Doç.Dr. Abdullah Demir Zirve Üniversitesi Hukuk Fakültesi HİNT HUKUKU Doç.Dr. Abdullah Demir Zirve Üniversitesi Hukuk Fakültesi
SOSYAL YAPININ İDAREYE TESİRİ M.Ö. 1.500’lü yıllara doğru Orta Asyanın bozkırlarından göçüp gelen göçebe toplulukları, tıpkı Batı Avrupa ve Akdeniz kıyılarına indikleri gibi, Anadolu ve İran platolarına da yerleşmeye başlamıştı. Sanskritçe adı verilen bir dil konuşan ve hayvancılıkla uğraşan beyaz ırka mensup bu insanların bir bölümü, Himalayaları aşarak Hindistana girip İndüs–Sind Medeniyetine son vermişti
Ariler adı verilen bu göçebe topluluğun sosyal yapısında üç temel sınıf vardı: Askerler, Rahipler ve halk. İktidar asker kökenli bir kabile şefinin elinde idi. İktidarın yetkileri yaşlılar konseyi ve hür vatandaşlardan oluşan bir meclis tarafından sınırlanmıştı. Zamanla gelişen ve genişleyen kabileler yerlerini krallıklara bıraktılar ve iktidarın babadan oğula geçtiği bir dönem başladı. Bu arada konseylerle meclisler önemlerini korumaya devam ediyorlardı
Aynı dönemde önceleri yerli halkı beyaz ırktan ayırmak, daha sonrada Ariler arasında bir sınıflandırmaya gidebilmek amacı ile Kast sistemi kurulmuştu. Büyük çoğunluğunu köle durumundaki yerli halkın oluşturduğu "Çudralar" meydana getirmekte idiler. Arilerden oluşan öteki sınıflar ise "VAİÇYA" (Burjuvalar), Brahmanlar (Rahipler) ve "Kahatriya" (Soylu askerler) idi. Sistem değişmez bir yapıya sahip bulunuyordu. Kişi hangi kastta doğarsa yine o kastta ölürdü. Farklı sınıflar arasında evlilik yasaktı. Bu kurala uymayanlar toplum dışına itilerek sosyal saygınlıklarını yitirirler ve "PARYA" (kast dışı) olarak kabul edilirlerdi
Paryalar köy ve kasabaların dışında otururlardı. Eşek ve köpekten başka bir hayvana sahip olamazlar, sadece ölen kimselerden kalan elbiseleri giyebilirler ve kırık kapları kullanabilirlerdi. Bir yerde uzun süre oturamazlardı. Paryalar geceleri şehir ve köylerde dolaşamazlardı. Kölelerin durumu ise paryalardan da kötü idi. Kölelerin bir kısmı savaşta esir düşenlerden oluşmaktaydı. Bunun dışında bazı insanlar köle olarak kendilerini satabilmekte ve böylece köle olmaktaydı
Ariler M. Ö. 800 yılına doğru yazıya geçmişlerdi Ariler M.Ö.800 yılına doğru yazıya geçmişlerdi. "Brahmi" adı verilen bu yazı, Sami alfabesinden kaynaklanmaktaydı. Brahmanların zamanla Kahatriyalar aleyhine belli bir etkinlik kazanmalarından sonra çok tanrıcılık yerini üç temel Tanrıya bıraktı: Brahma (Dünyanın yaratıcısı), Vişnu (inananların koruyucusu) ve Siva (bereket sembolü). Brahmanlığın temelinde ruhun bir başka bedende yeniden dünyaya dönme düşüncesi yatmaktaydı (Ruhun göçü/Reankarnasyon). Buna göre, daha önceki yaşamlarında iyi davranışlar içinde bulunmuş olan kimselerin ruhları daha yüksek, kötü davranışlar içinde bulunanların ruhları ise daha aşağı bir varlığın bedeninde ortaya çıkacaktı
Hint Medeniyetinde hakim olan Kast teşkilatı Brahmanlara geniş imkanlar tanıyodu. Bu sınıf mensupları özel hukuk ve kamu hukuku alanlarında önemli imtiyazlara sahipti. Brahmanların Kast teşkilatı içinde sahip bulundukları ayrıcalıkları Devletle ilgili işlerde de bir üstünlük elde etmelerini mümkün kılmıştı. İşte bu üstünlük sebebiyle eski Hint Medeniyetinde devlet dini esaslara dayanan teokratik bir yapıda kurulmuştu
