Moral Tedavi Philippe Pinel (1745-1826) akıl hastanelerinde ruh hastalarının insancıl tedavisine yönelik harekette önemli bir kişi. Paris’te La Bicetre olarak bilinen büyük bir akıl hastanesinde göreve başlıyor.
William Tuke Pinel’in La Bicetre’deki devrimci uygulamalarının izinden Avrupa ve ABD’deki hastaneler de devam etti. William Tuke, İngiltere’deki York akıl hastanesinin olumsuz koşullarından çok etkilendi ve “York Dinlenme Evi” adı altında kırda bir villa ayarladı. Burası ruh hastalarına yaşayacakları, çalışacakları ve dinlenecekleri sessiz ve dindar bir ortam sağlıyordu. Hastalar sorunlarını görevlilerle tartışıyor, bahçede çalışıyor ve yürüyüşler yapıyorlardı.
ABD’de, 1817’de Pennsylvania’da kurulan Dostlar Akıl hastanesi, York Dinlenme Evi örnek alınarak yapıldı. Moral Tedavi olarak bilinen bu yaklaşımla uyumlu olarak, hastalar görevlilerle yakın temas içindeydiler. Bu görevliler onlarla konuşuyor, onlara kitaplar okuyor ve çeşitli faaliyetlerle onları cesaretlendiriyorlardı. Hastalar olabildiğince normal bir hayat sürüyorlardı.
Moral tedavi, 19. yüzyılın son bölümünde terk edildi. Bu değişimde Dorothea Dix’in çabaları etken oldu. Dix, Boston’da bir öğretmen ve ilgisi akıl hastanelerindeki koşullar ve oradaki ruh hastalarına yönelik. Birçok ruh hastasını iyileştirmek için kuvvetli bir kampanya düzenledi ve yardımları ile 32 tane devlet hastanesi yapıldı. Ancak, ne yazık ki, personel yetersizdi ve hastalara bireysel dikkat, özen gösteremiyorlardı. Dahası, bu hastaneler hastalığın biyolojik yönleriyle ve hastaların psikolojikten çok fiziksel iyilik halleriyle ilgilenen doktorlar tarafından yönetiliyorlardı.
Çağdaş Düşüncenin Başlangıcı Somatogeneze Dönüş Greko-Romen uygarlığının çöküşünden sonra Orta Çağ’a kadar herhangi bir olgu ortaya çıkmadı. Yüzyıllar sonra Hipokrat tarafından desteklenen somatojenik görüşlere geri dönüldü. Emil Kraepelin (1856-1926) tarafından bir psikiyatri ders kitabı yazıldı ve 1883’de yayınlandı.
Bu kitap, ruhsal hastalıkların organik doğasını oluşturmak üzere bir sınıflandırma sistemi de getirdi. Sendrom diye adlandırdığı, düzenli olarak bir arada görülen belli bir grup belirtiyi, hastalıkları tanımlamak ve birbirinden ayırmak için kullandı. Her bir ruhsal hastalığın diğerlerinden farklı olduğunu, kendi başlangıcı, gidişi ve sonu olduğunu düşündü. Tedavileri açıklanmamış bile olsa en azından hastalığın gidişi tahmin edilebiliyordu.
Kraepelin, ağır ruhsal hastalıklar için iki büyük grup önerdi: Bugün şizofreni için kullanılan terim olan erken bunama ve manik-depressif psikoz. Şizofreninin nedeni olarak kimyasal bir dengesizliği, manik-depresif psikozun nedeni olarak da metabolizmada bir düzensizliği öngördü.
1800’lerin ortalarına gelindiğinde, sinir sisteminin işleyişi bir miktar biliniyordu, ama çeşitli ruhsal bozuklukları açıklayabilecek düzeyde değildi. 1860 ve 1870’lerde Louis Pasteur hastalıkların mikrop kuramını oluşturmuştu. Buna göre hastalıklara bedene bulaşan ve gözle görülmeyen çok küçük organizmalar yol açıyordu. Bu kuram, frengi ve genel felç arasındaki ilişkiyi gösteren ön hazırlığı oluşturdu.
Psikogenez Somatojenik nedenlerin arayışı psikiyatride 20. yy’a dek başat olmaya devam etti. Ancak, 18. yy sonları ve 19. yy boyunca batı Avrupa’nın diğer bölgelerinde akıl hastalıkları tümüyle farklı bir kökene bağlı olarak görülüyordu. Akıl hastalıklarını psikolojik işleyişteki bozukluklara yükleyen çeşitli psikojenik görüşler Fransa ve Avusturya’da moda olmuştu. O dönemde pek çok insan histerik durumlardan şikayetçi idi. Fiziksel bir nedenin bulunamadığı körlük ya da felç gibi fiziksel kapasite yetersizliklerinden şikayetçiydi.
Mesmer ve Hipnotizma Modern psikojenik kuramın tarihçesi Avusturyalı bir hekim olan Franz Anton Mesmer ile başlar. Mesmer, çok renkli ve çarpıcı bir kişilik. 18. yy. sonlarında manyetik çekim ve elektriklenme konularında yapılan buluşlardan etkilenmiş. Bu bilgileri kullanarak insanın zihinsel durumunu açıklamaya çalışmış. Mesmer’e göre, gezegenlerin hareketi, evrensel manyetik sıvıların dağılımını etkilemekte ve bu dağılımda meydana gelen değişmeler insanın zihin ve ruh sağlığını etkilemekte.
