BİLİŞSEL PSİKOLOJİ (Cognitive Psychology) ALGI
Neisser biliş kavramını duyusal girdinin (uyaran) yakalanması, dönüştürülmesi, özümsenmesi, depolanması ve kullanılması temelinde tanımlamaktadır. Bilgi işlemeyi öneren bu süreçler algı, dikkat, bellek, dil, problem çözme, akıl yürütme ve bilinç gibi konuları içermektedir
İnsanların nasıl algıladığını, nasıl öğrendiğini, nasıl hatırladığını ve nasıl düşündüğünü inceleyen bilişsel psikoloji, psikolojinin diğer bilim dallarında olduğu gibi bazı temel varsayımlar içermektedir; 1) insan beyninin temel işlevi bilgi-işlemdir. Bilgi-işlem dış dünyanın temsili veya sembolik dönüşümü veya manipülasyonu olarak ifade edilmektedir. 2) insan beyni hem yapı hem de kaynak açısından sınırlı kapasite kullanımına sahiptir. 3) bilgi işlem süreci aktiftir. Bilgi işleme sırasında daha önceden kazanılmış yaşantılar, deneyimler veya beceriler yeni algılanan uyaranları etkiler. Bu da onların davranışları veya tepkilerine yansır.
Bilişsel psikoloji işlevselcilik ekolünden oldukça etkilenmiştir Bilişsel psikoloji işlevselcilik ekolünden oldukça etkilenmiştir. Çünkü bilişsel psikoloji zihinsel işlemlerin işlevsel olduğunu varsayar. Zihinsel işlemler girdinin (uyaran) çıktıya dönüşmesini (davranış) sağlamaktadır. Zihin ile beyin arasındaki ilişki bilgisayardaki donanım ve yazılım arasındaki ilişkiye benzetilir.
Bilişsel Psikolojinin Kısa Tarihi
Bilişsel psikoloji farklı disiplinler ile etkileşerek olgulara farklı açıklamalar getirmektedir. Örneğin, bilişsel bilimler bilişi anlamak için matematik ve bilgisayar modellerini kullanmaktadır. Bilişsel nöropsikoloji bozuk veya hasarı bilişsel işlemleri inceleyerek normal olan bilişsel süreçleri anlamaya çalışmaktadır. Bilişsel nörobilimler ise başlıca biyolojik ve fizyolojik teknikleri kullanarak insanda bilişsel süreç ve mekanizmaları incelemektedir. Genel olarak, bilişsel psikoloji ve ortaklık kurduğu diğer disiplinler ile algıdan belleğe, zihinsel temsilden bilince kadar birçok olguyu incelemekte ve biliş hakkında genel açıklamalar yapmaktadır.
Algı (Perception) Duyum (Sensation): içinde bulunulan bir ortamdan uyaranların içerdiği bilginin ilgili duyu sistemi tarafından yakalanarak sistem içine alınması ve beyindeki fizyolojik merkezlere iletilmesini kapsamaktadır. Algı: uyaranların taşıdığı bu bilginin analiz edilmesi, tanınması, yorumlanması ve organize edilmesini kapsayan süreçlerdir. Uyaran: duyu sisteminde tepki doğuran fiziksel bir enerjidir. Genel olarak çevremizdeki bir fiziksel uyaranın sistem içine alınması ve sonrasında belli süreçlerden geçirilerek bu uyarana karşı tepki üretilmesi algısal süreç olarak ifade edilmektedir.
Örneğin gözünüzü açtığınızda dışardan gelen uyarana karşı hemen bir tepki üretirsiniz. Bu farkında olmadığınız çok kısa bir süre içinde gerçekleşir. Ama bu sürede uyaran ve tepki arasında bir dizi alt süreçler ve işlemler yapılmaktadır.
Çevremizdeki uyaranlar çeşitlilik ve şiddet seviyeleri açısından farklılaştığından farklı duyu organlarını uyarmaktadırlar. Örn.; gözlerdeki alıcılar ışıkla uyarılırken, kulaklardaki alıcılar titreşimlerle harekete geçerler. Dokunma alıcıları basınç veya ısıyla uyarılır, tat ve koku alıcıları ise kimyasal maddelerle tetiklenirler.
Algı hemen oluşan ve özel ve ayrıca bir çaba gerektirmeyen bir olgu olarak görünse de algısal süreçler incelendiğinde arka planda karmaşık süreçlerin yer aldığı görülmektedir. Bir ışık hangi parlaklıkta olursa görülmektedir? Bir kişi ne kadar parfüm kullanırsa başkaları tarafından fark edilebilir? Uyaranın fark edildiği ya da ayırt edildiği enerji seviyesi mutlak eşik kavramı ile açıklanmaktadır. Mutlak eşik bir uyaranın fark edildiği en düşük enerji seviyesi olarak tanımlanmaktadır. Örneğin karanlık bir odada görülebilen en düşük ışık seviyesi, sesiz bir ortamda duyulan en düşük ses seviyesi, bir odada fark edilen en az parfüm miktarı veya bir kova suda fark edilen en düşük tuz miktarı.