Devletin başında bulunan bu hükümdara ruhani bir özellik atfolunmuş, kral ilahi bir şahsiyet olarak mülahaza edilmiş ve böylece monarşi sistemine de teokratik bir çehre verilmişti. Yalnız kral sınırsız yetkilerle donatılmamıştı. Zira, kralın göreve başlamadan önce Brahmanlar tarafından krallık sıfatınının onaylanması gerekirdi. Bundan başka kral çok geniş olmayan bu kudret ve selahiyetlerini Brahmanlar adına onların denetimi altında kullanmakta ve Brahmanların çıkarlarını korumakla yükümlü bulunmaktaydı. Hint Medeniyetinde hakim olan kast teşkilatı, kamu hukuku bakımından, Brahmanların nüfuzuna dayanan aristokratik bir sistemin teokrasi ile birleşmesi sonucu ortaya çıkmıştı
Hindistan’da M.Ö. 600 senelerinden sonra Brahmanlıktan farklı yeni bir din zuhur etmişti. Buddizm'inkurucusu M.Ö. 563-483 yılları arasında yaşamış olan Budda'dır. Budda'nın asıl adı Siddharta Gotama'dır. Kuzey Hindistan'da şimdi Nepal'in bulunduğu bölgedeki Kapilavastu'da Lumbini koruluğunda doğmuştur. Aslen Kuzey Hindistan’daki küçük hükümdarlardan birinin oğludur. Milattan sonra 10. Yüzyıla gelinirken Hindistan’da Budizm yavaş yavaş kaybolmaya başladı ve bu dinin yerini Brahmanizm aldı. Onbirinci yüzyıla gelindiğinde Gazneli Mahmud (998-1030) Hindistan’da İslam Dinini yaymaya başladı
HİNTTE DEVLET SİSTEMİ Hindistan verimli topraklara sahip olduğundan tarih boyunca istilalara uğramıştır. Hindistanın coğrafi şartları, bu devletlerin etkin gücünü oluşturan halkları zayıflatmakta ve başka bir devletin kurulmasına zemin hazırlamaktaydı M.Ö. 20. yüzyıla rastlayan devirlerde Hintte hakim olan Sind medeniyeti hakkındaki bilgilerimiz, Hindin en eski ahalisi olan Mundalar ve Dravitlerin müesseseleri hakkındaki malûmatımız yetersizdir. Hindin sosyal ve siyasi durumu hakkındaki bazı bilgilere ancak Arilerin M. Ö. 20. Asrın ortalarından itibaren ülkeyi istilasından sonra ulaşmak mümkündür
Arilerin istilasından sonra siyasi bir birlikten mahrum bulunan Hint, çeşitli köylerden müteşekkil Sitelere, “Racalık” veya “Raçpotluk” adı altında birçok prensliklere, beyliklere ayrılmıştı. Her Sitenin, kendisini teşkil eden sosyal birlikler üzerinde geniş yetkilere sahip bir hükümdarı, bir Racası (köy ağası, reisi), bir Mahraca'sı (büyük kral) vardı. Bu şef savaşçılar tarafından ve hanedan mensupları arasından seçilirdi. Seçilen kral daha sonra ruhban sınıfı olan Brahmanlar tarafından da onaylanırdı. Kralların yetkileri sınırsız değildir. Valiler, kaza müdürleri, özerk köy cemaati ve şehir ahalisi kralın yetkilerini sınırlamaktadır. Hint devletleri illere, iller kazalara, kazalar köy ve şehir cemiyetlerine bölünmüştü
Darius'un Hindistanı istila teşebbüsleri (M. Ö Darius'un Hindistanı istila teşebbüsleri (M. Ö. 517-509) karşısında, Ganj vadisindeki küçük siyasi birliklerin en kuvvetlisi olan Magadha, nüfuzu altına aldığı diğer feodal birliklerden oluşan bir Devlet kurmayı başarmıştı. Bu Devlet İskender'in Hindi istila teşebbüslerinin ardından merkezi Pataliputrada bulunan bir imparatorluk haline dönüşmüştü Mükemmel bir idari teşkilatasahip olan bu imparatorluk, her nekadar Asoka Vardhana'nın (M.Ö. 273-231) hükümdarlığı zamanında siyasi birliğini sağlamlaştırmayı başarmışsa da dini ayrılıkların sonucu olarak M.Ö. 184 yılında tarih sahnesinden silinmişti. Hindistan’da yeniden küçük prenslikler kendini göstermişti
Milattan Önce ikinci asrın başlangıcından itibaren siyasi bir mevcudiyet kazanan Andhara İmparatorluğu da her ne kadar Bengal körfezinden Umman Denizine kadar uzanan bir siyasi birlik olmuşsa da uzun süre yaşamamıştı. Daha sonraları, Gupta (M. S. 318-535) ve Harsa (M. S. 605-740) küçük devletler kurulmuştu.