Paris’li bir nörolog olan Lean Martin Charcot, sadece anestezi ve felç gibi histerik durumları değil, körlük, sağırlık, konvulsif ataklar ve histerinin neden olduğu bellek boşluklarını da çalıştı. Başlangıçta somatojenik görüşü destekliyordu, ancak bir gün öğrencileri normal bir kadını hipnotize ettiler ve belli histerik semptomları telkin ettiler.
Charcot kadının gerçek bir histerik hasta olduğuna kanmıştı. Öğrencileri kadını uyandırarak semptomlarının nasıl çabucak ortadan kalktığını ona gösterdiklerinde, histeri hakkındaki düşünceleri değişti. Histerinin psikojenik nedenlerden kaynaklandığı görüşünü benimsedi.
Charcot’un öğrencilerinden biri, genç bir Viyana’lı hekim olan Sigmund Freud. Viyana’ya döndükten sonra hipnoz yöntemi ile çalışan Joseph Breuer ile birlikte çalışmaya başladı. Tıp tarihinde daha sonra Anna O. olarak bilinen bir kadın hastayı tedavi etmeye başlayan Breuer, Anna O.’nun hipnoz tepkisi altında iken sorunlarını rahatlıkla tartışabildiğini ve bundan sonra da belirtilerinin bir miktar rahatladığını gözlemlemiş. Bu duygusal boşalmanın terapötik değerini farkeden Breuer, bu yönteme katarsis ya da konuşma tedavisi adını vermiş.
Breuer ve Freud, yoğun bir biçimde bu tedavi üzerinde çalışmışlar ve bir süre sonra histeri ve bazı bozuklukların hipnoz altındayken ortaya çıkabilen “bilinçaltı” çatışmalardan kaynaklandığına karar vermişler. Bu çatışmalar açığa çıkınca da belirtilerin ortadan kalktığını söylüyorlar. Freud ve Breuer 1895 yılında “Histeri Üzerine Çalışmalar” adlı eseri yayınlıyorlar. Bilinçaltına ilişkin kuramlarını yayınladıkları bu kitap, psikoloji tarihinin en önemli dönüm noktasıdır.
Freud, daha sonra yalnız başına çalışmaya başlıyor. Herkesin kolaylıkla hipnotize edilememesi ve serbest çağrışım adını verdiği bir teknik ile aynı sonucu elde edebilmesi nedeni ile, hipnozun çok işe yaramadığına karar veriyor. Freud’un serbest çağrışım dediği teknik.... 1909 yılında ABD’de Clark Üniversitesi’ne davet ediliyor ve orada kuramında erken çocukluk deneyimlerinin öneminden söz ediyor. Beş yaşında at fobisi olan Küçük Hans vakası... Psikoanalitik formülasyonlar ile Hans’ın bilinçaltı çatışmalarını nasıl incelediğini gösteriyor.
Türkiye’deki Gelişim İslamiyet öncesi Orta Asya Türklerinin hastalık anlayışı ve tedavi yöntemleri Şamanizm’e dayanıyor. Şaman, cinlerin, kötü ruhların hastanın bedenini terk etmesi için yalvarıyor. İslamiyet’in kabulü sonrası hastalık anlayışı geleneksel islam tıbbına yöneliyor ama yine de şamanizm etkisi hissediliyor. Akla gelen ilk isim, yalnızca islam aleminde değil dünya hekimliğinde de çığır açan İbn-i Sina (M.S. 980-1037). Yazdığı tıp kitapları, özellikle Avrupa ülkelerinde 17. yy sonlarına kadar temel ders kitapları olarak okutulmuş. O’na gör ruh, manevi bir varlıktan ibaret olup, bedenin bütün hareketlerini yönlendirmekte ve bedenden ayrılması durumunda canlılık durumu da kayboluyor.
Ortaçağ’da Avrupa da akıl hastalarına karşı acımasız tutumlar sergilenirken, Türk ve İslam toplumlarında hoşgörü ve anlayış egemen. Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde akıl hastaları darüşşifaların kapsamı içinde bulunan Bimarhanelerde tedavi ediliyor. İlk gerçek akıl hastanesi Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılmış. 1500 yılında Kanuni Sultan Süleyman, Süleymaniye Külliyesi’nin içerisinde bir bimarhane yaptırmış.
II. Selim’in eşi Nur Banu Sultan’ın yaptırdığı Toptaşı Bimarhanesi Cumhuriyetin ilk yıllarında da kullanılmış. Bu darüşşifaları Amasya, İstanbul, Edirne, Manisa külliyeleri takip ediyor. II. Abdülhamit döneminde Gülhane Askeri Tatbikat okulu ve hastanesi açılıyor (1898). Hastanenin başhekimliğini Raşit Tahsin yapıyor ve akıl hastalıkları dersi veriyor. Türkiye’de çağdaş psikiyatri kuramsal ve uygulamalı olarak Gülhane Askeri Tıp Akademisi’nde başlamış oluyor.
Mazhar Osman, Toptaşı Tımarhanesi 1927 yılında Bakırköy’e taşıyor. Mazhar Osman’dan sonra Nazım Şakir, İhsan Şükrü Aksel ve Fahrettin Kerim Gökay 20. yüzyılın ilk yarısında Türk psikiyatrisinin temsilcisi olan hekimler. Türkiye’de Kreaplin ekolünün temsilcileri 1945 yılında Ankara Tıp Fakültesi’nin kuruluşu ile Rasim Adasal psikiyatrinin topluma tanıtılmasında önemli rol oynuyor.