Eşiğin bir başka biçimi ise fark eşiğidir Eşiğin bir başka biçimi ise fark eşiğidir. Bir uyarıcının şiddetinin değiştiğinin organizma tarafından fark edilebilmesi için gerekli asgari miktara fark eşiği denir. Aynı türden iki uyarıcı arasındaki değişikliği fark etmeyi sağlar. İnsan duyu sistemlerinin en önemli özelliklerinden biri çevremizdeki uyaran şiddetindeki değişikliklere duyarlı olmasıdır. Güneşli bir günde etrafta dolaştıktan sonra karanlık bir ortama (örn. Sinema) girildiğinde öncelikle bu ortamda hemen hemen hiçbir şey görülememektedir. Fakat bir müddet sonra (yaklaşık 25 dakika sonra) en yakındaki kişinin yüzündeki ayrıtılar bile görülür. Bu olgu duyusal adaptasyon olarak adlandırılır ve belli bir uyaran seviyesine uzun bir süre maruz kaldıktan sonra duyu sisteminin duyarlılığını ve kapasitesini yeniden düzenlemesi olarak tanımlanır. Duyusal adaptasyon bilgi işleme süreçlerini etkiler ve sonuçta algılar ve biliş üzerinde olası değişiklikler meydana getirir.
İnsan duyu sistemlerinin (birçok canlıda da bu durum mevcuttur) adaptif özelliği hayatta kalma prensibi ile doğrudan ilintilidir. Çünkü eğer canlıların duyu sistemleri uyaranların sadece belli bir seviyesine (örn. sadece öğle ışığına) tepki vermiş olsalardı, çevrede meydana gelen ve olağan olan değişikliklere karşı duyarsız kalırlardı.
GÖRME/GÖZ
İnsan gözü 380-760 milimikron dalga boyundaki ışıkları görür İnsan gözü 380-760 milimikron dalga boyundaki ışıkları görür. Gözümüz kırmızı ve mor arası renkleri görür, mor ötesi renkleri göremez. Görme merkezi beynin arka yumrusu üzerinde bulunur. Cisimlerden gelen ışınlar kırılarak ağ tabakanın (retina) üzerine düşer. Retina üzerine düşen cismin ters görüntüsüdür. Sinirler bu ters görüntüyü beyne götürürler orada görme işlemi düzeltilerek algılanır.
Işık göze bir kaynaktan yansıyarak girmektedir Işık göze bir kaynaktan yansıyarak girmektedir. Işık farklı yoğunluktaki maddelerin içinden geçerken bükülür (ışığın kırılması). Net görebilmemiz için gözdeki yapıların ışığın toplanması ve odaklanması sırasında hayati bir rol oynamaktadır. Gözün yüzeyi kornea adı verilen saydam bir zar ile kaplıdır. Kornea hem gözü korur hem de gelen ışığının çoğunun odaklanmasından sorumludur. Saydam, sulu bir sıvı olan göz sıvısı katmanı sürekli tazelenmekte ve gözü beslemektedir. Görsel imgeden gelen ışık gözün iç kısmına göz bebeği adı verilen ve iris adlı yuvarlak bir kasın içinde bulunan bir delikten geçerek girer.
Görsel imgeden gelen ışık gözün iç kısmına göz bebeği adı verilen ve iris adlı yuvarlak bir kasın içinde bulunan bir delikten geçerek girer. İris göz bebeğinin göze daha az ya da daha çok ışık girecek şekilde boyutunu değiştirebilmektedir. Bu durum aynı zamanda imgenin odaklanmasına da yardımcı olur. İrisin arkasında kaslarla desteklenmiş şekilde göz merceği denilen bir diğer saydam yapı bulunmaktadır. Esnek olan göz merceği kornea tarafından başlatılmış olan odaklanma sürecini sona erdirir. Göz merceği görsel uyumsama adı verilen bir süreçle kalınlaşıp incelerek şeklini değiştirir. Bu da merceğin yakındaki ve uzaktaki cisimlere odaklanmasını ve retinaya net bir imge yansıtmasını sağlamaktadır.
Işığın göz içinde ulaştığı son noktaya retina adı verilmektedir Işığın göz içinde ulaştığı son noktaya retina adı verilmektedir. Gözün arkasında buluna ışığa duyarlı bu bölge üç katmandan oluşmaktadır: gangliyon hücreler, çift kutuplu hücreler ve çeşitli dalga boylarındaki ışığa tepki veren özel alıcı hücreler olan çubukçuklar ve koniler. Çubukçuklar ve koniler ışık fotonlarını karşılayarak nöral sinyallere dönüştürürler. Bu sinyalleri önce çift kutuplu hücrelere(bu hücreler bağlayıcı nörondur, bir ucunda tek bir dentrit diğer ucunda tek bir akson vardır) iletirler. Sonrada aksonları görme sinirini oluşturan gangliyon hücrelerine gönderir. Çubukçuklar ve koniler görmenin farklı yönlerinden sorumludur.
Koniler tam merkezde fovea bölgesinde kümelenmiştir Koniler tam merkezde fovea bölgesinde kümelenmiştir. Koniler en yüksek görsel keskinliğe, yani ince detayları görebilme yeteneğine sahip alıcılardır. Bu nedenle çubukçuklara göre daha fazla ışığa ihtiyaçları vardır. Ayrıca farklı dalga boylarındaki ışığa da duyarlıdırlar yani renk görüşünden sorumludurlar. Konilerde kırmızı, yeşil ve renklerin herbirine ayrı ayrı duyarlı üç çeşit pigment vardır (renklere duyarlı hücre). Bu pigmentlerin değişik dalga boylarından ışık dalgalarıyla uyarılması sonucu farklı renkler ortaya çıkar.