Hintte Çeşitli Sınıflar ve Hukuki Durumları Kast sistemi Hintlilerin geleneklerine göre ilahi bir kaynağa dayanıyor ve Tanrının bir emri şeklinde kabul ediliyordu Hindistan’da Brahmanlar, soylu askerler ve aristokratlardan oluşan ilk üç kasttan her biri de kendi içinde alt kastlara ayrılmıştı. Dört Kastın dışında kalanlar da sosyal hayatta hiç bir yerleri bulunmayan, en kötü işleri gören, şehir, kasaba ve köylerin dışında oturan Paryalar idi
Kast mensubu diğer Kast mensubları ile evlenemez, bir arada yemek yiyemez, birlikte seyahat edemezdi. Aksine hareket eden her fert mensup bulunduğu Kasttan uzaklaştırılır ve sahip bulunduğu haklardan da tamamen mahrum olurdu. Keza, herhangi bir ferdin mensup bulunduğu Kasttan diğer bir Kast'a geçebilmesi de imkansızdı. Nihayet her Kast'a mensup olan kişiler, mensup bulundukları Kast kendilerinin ne gibi işleri yapmalarını emrediyorsa onları yapmakla görevliydi. Mesela, Manu kanunlarına göre, bir kişi kendi Kastından üstün bir Kastın vazifesini yaparsa derhal kendi Kastını da kaybederdi.
Pozitif Hukukun Gelişimi Hint pozitif hukukuyla ilgili en eski belge, Arilerin Orta Asya’dan getirdikleri geleneklerle Sind bölgesinin eski örf ve adetlerinin kaynaşmalarından kaynaklanan yeni bir kültürün izlerini taşıyan, Hintlilerce Mantra ve bilahare Avrupalılar tarafından Veda (Mukaddes Bilgi) ismi verilen mukaddes kitapları (Samitha)yı görmekteyiz. Hintliler kentlilerin en eski dini kabullerini ifade eden, dini hayata müracaat suretiyle elde olunan bilgilerden oluşan bu mukaddes kitaplarına son derece saygı gösteriyorlardı. Hintliler sekizle on iki yaş arasındaki her çocuğa ruhun gıdası kabul edilen Vedaların öğretilmesini mecbur kılmışlardı
Hindin gerek özel hukuk, ceza hukuku ve usul hukuku bakımından her biri önemli hükümleri içeren Mecelleler oluşturuldukları bilinmektedir. Mesela, tahmini olarak Milattan önce altıncı asırla Milattan önce üçüncü asır aralarında Jagamatha, Nrada, Vişnu, Gotama, Baudhayana, Vasiştha, Apastamba Mecelleleri, tahminen Milattan önce ikinci asrın sonlarına doğru Manu kanunları veya Manu Mecellesi, tahminen Milattan sonra üçüncü asrın sonlarına doğru da Yajnavalkiya Mecellesi meydana getirilmişti
ÖZEL HUKUK Aile Hint Medeniyetinde aile müessesesi başlangıçta maderşahi (anaerkil) özellikteydi ve bir kadının çeşitli kocalara sahip olabilmesi de mümkündü. Hatta erkek kardeşlerin aynı kadınla evlendikleri görülmekteydi. Fakat daha sonraları, yabancı kavimlerin istilaları ve dini kabullerde meydana gelen değişiklik Hint ailelerinin bu maderşahi karakterini değiştirmiş ve aile kurumu pederşahi (babaerkil) bir özellik kazanmıştı. Hindistan’da büyükbaba ve baba ailenin reisi kabul edilmişti
Ailede dinin oynadığı rol çok önemliydi Ailede dinin oynadığı rol çok önemliydi. Genellikle ateşe, güneşe, göğe tapılırdı. Ateşe atılan yiyeceklerin meçhul bir yerde ikamet eden atalara ulaştığı düşünülürdü. Aynı atalara tapan, aynı atalara hürmet besleyen aileler arasında akrabalık bağı vardı. Ailede dini merasimler, ruhani görevlerden sorumlu aile şefi tarafından icra edilirdi. Çocuklara doğumlarından on iki gün sonra iki isim verilir ve bu isimlerden biri kullanılır ve diğeri de gizli tutulurdu. Çocuklara, sekizle on ikiyaş arasında, biraz önce de işaret ettiğimiz gibi vedalar öğretilir ve onların yetişmelerine büyük bir özen gösterilirdi. Ailede, baba, çocukları üzerinde velayet hakkına sahipdi.
