir değer sıralaması yapmamız istense, birinci sırayı robotun alacağından hiç kimsenin şüphesi olmaz.
Çünkü bir şeyin değeri, sanatkârın o şey üzerinde kullandığı ilim, sanat ve maharet derecesinde artar. Yani sanat, sanatkârı ile değer kazanır. Sanatkâr ne kadar mükemmel ise, eser o kadar mükemmel olur.
İşte insan, şu kâinat malikinin nâzik ve nazenin bir mahlûkudur. Zira bütün kâinat insanla bir anlam kazanır ve onunla kıymeti artar. İçinde yaşayanı olmayan lüks bir dairenin hiçbir değeri olmadığı gibi, insan olmadan şu kâinatın hiçbir kıymeti yoktur. Öyleyse insan, şu kâinat sarayının efendisi ve en şerefli misafiridir.
insana, baki, ezeli ve ebedi bir varlığa ayna olması yönüyle bakılırsa, onun ne kadar mükemmel ve kıymetli bir varlık olduğu görülür ve insanın ne olduğu az çok ortaya çıkmış olur. İnsan, mahiyetinin câmiiyyeti ve kıymetinin ulviyetinden dolayı bütün varlıklar içinde en seçkin varlık olduğundan, en mühim görev ve en büyük sorumluluk ona verilmiştir. Evet, insan bu dünyaya ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek, istidat ve kabiliyetlerini geliştirmek üzere gönderilmiştir.
Özetleyecek olursak, insanın mahiyet haritasına şu dört noktadan bakmak lazımdır ki insanın ne olduğu bilinsin: Yaratıcısıyla münasebeti noktasından (muhatabiyet yönünden). Sahip olduğu istidat ve kabiliyetler yönünden. Taşıdığı emel ve arzular cihetinden. Görev ve sorumlulukları bakımından.
“İnsan nedir?” denildiğinde bu dört noktayı dikkate almadan insana bakılırsa, insanın ne olduğu gerçek anlamda bilinemez. Dolayısıyla bu sahada yapılan bütün konuşmalar boş ve anlamsız kalır. Bu açıklamalar ışığında insanın var oluş sebebi de ortaya çıkmış olmaktadır.
Şöyle ki: bütün canlılardan mümtaz ve müstesna olarak yaratılan insan, bu dünyaya hayvan gibi yaşamak üzere gönderilmiş olamaz. İnsanla hayvanın dünyaya gönderilişlerindeki farklılıklar bunun en açık delilidir. Hayvan bu dünyaya mükemmel ve hayat kanunlarını öğrenmiş olarak gelir. Yumurtadan çıkan bir ördek bir iki gün içinde yüzmeye başlar. Arı bal yapmayı bu dünyada üniversite okuyarak öğrenmez. Bir buzağı birkaç saat içinde ayağa kalkar. Demek hayvanın görevi öğrenerek mükemmelleşmek değildir.
Oysa insan bütün hayat kanunlarına yabani olarak dünyaya gelir. On beş senede ancak zarar ve menfaatını öğrenir. Ömrünün sonuna kadar şefkat ve merhamete muhtaç bir varlıktır.
Çünkü İnsan: Şu kâinat ağacının en son ve en câmi [1] meyvesi, Hz.Muhammed’in (S.A.V.) Hakikatı noktasından bakıldığında kâinat ağacının asıl çekirdeği, Kâinat Kur'ân'ının en büyük ayeti, [1] Cem'edici, toplayıcı, içine alan. * Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtu Vesselâm bütün evvel ve âhir güzel isim ve ahlâkı kendisinde topladığından dolayı ona verilen bir isimdir.
İsm-i Âzamı taşıyan âyetü'l-kürsîsi, Kâinat sarayının en şerefli misafiri, Kâinat sarayındaki diğer misafirler üzerinde tasarrufa izinli en faal memuru, Kâinat şehrinin zemin mahallesinin bahçesinde ve tarlasında, gelir ve giderine, ekilip biçilmesine nezaret eden memuru, Yüzlerce fen ve binler san'atlarla teçhiz edilmiş en gürültülü ve mes'uliyetli nâzırı, Kâinat ülkesinin arz memleketinde, Allah’ın gayet dikkat altındaki bir müfettişi, bir nevi halife-i arzı.
Küçük ve büyük her hareketi kaydedilen bir mutasarrıfı[1], Yer, gök ve dağların kaldırmaktan çekindikleri emanet-i kübrâyı[2] omuzuna alan varlık, Önüne iki acip yol açılan, bir yolda zîhayatın en bedbahtı ve diğerinde en bahtiyarı, Çok geniş bir ibadetle mükellef bir kul, Kâinat Sultanının İsm-i Âzamına mazhar ve bütün isimlerine en câmi bir ayna ve ilahi konuşmalarına en anlayışlı bir muhatab, Kâinatın zîhayatları içinde en ziyade ihtiyaçlısı, Hadsiz fakrıyla ve acziyle beraber sonsuz maksatları ve arzuları ve nihayetsiz düşmanları ve onu inciten zararlı şeyleri bulunan bir biçare zîhayattır. [1] Bir işi kendi isteğine göre idâre eden. Bir malın sahibi. [2] En büyük emanet
İstidatça en zengini, Lezzet-i hayat cihetinde en müteellimi ve lezzetleri dehşetli elemlerle karışık, Bekaya en ziyade müştak ve muhtaç ve en çok lâyık ve müstehak ve devamı ve saadet-i ebediyeyi hadsiz dualarla isteyen ve yalvaran ve bütün dünya lezzetleri ona verilse, onun bekaya karşı arzusunu tatmin etmeyen,
Bestami özyürür Antakya Anadolu Lisesi Necmi Asfuroğlu Baş Öğretmen 25.04.2017 15 15