Çubukçuklar fovea hariç retinanın her yerinde bulunurlar, daha çok çevrede kümelenmişlerdir ve çevresel görüşten sorumludurlar. Parlaklıktaki değişmelere duyarlıdırlar ama bu dar bir banttaki dalga boyları için geçerlidir., bu nedenle sadece beyaz, siyah ve gri tonlarını görürler. Tek bir çift kutuplu hücreye bir çok çubukçuk bağlanır yani görsel keskinlik çok düşüktür.
Renk Görme İnsan evreni algılarken ve farklı görsel alanlarda faaliyetlerde bulunurken geniş bir yelpazede esnekliklere sahiptir. Bu esnekliklerden biri renkleri ayırt etmeyi sağlayan renk görmedir. Normal renk görüşüne sahip olan bir insan milyonlarca rengi birbirinden ayırt edebilmektedir. Üç renk kuramı retinada üç farklı koni hücresinin bulunması ve herhangi bir rengi oluşturmak için en az üç farklı rengin kullanılması olgularına dayanır. Konilerin her biri görme spektrumu içindeki farklı dalga boylarına duyarlıdırlar. Örneğin, konilerden birinin ~440nm, diğerinin ~535nm ve üçüncüsü de ~565nm olan dalga boylarına maksimum seviyede tepki vermektedirler.
Bu alıcılara S (short-kısa), M (medium-orta) ve L (long-uzun) konileri adı verilir. Üç renk kuramına göre, renk algısı yukarıda belirtilen üç farklı koni hücresinin ışığın dalga boyuna göreli tepkilerinden meydana gelmektedir Renk görme bozuklukları genelde üç renk kuramı ile açıklanır. Koni türlerinden herhangi birinin yokluğunda ya da bir koni sınıfının spektrumdaki duyarlığının değişmesi sonucu renk görme problemleri ortaya çıkar.
Derinlik Algısı Retinadaki iki boyutlu görüntü uzaklıkla ilgili yapılan çıkarımlar ya da ipuçları ile üç boyutlu olarak algılanmaktadır. Bu tek göze bağlı (monoküler) ve iki göze bağlı (binoküler) derinlik algısı ipuçları ile yapılmaktadır. Tek göze bağlı ipuçları bir görüntüye tek gözle bakıldığı zaman var olan derinlik algısı ipuçlarını içermektedir. Bunlardan biri göz kaslarının hareket etmesiyle göz merceğinin şeklinin değiştiği akomodasyondur. Bunun dışındakiler resimsel ipuçlarıdır. Bunlara resimsel ipuçları denilmesinin nedeni ressamların bu yöntemleri iki boyutlu düzlemde derinlik algısını yaratmak için kullanmalarıdır.
Binişim veya üst üste binme Bir objenin diğer objeyi örtmesi sonucu oluşmaktadır. Görme sisteminin objeleri bütün olarak algılama eğilimi karenin arkasındaki tam olarak görünmeyen objenin daire olarak algılanmasına neden olmakta ve bundan dolayı, daire karenin arkasında olduğu sonucu çıkarılmaktadır. Uzaktaki objeler yakındaki objelere göre retinada daha küçük görüntüler oluşturmaktadır. Böylece, algılanan objenin göreli büyüklüğü uzaklık ile ilgili olarak bir ipucu sağlamaktadır.
Perspektif Bir diğer ipucu doğrusal perspektiftir. Bir görüntüdeki objelerin göreli büyüklük, yükseklik ve uzaklık bilgilerinin birleştirilmesi ile oluşturulan bir ipucudur. Birbirine paralel olarak algılanan iki çizginin uzaklaştıkça birbirini ufukta keseceği varsayımına dayanarak uzaklık bilgisi çıkarılmaktadır.
Atmosferik perspektif Havadaki moleküllerin ışığı dağıtması sonucu uzaktaki objeler mavimsi ya da belirsiz hale gelmektedir. Bir başka deyişle, bu objelerin kontrastı azalmaktadır. Bu nedenle bu objeler, daha parlak ve belirgin olan objelerden daha uzakta algılanırlar.
Aydınlatma İnsan beyni otomatik olarak ışığın yukarıdan geldiğini varsaymaktadır. Bundan dolayı bir objenin daha çok aydınlanan kısmını üst, daha az aydınlanan koyu kısmını ise alt olarak algılama eğilimindedirler. Bu yorum derinlik algısına yol açmaktadır.
Hareket algısı Hareket algısı da derinlik algısına önemli katkı sağlamaktadır. Bireyin çevrede odaklandığı bir noktadan kendisine yakın olan objeler bireyin hareketinin aksi yönünde, odak noktasının ötesindekiler ise bireyin hareketi ile aynı yönde hareket ediyor gibi algılanmaktadır. Hareket paralaksı olarak da bilinen bu olgu hareket eden bir aracın içinde kolaylıkla gözlenebilir.