Apastamba Mecellesine göre, bir babanın çocuğunu hediye etmesi veya başkasının çocuğunu hediye olarak kabul etmesi, çocuğunu satması veya başkasına ait bir çocuğu satın alabilmesi yasaklanmıştı. Çocukların belirli bir yaşa geldikten sonra kendi mensup bulundukları sosyal sınıfa dahil birisiyle evlenmeleri bir görev kabul edilmişti. İster gömülsün, ister yakılsın, her ölünün yaşadığı görüşü hakimdi.
Ailede önceleri kız çocukları kocalarını kendileri seçerlerdi. Fakat daha sonraları bu usul değişmiş ve aileleri kızların eşlerini henüz daha çok küçük bir yaştayken seçmeye başlamıştı. Bu şekilde eşleri belirlenen kızçocuklar on bir, on iki yaşlarına geldikleri zaman eşlerinin evlerine giderler ve karı kocalık münasebetlerinin gerçekleşmesiyle de kocalarının otoritesi altına girmiş olurlardı
Nişanlanma Hint Medeniyetinde nişanlanma, çocuklar henüz daha küçük bir yaştayken onların aileleri tarafından yapılırdı. Nişanlanan kızın babasına yüz inek ve bir arabadan ibaret bir hediye verilirdi. Eğer nişanlılar arasında evlenme gerçekleşmeyecek olursa, bu hediye erkeğe iade olunurdu. Nişanlanma hakkında Manu Mecellesinde dikkate değer hükümlere rast gelinmektedir. Mesela kızını nişanlayan bir baba daha sonra bundan vazgeçerek kızını başkasıyla evlendiremezdi
Evlenme Evlenmeyi bir vazife kabul eden Hint hukukunda, makbul ve makbul olmayan evlenmeler olmak üzere iki tür evlenme vardı. Makbul ve şerefli evlenmelerin geçerli olabilmesi için esas itibariyle dini bir ayinle icra edilmiş olması gerekmekteydi. Bu evlilikler brahmanlar, tanrılar, evliyalar ve babaların rızasıyla yapılan evliliklerdi. Makbul ve meşru kabul edilen evlenmelerde, evlenecek kızın babasının rızası, evlenme masraflarının kızın babası tarafından üstlenilmesi, kocanın evleneceği kadının mülkiyetine dahil olacak olan bir miktar mal vermesi gibi özellikler de bulunmaktadır.
Makbul ve meşru kabul edilen evlenmeler Birincisinde evlenecek kızın babası kızının müstakbel kocasını Brahmanlar sınıfına dahil olanlar arasından babası seçer ve evlenme merasimi de bir ruhani şahıs huzurunda ve kızın babasının evinde yapılırdı. İkinci şeklindeyse evlenecek kızın müstakbel kocasını ruhani şahıslar seçer ve evlenme dini bir merasimle yapılırdı. Üçüncü şeklinde, müstakbel koca evleneceği kadının babasının evine gider ve beraberinde kurban edilmek üzere iki öküz veya inek götürür ve yine evlenme dini bir merasimle yapılırdı. Dördüncüsü ise dini merasim yapılmayan bir evlenme şekliydi. Bu evlenme şeklinde de kızın babasının rızası aranır ve evlenme masrafları kızın babası tarafından karşılanırdı
Makbul ve meşru olmayan evlenmeler Bunların temel özelliği dini bir ayinle icra edilmemesiydi. Bu tür evlenmelerin birincisinde, evlenme yalnız kızın rızasına dayanmakta ve buna serbest birleşme de denmekteydi. İkinci şekle göre, evlenme evlenecek kızın babası tarafından müstakbel kocasına para veya herhangi bir şey karşılığında satılmasıyla meydana gelmekteydi. Üçüncü şekilde evlenme müstakbel kocasının kızı kaçırması suretiyle yapılmaktaydı. Dördüncü şekilde de, bu hukuki muamele, kadının iğfal edilmesi ile meydana gelmekteydi
Bir kızı evlendirmek hakkı, her şeyden önce babaya ve sonra baba tarafından büyük babaya, erkek kardeşe, amca oğluna tanınmıştı. Annenin kızını evlendirmek hakkı ancak bunlardan sonra gelirdi. Bu kişilerin yokluğu halinde kızı evlendirmek hakkı en yakın akrabaya aitti. Hint hukuku, bir erkeğin çeşitli kadınlarla evlenebilmesini mümkün kılmış ve bu konuda erkeğin mensup olduğu kasta göre değişen bir sınır tespit etmişti.
Boşanma Hint Medeniyetinde evlilik halinin ortadan kalkmasını isteyebilmek hakkı yalnız kocaya tanınmıştı. Erkek belirli sebepler altında boşanma talebinde bulunabilir, kadın ise bulunmazdı. Hatta, kadına, kocasının kaybolması halinde, on sene bekleme mecburiyeti getirilmişti. Ancak bu sürenin sonunda kocası dönmez ise evlilik hali ortadan kaldırılabilmekteydi.
Evlat Edinme Hint hukuku evlat edinme müessesesini kabul etmişti. Eğer karısının erkek çocuk doğurmaması yüzünden koca için bunlar gerçekleşemiyorsa bu takdirde, başkasına ait bir erkek çocuğu evlat edinmesine müsaade edilmekte idi. Yalnız, bu hususta, evlat edinilecek çocuğun babasının rızası lazımdı. Bundan başka bir formaliteye gerek yoktu
Miras Hint hukuku, her şeyden önce, her aileye ait malların babaya ve bunun erkek çocuklarına müştereken ait olduğunu kabul etmişti. Kadın, ancak evlenirken kocası tarafından kendisine hediye olarak verilen mallar üzerinde bir hakka sahip bulunmaktaydı Babanın ölümü halinde, miras, ölenin erkek çocuğuna devr ederdi. Eğer erkek çocuk birden fazlaysa, terekenin bunlar arasında eşit şekilde taksimi esas olmakla beraber, erkek çocukların en büyüğü diğerlerine göre daha fazla pay alırdı. Yalnız, erkek çocuklardan akli ve bedeni arızası olanlar mirasçı olamazlardı. Bu gibi çocuklara diğer mirasçılar bakarlardı. Bir baba daha hayattayken mallarının yönetimini en büyük erkek çocuğuna bırakabilirdi. Yalnız bu tarzda bir devir, en büyük erkek çocuğun aile efradına bakması, onların iaşelerinin temini şartıyla meydana gelmekteydi. Keza, baba, oğlunu mirastan da mahrum etmek hakkına sahipdi.