Algısal Organizasyon Algı ne kadar bireysel olursa olsun, insanların çevrelerindeki dünyayı algılayışlarında bazı benzerlikler vardır. Birçok algısal süreç ve işlemler bir dizi ilkeler çerçevesinde etrafımızdan gelen bilgileri nasıl anlamlı hale getirdiğimizi açıklamaktadır. Bu ilkeler 20. yüzyılın başlarında Geştalt psikologları tarafından önerilmiştir. Geştalt psikologları çevremizdeki objeler arasındaki ilişkilerin belirsiz olduğu durumda en basit ve en istikrarlı düzenlemelerin yapılarak algısal organizasyonun sağlandığını öne sürerler.
Algısal organizasyonu etkileyen etmenler Bu ilkeler; şekil-zemin, yakınlık, benzerlik, tamamlama ve sürekliliktir.
Şekil-Zemin İlişkisi Algılama ve anlamlandırma sırasında bazı özellikler ön plana çıkarken bazıları arka planda kalır. Ön plana geçenler ‘şekil’, arka planda kalanlar ise ‘fonu’ oluştururlar. Algılama sırasında şekil ve fon sürekli yer değiştirir; neyin ön plana geçerek şekil olacağı; neyin arka planda kalarak fon olacağı kişinin ihtiyaçlarına ve ihtiyaçlarının farkında oluş düzeyine göre belirlenir. Bir ihtiyacın belirginleşmesi yani şekil olması için, organizmanın içinde ya da çevrede değişiklik yaratan bir uyarıcının ortaya çıkması gerekir.
Yakınlık Bu ilkeye göre insanlar çeşitli nesneleri algılarken birbirine yakın olanları grup oluşturarak algılarlar. Örneğin, yandaki resim yakınlık ilkesinin bir gösterimidir. Bu resimde, 72 tane yuvarlak vardır ama biz bir araya gelmiş yuvarlak grupları olarak algılarız. Hatta spesifik biçimde, resmin sol kısmında yer alan 36 adet yuvarlağı bir grup ve resmin sağ kısmında yer alan diğer 36 adet yuvarlağı 12 adetten 3 grup olarak algılarız. Bu ilke günlük hayatta sık sık reklam amblemlerinde, olayın ilişkili yönünü vurgulamak için kullanılır. Mekan içinde birbirine yaklaşan nesneler bir bütün halinde algılanma eğilimine neden olmaktadır.
Benzerlik Bu ilkeye göre eğer parçalar birbirine benziyorsa bizler bu çeşitli parçaları algısal olarak birbirleriyle grupluyoruz. Bu benzerlik; şekil, renk, gölgelendirme ya da bu gibi diğer özelliklerle meydana gelebilir. Örneğin, yandaki resim benzerlik ilkesinin bir gösterimidir ve her biri birbirinden eşit mesafede ayrı olan 36 adet yuvarlak bir kare oluşturur. Bu gösterimde, 18 adet yuvarlak koyu bir biçimde gölgelenmiş ve diğer 18 adet yuvarlak açık bir şekilde gölgelenmiştir. Bizler ise karenin içinde 8 tane yatay sıra algılarız. Yani koyu yuvarlakları bir grup olarak ve açık yuvarlakları bir grup olarak algılarız. Bu algı sıraları benzerlik ilkesinden kaynaklanır.
Tamamlama (Kapatma) Bu ilkeye göre nesneler tamamlanmasa bile insanlar bu nesneleri bütün bir şekil, harf, resim gibi algılar. Yani resmin bütünün bazı parçaları olmadığı zaman bizim algımız bu görsel parçaları tamamlar. Araştırmalar gösteriyor ki aklın bir şekli tamamlamasının nedeni şekli duyu aracılığıyla tamamlanmış şekilde algılaması değil, uyaranların etrafındaki düzeni arttırmak içindir.
Süreklilik Nesneleri karmaşık ve bölünmüş örüntüler içeren şekilde algılamak yerine, mümkün olan en basit şekilde ve sürekli bir örüntüye sahip olarak algılama eğilimidir. Aynı yönde ilerleyen duyusal uyarıcılar birbiri ile ilişkili olarak algılanır. Ani değişikliklerden çok süreklilik algılanır.
Pragnanz (Özlülük) İlkesi Eğer bir nesnenin parçaları düzenli, yalın ve sıralı bir örüntü oluşturuyorlarsa grup oluşturuyorlarmış gibi algılanırlar. Bu yasadan çıkarılabilecek şey şudur: Bireyler dünyayı algılarken karmaşık ve yabancı olanı ortadan kaldırırlar ki gerçekliği en yalın haliye gözlemleyebilsinler. Konu dışı uyarıcıları dikkate almamak aklın çevresini anlamlandırmasına yardımcı olur. Algılama sırasında yaratılan bu anlam, zihnin konumsal ilişkilerden üstün tuttuğu evrensel düzen unsurlarının yardımıyladır.
İŞİTME/KULAK Kulak, işitme ve denge organıdır. Dış, orta ve iç kulak olmak üzere üç kısımda incelenir. Dış Kulak Kıkırdaktan yapılmış kıvrımlı kulak kepçesi ve dış kulak yolundan oluşur. Dış kulak yolu ile orta kulağın birleştiği yerde bağ dokudan yapılmış, ses dalgaları ile titreşebilen kulak zarı bulunur.