Ölen bir erkeğin kız çocukları mirasçı olamazlardı. Eğer baba kızını evlendirirken bundan doğacak erkek çocukların kendisine mirasçı olabileceklerini kabul etmişse, bu takdirde, bunlar da aynen dayıları gibi ölen büyük babalarına mirasçı olurlardı. Eğer ölen kişinin oğlu ve kız çocuklarının erkek evlatları yoksa, miras, sırasıyla, ölenin altıncı dereceye kadar olan hısımlarına, ölenin aynı nesilden gelen yakınlarına, karısına devreder ve bunların hiç birisinin bulunmaması halinde de tereke Devlete kalırdı
Mülkiyet Hint Hukukunda mülkiyetle ilgili hükümler az olmakla birlikte, gerek menkul gerekse gayrimenkul mülkiyetini kazanma yolları açıkça ifade edilmektedir. Gayrimenkul mülkiyeti üzerinde Hindistanın sosyal yapısı önemli rol oynamıştı. Mesela, gayrimenkul mülkiyeti ancak Brahmanlar, Kışatriyalar ve Vaysiyalar sınıflarına mensup olanlara tanınmıştı. Keza, gayrimenkul mülkiyetinin iktisap şekli ve toprağı kullanım tarzı da sınıflara göre değişiklik arz etmekteydi. Brahmanlar arazilerini diğer sınıflara mensup kişilere kiralamak suretiyle işletebilirlerdi. Kişatriyalara gelince, bunlar da, fütuhat neticesi toprak sahibi olabilirlerdi. Brahmanlarda olduğu gibi Kişatriyalar da satın almak suretiyle toprağa sahip olamazlardı. Vaysiyalar sınıfına mensup olanlar için gayrimenkul mülkiyeti bakımından hiçbir sınırlama yoktu. Bu üç sınıfın dışında kalan Sudralar için gayrimenkul mülkiyeti diye bir şey söz konusu değildi.
Borçlar ve Ticaret Hukuku Hint Medeniyetinde borçlar ve ticaret hukuku bakımından büyük bir gelişme gösterememişti. Brahmanlarla Kışatriyaların ticaretle uğraşamamaları ticaretin yalnızca Vaysiyalar sınıfına dahil kişilerle sınırlanmış olması ticari ilişkilerin gelişmesine engel olmuştu. Mesela, Brahmanlar ve Kışatriyalar sınıflarına mensup olanlar ancak ödünç verme, emanet etme gibi bazı sınırlı borç akitlerden faydalanabilmişler ve bu akitlerden başka alım satım, kira vekefalet, şirket gibi diğer akitlerden faydalanabilmek de ancak Vaysiyalar sınıfına mensup kişiler için mümkün olabilmişti
CEZA HUKUKU Kadim Hint Medeniyetinde ceza hukuku oldukça gelişmişti. Adam öldürmek, adam dövmek, iftira, hakaret, mukaddes şeyleri tahkir, hırsızlık, zina, ırza tecavüz, gayri meşru münasebetler, yalan yere şahadet gibi fiillerin suç kabul edilmişti Bu suçların her birine de suçlu ile mağdurun mensup bulundukları kastlara göre özellikleri değişen ölüm, uzvun kesilmesi, hapis, sürgün, malların müsaderesi, para cezası, mensup bulunduğu kasttan çıkarılma gibi çeşitli cezaların verildiği görülmektedir. Mesela, Brahmanlar sınıfına mensup bir kişinin öldürülmesi suçların en ağırı kabul edilmiş ve bu suça ölüm cezası verilmişti.
Ancak öldürenin Brahmanlar sınıfına mensup olması halinde suçlunun idamı durumuna gidilmezdi. Hakkında diğer cezalar ve genellikle öldürülen kişinin mensup olduğu sınıfa göre miktarı değişen, aşağı sınıflara gidildikçe hafifleyen para cezası verilirdi. Brahmanlar sınıfına mensup olan suçlu hakkında para cezasından gayri bir ceza verildiği takdirde cezasını çektikten sonra yine kendi sınıfına döner ve eski haklarından faydalanmaya devam ederdi. Keza, Vaysiyalar sınıfına mensup biri Kışatriyalar sınıfına mensup birini öldürürse suçlu hakkında yine ölüm cezası verilirdi. Vaysiyalar sınıfına mensup bir kişi kendi sınıfına dahil birisi tarafından öldürülürse, suçlunun malları müsadere edilir ve öldürülen kişinin ölümünden zarar görenlere verilirdi
Hakaret suçu da sınıflara göre değişen bir cezaya maruz kalırdı. Mesela, Brahmanlar sınıfına mensup olanlardan birinin şahsına yapılan hakaret, suçlunun Brahman olmaması halinde, işkence edilerek öldürülme gibi ağır bir cezaya çaptırılmasını gerektirirdi. Hırsızlık suçunda, Sudralar sınıfına mensup olan bir hırsız, çaldığı malın sekiz mislini, Vaysiyalar sınıfına mensup bir hırsız on altı mislini, Kişatriyalar sınıfına mensup olan bir hırsız otuz iki mislini ve Brahmanlar sınıfına mensup bir hırsız altmış dört mislini ödemek suretiyle cezalandırılırdı. Hırsızlık suçunda, hükümdara çalınan malları iade ettirmek mecburiyeti de getirilmişti. Başka bir ifade ile, hırsızlık suçlarından Devlet de sorumlu tutulmuştu.