Orta Kulak Küçük bir odacık şeklinde olan bu bölümde şekillerine göre adlandırılan çekiç, örs ve üzengi kemikleri bulunur. Üzengi kemiği iç kulak başlangıcındaki oval pencereye bağlıdır. Orta kulakta oval pencerenin alt kısmında yuvarlak pencere bulunur. Kemikler, ses dalgalarının kuvvetlendirilerek iç kulağa iletilmesinde görevlidir. Orta kulak "Östaki borusu" denilen bir kanalla yutağa bağlanır. Bu yapı, kulak zarının iki tarafındaki hava basıncını dengede tutmaya yarar.
İç kulakta dışları kemik, içleri zar yapılı labirent ve torbalar bulunur. Labirentin işitme ile ilgili kısmı helezon şeklinde kıvrılmıştır. Bu kısma salyangoz (kohlea) denir. İçi sıvıyla dolu olan alyangoz içinde birbirinden ince zarlarla ayrılan üç kanal bulunur.
İşitme 1) Kulak kepçesi tarafından alınan ses dalgaları, dış kulak zarından geçerek kulak zarını titreştirir. 2)Titreşimler kuvvetlendirilerek orta kulaktaki çekiç, örs, üzengi kemiklerine iletilir. 3) Üzengi kemiği titreşimleri oval pencere ile iç kulağa iletir. 4) Titreşimler iç kulak kanallarındaki sıvılarda dalgalar halinde ilerleyerek korti organını uyarır ve duyu sinirlerinde impulsları başlatır. 5) Bu impulslar beynin ilgili merkezine gider ve değerlendirilir.
Kulağın dengeyi sağlamadaki görevi Denge, iç kulakta yer alan üç yarım daire kanalları ile bunların uçlarında bulunan ampulla denilen bölüme bağlı tulumcuk ve keseciklerle sağlanır. Vücudun dengesi bozulacak olursa kulak taşlarının duyu hücrelerine yaptığı basınç değişir. Bu durum impuls oluşumunu sağlar. İmpulslar duyu sinirleriyle beyin ve beyinciğe iletilerek merkezden verilen emirlere göre kaslar uyarılır ve denge sağlanır.
Dil ve Tat Alma Duyusu Dil, konuşmayı, besinlerin ağızda çevrilerek yutulmasını, yediğimiz besinlerin tatlarını almamızı sağlar. Dilin üzeri epitel doku ile örtülür. Tat alma tomurcukları, dil üzerindeki papilla denilen yapılarda yerleşmiştir. Papillalar mantarsı, çanaksı ve ipliksi şekillerde bulunur. Tat tomurcukları, reseptörler ve destek hücrelerinden oluşmuştur. Yenilen ve içilen besinlerin tadı, kokusu, rengi, sıcaklığı lezzet denilen bir duyuyu oluşturur.
Acı, ekşi, tatlı ve tuzlu olarak gruplandırılan tatlar dilin belli bölgelerinde bulunan tat tomurcuklarıyla alınır. Dilin arka kısmı acıyı, uç kısmı tatlıyı, arka kenarları ekşiyi, orta kenarları ise tuzluyu ayırt eder. Yediğimiz besinlerin tadının alınabilmesi için tükürükte erimesi gerekir. Bu kimyasal maddeler, tat alma tomurcuğundaki reseptör moleküller ile reaksiyona girer ve impuls başlatır. Alıcılarda oluşan sinyaller tat siniri vasıtasıyla önce beyin sapına sonra da serebral kortekse gönderilir. Bu sinyaller ayrıca beyindeki birçok merkeze ulaşır ve kişinin ne tattığı ve ne yediği belirlenir.
Tat, lezzetleri tanımanın ötesinde karmaşık bir yapı içermektedir. Örneğin tat, yemek yeme arzusunu başlatmaktadır. Bir yiyeceğin tadı hayal edildiğinde iştah kabarır. Öte yandan tat koruma da sağlamaktadır. Canlılar genelde acı şeylerden uzak durma eğilimindedir çünkü zehirli şeyler genelde acıdır. Buna benzer şekilde insanlar ekşi tatları genelde tercih etmezler. Diğer duyu ve algılarda olduğu gibi insanlar hangi gıdaları yiyeceklerini ve hangilerinden kaçınmaları gerektiğini öğrenmektedirler. Bazı tatlar insanları belli zamanlarda ne yemeleri gerektiği konusunda yönlendirmektedir. Örneğin, insanlar kendilerini yorgun hissettiklerinde tatlı gıdalara doğru yönelmektedirler.
Deri ve Dokunma Duyusu İnsanlarda dokunma, basınç, sıcaklık ve ağrı gibi mekanik duyuları algılayan reseptörler bulunur. Mekanik reseptörlerin en önemlisi basınç duyusunu alan Pacini cisimciğidir. Pacini cisimciği deri altına ve iç organların duvarlarına yerleşmiştir. Basınç değişmelerini algılamamızı sağlar. Dokunma duyusunu alan reseptörler Meissner cisimciği ve Ruffini cisimciğidir. Bunlar parmak uçları ve dudaklarda yoğun olarak bulunur, cismin niteliğini algılamamızı sağlar. Deride dermis tabakasında bulunan Ruffini cisimciği ise sıcak duyusunu almamızı sağlar. Bu reseptörler çabuk yorulur. Deride bulunan kıl kökü reseptörleri de bir çeşit dokunma reseptörleridir. Hafif bir dokunma duyusunun kuvvetlendirilmesini sağlar.
Serbest sinir uçları, en az özelleşmiş reseptörlerdir Serbest sinir uçları, en az özelleşmiş reseptörlerdir. Derinin her tarafında ve diğer dokularda da bulunur ve ağrı duyusunu alırlar. Dokunma duyusunun organı olan derinin yukarıda sayılan duyu işlevleri dışındaki başlıca görevleri şöyledir: 1. Vücuda şekil ve bütünlük kazandırmada etkilidir. 2. Deri altındaki yapıları kimyasal ve fiziksel etkilerden korur. Epidermisin alt tabakalarında üretilen ve melanin denilen renk maddesi mor ötesi ışınlan emerek vücudu güneşin zararlı etkilerinden korur. Güneşte kalındığında deri renginin esmerleşmesi, derideki renk hücrelerinin korunma amacıyla ürettiği renk maddesinden ileri gelir. Bu maddeler güneş ışınlarının alt tabakalara geçerek zarar vermesini önler.
3. Mikropların vücuda girmesine engel olur. 4 3. Mikropların vücuda girmesine engel olur. 4. Kara hayvanlarında vücudun aşırı su kaybını önler. 5. Ter bezleri yardımıyla boşaltıma yardımcı olur. 6. Yağ bezleri, ter bezleri ve kan damarları aracılığıyla vücut sıcaklığının sabit kalmasına yardımcı olur.
Ağrı değişik türdeki uyaranlara verilen tepkidir Ağrı değişik türdeki uyaranlara verilen tepkidir. Deride meydana gelen bir kesik, çok parlak ışık, yüksek şiddetteki ses ve benzeri durumlar ağrı meydana getirmektedir. Ağrının oluşmasında hücrelerin yaralanması veya hasar görmesi söz konusudur. Kaynak ne olursa olsun hücrede hasar meydana geldiği zaman kimyasal ileticiler ağrı mesajını beyine iletir.
Araştırmacılar, ağrı algısını kapı kontrol kuramı ile açıklamaktadırlar. Bu kurama göre omurilikteki “nörolojik kapı” olarak adlandırılan hücresel ağ, ağrı ile ilgili iletilerin beyne iletilmesini kontrol eder. Bazı başka nöronlar bu kapının kapanmasını sağlayarak ağrı deneyimini azaltmaktadır. Duygu durumu, önceki deneyimler, ağrının yorumu ve bağlamın etkisi gibi psikolojik ve algısal faktörler ağrı durumunu etkilemektedirler.
Dokunma sistemi obje algısı açısından da önemlidir Dokunma sistemi obje algısı açısından da önemlidir. Görme engelliler ve ışığın olmadığı karanlık ortamda bulunan diğer bireyler objeleri dokunma sisteminin faaliyetleri sonrasında tanırlar. Ellerin temas yoluyla üç boyutlu bir objeyi tanıma işlemine haptik algı denilir.
DİKKAT Bir olayın tümü ya da bir bölümü üzerinde zihnin gücünün toplanmasıdır. Organizmaya aynı anda bir çok uyarıcı etki eder. Ancak organizma bunlardan bazılarını seçer algılar, bazılarını algılamaz. Dikkat bilgi işlem açısından genel olarak iki şekilde ele alınmaktadır. Kaynakların belirli bir uyarana ayrılmasına seçici dikkat ve kaynakların birden fazla uyarana yönlendirilmesine bölünmüş dikkat denir.
Seçici Dikkat Çalışmalar dikkat edilemeyen işitsel/görsel mesajın çok az işlendiğini göstermiştir. Bu durum, dikkat sürecinde uyaranların seçiminin algısal seviyeden çok duyusal seviyede gerçekleştiğine işaret etmektedir . Birbirleriyle yarışan uyaranlar arasından sadece bir tanesi filtreden geçerek sonraki bilgi işlem süreçlerine girmektedir. Filtreleme mekanizmasının olması sınırlı kapasitesi olan sistemin aşırı yüklenmesini önlemektedir.
Bölünmüş Dikkat Bölünmüş dikkat çalışmaları aynı anda iki görevin nasıl yapıldığını inceler. Bazen yiyecek yemek ve televizyon seyretmek gibi iki görev eş zamanlı kolaylıkla yapılmaktadır. Ancak bazen iki görevi eş zamanlı olarak yerine getirmek görevlerden birinin performansını etkilemektedir. Örneğin araç kullanırken telefonla konuşmak araç sürme performansını olumsuz yönde etkilemektedir. Görevlerin benzerliği, zorluğu (daha çok bilişsel kaynak gerektiren) çift görev performansını olumsuz yönde etkilemektedir. Fakat çift görev performansında pratik ve tekrarlar sonucunda iyileşmeler olabilmektedir.
BELLEK Bellek geçmiş ile ilgili bilgilerin hatırda tutulması becerisidir. Bellek bilginin kodlanması, depolanması ve hatırlanması süreçlerini kapsar. Bu süreçleri bilgisayarı metaforu ile anlatmak gerekirse kodlama klavye ile donanım depolama ile ve bilgisayar belleğinden gidip bilgiyi alarak ekrana yansıtan yazılım da hatırlama ile ifade edilebilir.