Zina, ırza tecavüz, gayri meşru münasebetler, mukaddes şeyleri tahkir hakkında da çeşitli cezalar tayin edilmişti. Mesela, gayrimeşru münasebetin failleri yakılmak suretiyle cezalandırılırdı. Bundan başka üst kasta mensup bir kadının aşağı kasta mensup bir erkekle gayri meşru münasebetinden doğan çocuklar kast dışına çıkarılarak Paryalar sınıfına dahil olunur ve suçluların sınıflarına göre çeşitli işlerde çalıştırılırlardı. Mukaddes şeyleri tahkir suçunun cezası da, suçlunun mensup olduğu kasta göre değişirdi. Ceza, aşağı kastlara gidildiği oranda ağırlaşırdı
Manu Mecellesi her şeyden önce cezaların türünü, özelliğini, infaz şeklini, bunların kimlere tatbik olunacağını tespit etmişti. Mecelleye göre, cezalar, para cezası, müsadere cezası, cemiyetten kovma cezası, sürgün cezası, hapis cezası, cismani cezalar, ölüm cezası gibi çeşitli türlere ayrılmaktaydı. Para cezasından elde edilen gelirler Brahmanlara ait olurdu. Eğer hükümdar para cezasını affederse Brahmanlara bunun otuz mislini ödemesi gerekirdi. Müsadere cezası da Brahmanların faydalandığı ceza idi. Suçlunun müsadere olunan malları Brahmanlara verilirdi. Cemiyetten uzaklaştırılma cezası, suçlunun ölmüş kabul edilmesini icap ettiren bir cezadır ve hatta bu ceza ile cezalandırılan suçlu hakkında ölülere mahsus dini merasim de yapılırdı. Sürgün özellikle Brahmanlara uygulanan bir ceza idi.
Cismani cezalar, Brahmanların dışındaki kişilere tatbik olunan cezalardı ve bunların da çeşitli türleri vardır. Ölüm cezasına gelince, bu ceza, suçlunun başının kılıçla kesilmesi, suda boğulması, fillere, köpeklere yem olarak atılması ve yakılması gibi çeşitli şekillerde infaz olunurdu. Manu Mecellesi suçları ve bunların her birine verilecek cezayı da tayin etmişti. Hakaret suçunda suçlu suçun özelliğine göre para cezasıyla, hapis cezasıyla, dilin kesilmesiyle veya boğazına kızgın demir sokulmasıyla cezalandırılırdı. Dövme ve fena muamele suçunda, üstün sınıfa mensup birini döven suçlunun bu hususta faydalandığı uzvu, mesela, eli ile dövmüşse eli kesilirdi. Keza, bir Brahmanın üzerine tüküren kişinin dudakları, bir Brahmanın sakalını çeken kişinin elleri kesilirdi.
Manu Mecellesine göre, fuhuş, Hint Medeniyetinde mevcut dört sınıf arasında ihtilatı mümkün kılar ve bu da insan ırklarının bozulmasına ve kainatın mahvına sebebiyet verirdi. Bundan dolayı, Mecelle kadınlara hediye göndermeyi, el ile dokunmayı bile menetmişti. Zina suçuna gelince bu suçun faillerinden erkek yakılır, kadın da köpeklere yedirilirdi. Yalan yere şahadet suçuna para ve sürgün cezası verilmişti. Mecelle kumarın alışkanlık haline getirilmesini de suç kabul etmiş ve kumarhane işletenlere çeşitli cezalar vermişti Yaralama suçu para ve sürgün cezalarıyla cezalandırılırdı. Hırsızlık suçunda, çalınan eşyanın önemine ve malı çalınan kişinin hal ve vasfına göre, suçluya para cezasıyla çaldığı malları aynen iade cezası verilirdi. Fuhşa teşvik sürgün cezasını gerektirirdi.