Belleğin Yapısı Bellekte üçlü sistem yaklaşımı Atkinson ve Shiffrin (1968) tarafından önerilmiştir. Bu yaklaşım duyusal, kısa süreli ve uzun süreli bellek aşamasını içerdiğinden üç aşamalı bellek modeli olarak da adlandırılmaktadır. Bu modele göre; Bilgi ilk önce bireyin ilgili duyu sistemi tarafından yakalanarak duyusal belleğe kaydedilir. Bilgi burada sadece fiziksel olarak kodlanır ve çok kısa süre (~1 saniye) tutulur. Bir sonraki aşamaya geçemeyen bilgiler duyusal bellekte silinmekle birlikte buradaki temsil birebir karbon kopya türü bir temsildir.
Daha sonra bilgi duyusal bellekten kısa süreli belleğe (KSB) aktarılır ve yaklaşık olarak 15-25 saniye süresince burada depolanır. Buradaki kodlama anlamsal nitelik kazanmaktadır. Kısa süreli belleğin kapasitesi sınırlı olmakla beraber bu bellekte bilgi miktarı 7±2 madde veya bellek kümesi ile belirlenmektedir. Kısa süreli bellekte bir birim depolanan uyaranların anlamsal gruplanmasına bellek kümesi denilmektedir. Bellek kümesi harfler ya da sayılardan oluşabilir. Bellek kümesi kelimeler veya başka anlamlı sembollerden oluşan daha fazla kategoriler halinde de olabilir.
Bilişsel psikologlar kısa süreli belleği sınırlı kapasitesi olan, geçici olarak bilgiyi işleme sokan ve depolayan bellek olarak görmektedir. Bu hâliyle kısa süreli belleğe çalışma belleği adı verilmektedir. Çalışma belleği merkezi bir yönetici ile görsel mekansal kopyalama, epizodik tampon ve fonolojik döngü olarak adlandırılan üç bileşenden oluşmaktadır.
Son olarak bilgi kalıcı olarak uzun süreli belleğe gönderilir Son olarak bilgi kalıcı olarak uzun süreli belleğe gönderilir. Bilginin kısa süreli bellekten uzun süreli belleğe aktarılması büyük ölçüde tekrara bağlıdır. Tekrar bilginin kısa süreli bellekte tutulması ve de uzun süreli belleğe gönderilmesini sağlamaktadır. Kısa süreli bellekte devamlı tekrar ile bilgi tutulurken uzun süreli bellekte; özümseme, anlamlandırma veya ayrıntı andırma ile bilgi kodlanmaktadır. Bundan dolayı da bilgi uzun süreli bellekte kalıcıdır. Ayrıca uzun süreli belleğin kapasitesi sınırsızdır.
Yıllar boyu yapılan araştırmalar uzun süreli belleğin farklı bellek modüllerinden oluştuğunu göstermektedir. Bu modüllerin her biri beyindeki ayrı bellek sistemlerini barındırmaktadır. Uzun süreli bellek içindeki majör ayrım bildirimsel ve işlemsel bellek ayrımıdır. Olgulara dayanan bilgilerin oluşturduğu uzun süreli bellek modülü bildirimsel bellektir. Burada yüzler, tarihler ve olgulara ait bilgiler depolanmaktadır. Örnğin “gözlük iki cam ve metal ya da kemik çerçeveden oluşur” bilgisi bildirimsel belleğe örnektir. İşlemsel bellek becerilerin ve alışkanlıkların belleğidir. Örneğin bir müzik aleti çalmak, futbol oynamak ve araba kullanmak gibi eylemlere ait bilgiler işlemsel belleği oluşturmaktadır. Bildirimsel bellek daha çok “NE” sorusuna yanıt verirken işlemsel bellek ise “NASIL” sorusunu yanıtlamaktadır.
Bildirimsel bellek anlamsal ve epizodik bellek olarak iki ayrı modül ile sınıflandırılmaktadır. Anlamsal bellek evren ile ilgili genel bilgileri ve olguları içeren bellektir. Buna ilave olarak tümdengelim ve tümevarım gibi mantık kuralları ile ilgili bilgilerde bu modül altında depolanmaktadır. Anlamsal bellek vasıtasıyla evimizin adresini ya da Sinop ilinin ülkemizin kuzeyindeki en uç noktasında olduğunu biliriz. Anlamsal bellek bir açıdan bir bilgi ansiklopedisi gibidir. Epizodik bellek ise belli bir zaman, yer ve bağlamda oluşan olaylarla ilgili bellektir. On sekiz yaşını kutladığınız doğum gününde erkek ya da kız arkadaşınızdan aldığınız hediyeyi ya da bisiklet kullanmayı öğrendiğinizi hatırlamanız epizodik bellek ile ilgilidir.
Açık ve Örtük Bellek Bazen kişilerin bilinçli olmadıkları durumdaki anıları hatırladıkları gözlenmektedir. Örneğin anestezi altındaki bazı bireyler sonrasında ameliyat sırasında yaşananların bir kısmını hatırlamışlardır. Bu durum iki tür belleğin olduğuna işaret etmektedir: açık ve örtük bellekler. Açık bellek bilinçli ve istemli olarak bilginin toplanarak bellek sistemine gönderilmesidir. Daha önce öğrenilmiş bir bilginin hatırlanması o bilginin açık ve istemli bir şekilde bellekten geri getirtilmesini içermektedir.