Yajnavalkiya Mecellesi’nde, Devlet ve hükümdar aleyhine işlenen suçların ölüm cezasıyla cezalandırılacağı belirtilmişti. Keza, hakaret, yaralama, dövme, hayvanlara fena muamelede bulunma ve ağaçlara ve mahsula zarar verme suçlarının her biri hakkında da, fiilin ağırlığı ile doğru orantılı bir para cezası kabul edilmişti. Keza, bir kişinin sattığı bir malın özellik ve vasıfları hakkında müşterisini kandırması, müşterilerin ve bayilerin kendi aralarında anlaşarak sendikalar meydana getirmeleri de suç kabul edilmişti. Umumi adaba aykırı fiiller, fuhuş suç kabul edilerek para cezasıyla cezalandırılmıştı. Mecelle kumarı bir suç kabul etmemiş, yalnız bu hususta Devlete kontrol görevi vermişti. Yajnavalkiya Mecellesi suçta tekerrür halini cezanın arttırılmasını gerektiren ağırlaştırıcı sebep kabul etmişti. Suç ortaklarının da asli fail gibi aynı ceza ile cezalandırılmaları durumuna gidilmişti. Adam öldürme suçunda, suçlunun, ancak kastın bulunması halinde cezalandırılabileceğini kabul etmişti
Adli Teşkilat Her şeyden önce adli teşkilatı zirvesinde hükümdar gelmekte, yargı fonksiyonu onun şahsında toplanmış bulunmaktaydı. Hükümdar bu yargı fonksiyonunu ya bizzat kendisi ifa eder, davalara şahsen kendisi bakar yahut bu fonksiyon hükümdar adına adli kurumlar tarafından yerine getirilirdi. Bunların her biri gerek hukuki ve gerek cezai işler konusunda tam bir yetkiye sahip bulunmaktaydı. Yargı fonksiyonunu ifa ederken Hükümdara Brahmanlar ve Kişatriyalar sınıfına mensup hakimler yardım ederlerdi. Kral davalara şahsen baktığı zaman bu hususta verilecek kararların sorumluluğu da kendisine ait olurdu. Keza, hükümdarın herhangi bir davaya bakarken suçluyu affedebilmesi de mümkündü ve af halinde kralın suçlunun günahını da affettiği kabul edilmişti
Yargı Usulü Hint Medeniyetinde yargı usulü bakımından cezai işlerle hukuki işler arasında hiçbir fark gözetilmemişti. Bunların her ikisinde de aynı yargı usulü uygulanmıştı. Yalnız hakim olan kast teşkilatı, adli müesseselerde takip olunan yargı usulünde de kendi tesirini göstermişti. Mesela çeşitli kastlardan her hangi birine mensup olmayan birinin şahit olarak dinlenilmesi imkansızdı. Dinlenen şahitler ancak davacının mensup bulunduğu kasttan olabilirlerdi. Aşağı sınıfa mensup bir kişi üst sınıfa mensup bir kişinin davasında hiçbir şekilde şahitlik edemezdi. Yine kast teşkilatının bir sonucu olarak, Brahmanlar kaza organlarında imtiyaza sahipti. Mesela, bir Brahman hiçbir suretle, kendi arzusu hilafına sorguya çekilemezdi. Keza, hakimlerin Brahmanlara büyük bir nezaket ve saygı göstermeleri lazımdı ve hatta aynı imtiyaz, daha sınırlı bir ölçüde Kişatriyalar sınıfı mensuplarına da tanınmıştı.
Manu Mecellesi, yargı kararların kesin olduğunu, bunların değiştirilmelerine imkan bulunmadığını, ancak meşru sebepler dolayısıyla düzeltilebileceğini kabul etmiştir. Yajnavalkiya Mecellesi de davalarda zabıt tutulması, tarafların iddia ve savunmalarının bu zapta yazılması lazım geldiğini, delillerin sunulmasının lüzumunu, açılacak davanın ancak ilk davanın sona ermesinden sonra kabul edilebileceğini düzenlemiştir. Aynı Mecelle, kaza organlarına, dava edilen tarafa müdafaasını yapabilmek için müsait bir süre verilmesi mükellefiyeti de vermektedir