Örtük bellek bilinç dışı olan bellektir Örtük bellek bilinç dışı olan bellektir. Belirli bir kelimenin ne anlama geldiği, nasıl yemek yendiği, nasıl araba kullanığı gibi. Örtük bellekte olan, örtük belleğe girmiş bir uyaranın bizim bir sonraki davranışımızı farkında olmadığımız bir şekilde etkilemesidir. Bu durum sanki hatırlamak değil, organizmayı belli bir şekilde davranmaya hazır hâle getirmektir. Bu olguya hazır olma (priming) denir.
Hatırlama Kocaman bir bilgi dağarcığı içinden bir bilgiyi belleğinizden geri getirmek her zaman mümkün değildir. Peki ama nasıl hatırlarız? Hatırlamayı ipuçları ile yaparız ve bu ipuçlarına geri getirici ipuçları denilmektedir. Geri getirici ipucu uzun süreli bellekten bir bilginin hatırlanmasına yardımcı olan ve hatırlamayı kolaylaştıran bir uyarandır. Bu ipuçları objenin tanınmasından daha çok bellekten geri getirilmesinde önemlidir. Geri getirme belirli bir bilginin hatırlanmasıdır. Tanıma ise sunulan bir uyaran ile ilgili olarak dahi önceden deneyimin olup olmadığıdır.
Hatırlanan bilginin ne kadar iyi hatırlanıp hatırlanmadığı o bilginin en başında nasıl algılandığı, işlendiği ve anlamlandırıldığı ile ilgilidir. Bilgi işlem düzeyi zihinsel olarak bilginin nasıl analiz edildiğine vurgu yapar. Bilginin kodlandığındaki bilgi işlem miktarı o bilginin sonradan ne kadar hatırlanacağı ile doğrudan ilişkilidir. Bu yaklaşıma göre bilginin kodlanması sırasında derinlemesine anlamsal analizi o bilginin hatırlanmasında çok kritik bir rol oynamaktadır. Yakından ve detaylıca dikkat edilmeyen uyaranlar için çok az zihinsel işlemler yapılmaktadır. Bundan dolayı yeni öğrenilen materyaller kısa zamanda unutulmaktadır. Bilişsel kaynakların çok fazlaca kullanıldığı durumlarda, uyaranlara daha çok dikkat edilmekte ve bu da bu uyaranların daha fazla işleme alınmasına neden olur. Derinlemesine ve anlamsal olarak analiz edilen bilgi uzun süreli bellekte derin seviyelere yerleşir ve unutulması güçleşir.
Bilişsel kaynakların çok fazlaca kullanıldığı durumlarda, uyaranlara daha çok dikkat edilmekte ve bu da bu uyaranların daha fazla işleme alınmasına neden olur. Derinlemesine ve anlamsal olarak analiz edilen bilgi uzun süreli bellekte derin seviyelere yerleşir ve unutulması güçleşir. Hatırlama sürecine bakıldığında, bellekten geri getirilen anıların veya olayların ilk andaki gibi olmadığı görülür. Bellek geçmişi temsil etmekte ancak bu temsillerde eksiklikler bulunmaktadır. Hatta bazen ilk baştaki olayda olmayan eklemeler de yapılır. Bu hâliyle bellek geçmişi yeniden yapılandırma işlemidir. Bir başka deyişle, bellek bizim onu nasıl anlamlandırdığımızdan etkilenmektedir
Aynı veya benzer türden bilgilerin uzun süreli bellekte oluşturduğu küme ya da bilgi örüntüsü anlamına gelen bilişsel şemalar belleğe yeni girmiş olan bilginin yorumlanmasında, kodlanmasında, depolanmasında ve hatırlanmasında önemli rol oynar. Örneğin, beklentilerimiz ya da değerlerimiz belleğimize yeni gelen bilginin anlamlandırılmasında rol oynar. Geçmişimiz ile ilgili yaşadığımız anıların değerlendirmesini ve karşılaştırılmasını yapan bellek otobiyografik bellek olarak ifade edilir ve kendi yaşantımızla ilgi epizod durumları içeren belleğimizdir. Bundan dolay› kişisel epizodik bellek olarak da ifade edilebilir.
Unutma Her gün rutin bir şekilde isim, yer ve bilgileri unuturuz. Bunun sonucunda da eğer bir görev yapıyorsak başarısız oluruz. Bu şekliyle unutma zararlıdır. Ancak bazen hatırlamak istemediğimiz olayların unutulması unutmanın yararlı tarafıdır. Bir diğer yandan bakıldığında, günlük yaşamda maruz kaldığımız milyonlarca anlamsız ve belki de kullanılmayacak bilginin depolanmaması unutma ile önlenmektedir. Bu da bilişsel ekonomi sağlamaktadır.
Neden unuturuz? İlk başta kodlama hatası olabilir, yani uyarana dikkat edilmemiş olabilir. Eğer bilgi uzun süreli bellekte kodlanmamışsa bu bilginin hatırlanması olanaklı değildir. Ancak bazen uzun süreli bellekte olan bilgiler unutulmaktadır.