TÜRKİYE’NİN TOPLUMSAL YAPISINA DAİR TEMEL GÖRÜŞLER (devam) DOÇ. DR. SERDAR ÖZTÜRK
Asya Üretim Tarzı (AÜT) Bu toplum yapısının, daha çok 16. yüzyıl öncesi Osmanlı toplum yapısına uygun olduğu düşünülür. İdris Küçükömer, Muzaffer Sencer ve Sencer Divitçioğlu gibi iktisatçılar tarafından savunulmuştur. Marx tarafından ortaya atılmasına karşın geliştirilmemiş bir kavramdır. Doğu toplumlarının yapısının kapitalizme niçin evrimlenmediği sorununu araştıran Marx, önce, özel toprak mülkiyetinin olmamasında nedeni buldu. Doğu’da uzun yıllar doktorluk yapan Fransız yazarı François Bernier, Türkiye, İran ve Hindistan’da özel toprak mülkiyetinin olmadığını söylüyordu. Bunu okuyan Marx, Engels’e “İşte Doğu cennetinin gerçek anahtarı” diye yazıyordu. Doğu toplumlarının kapitalizme geçmeyip, geri kalmalarının anahtarı, bu ülkelerde özel toprak mülkiyetinin olmamasında yatmaktaydı.
AÜT Ancak Marx, daha sonra yapılan araştırmaları okuyunca gördü ki, Çin gibi toplumlar, toprakta özel ve kamu mülkiyeti dönemlerini tanımışlar, ama yine de kapitalist evrimin dışında kalmışlardı. Bunun üzerine, Çin’i AÜT kategorisine koymaktan vazgeçmemiş, ama bu üretim tarzının belirleyici özelliğini başka yerde aramıştır. Bu özellik, temelde kendi kendine yeten bağımsız köy hücrelerinin varlığıdır. Tek hücreli yaratıklara benzetebileceğimiz bu tamamen otarşik köylerin bağımsızlığını, tarım ve el sanatları birliği sağlamaktadır. İngiliz sömürgesi Hindistan’dan gelen raporların ışığı altında yapılan bu genelleme, Kapital’de şöyle anlatılır: “Bugün dahi hala yaşamakta bulunan çok eski ve küçük Hint köyleri, kendi kendine yeten bağımsız hücrelerdir. Çünkü tarımsal faaliyetin dışında, köyün öteki ihtiyaçları da tamamen köy içinde karşılanmaktadır. Köyde bir düzine kadar insan, yargıç, polis, tahsildar, bekçi, öğretmen, müneccim, demirci, marangoz, çömlekçi vb. gibi görevleri, köyün sırtından geçinerek yerine getirmektedir.
AÜT Ama bu işbölümünün daha ileri bir işbölümüne yol açması olanağı yoktur. Zira demirci, marangoz v.b.’nın pazarı değişmez, aynı kalır; ya da olsa olsa, köylerin büyüklük farkına göre değişmek üzere, bir demirci, bir çömlekçi vb. yerine iki veya üç demirci, çömlekçi vb. olur… Nüfus artarsa, ekilmeyen topraklar üzerinde, eski örneğe göre, yeni bir topluluk kurulur.” Ama köyün daha ileri üretim biçimlerine geçmeyi engelleyen yeterliliği sürüp gider.
AÜT Bu otarşik (kendi kendine yeter) köylerin kendi aralarında alışverişi yoktur. Şehir de, köy topluluklarına dayanan ekonominin bir parçası değildir. “Asya tarihi, şehir ile köyün farklılaşmamış bir çeşit birliğidir.” Şehri, köyün içindedir, yani bir anlamda şehir yoktur. Şehir, gerçek ekonomik yapının üzerine kondurulmuş bir hükümdar karargahından ibarettir.” Birbirleriyle bağlantısı olmayan otarşik köy topluluklarının tepesinde, üretim fazlasının bir kısmını alan ve sulama vb. gibi bölge ölçüsünde gerçekleştirilebilecek görevleri yerine getiren bir üst topluluk, örneğin devlet bulunmaktadır.
AÜT Ortak mülkiyete dayanan alt topluluk, bir bütün olarak, üretim fazlasının bir kısmını alan üst topluluk tarafından sömürülmektedir. Köy topluluğu içinde sömürü yoktur, ama bir dış sömürü söz konusudur. Bu görüşte olanlar, toplumsal yapının bu durağan koşullarda kendi iç evrimiyle başka aşamaya geçemeyeceğini savunurlar. Asya’nın binlerce yıllık durgunluğu bu çözümlemeyle yapılmaya çalışılmıştır. Böylece Asya toplumları kapitalizme geçemezlerken, Batı hareketli ve dinamik yapısıyla kapitalizme geçebilmiştir.
Prekapitalist toplumsal yapı Türkiye’nin özellikle modernleşme öncesindeki toplumsal yapısına dair fikirlerden bir başkasını prekapitalist yaklaşım oluşturur. Bu yaklaşımı temel olarak, Doğan Avcıoğlu ve onun kurduğu Yön ve Devrim dergileri etrafındaki bir dizi aydın savunmuştur. Behice Boran ile aynı dünya görüşlerine paylaşmasına karşın, amaca ulaşmada çok farklı bir yöntemi benimseyen Doğan Avcıoğlu da aslında toplumsal yapı konusunda Boran ile benzer düşünür. Avcıoğlu, kapitalizmin ötesinde bir toplumsal formasyona gidecek yolu, aydın, bürokrasi ve asker ittifakının bir araya gelip iktidarı devralmasında ve hızlı toplumsal kalkınma hamlesini yapmasında bulur. ‘Yukarıdan’ gerçekleştirilecek bir dönüşüme inanan Avcoğlu’na karşın Boran ise yöntemin ‘alttan’ halkla hemhal olmak, onunla iletişim kurmaktan geçtiğini savunur.
Prekapitalist toplum yapısı İki düşünür arasındaki bu farklara karşın, Avcıoğlu ve Boran, Osmanlı toplum yapısının feodaliteye benzediğini savunurlar. Gelgelelim Avcıoğlu, bu konuda henüz yeterli araştırmalar yapılmadığı gerekçesiyle Türkiye’nin toplumsal yapısını feodal olarak nitelemekten kaçınarak ‘prekapitalist’ tanımını kullanmanın daha uygun olduğunu yazar. Avcıoğlu’nun Osmanlı-Türk toplum yapısına dair görüşleri şöyle özetlenebilir. Türk toplumsal yapısı, aslında 15. ve 16. yüzyıllarda AÜT taraflarının ileri sürdüklerinin tersine evrime elverişliydi. Üretim tarzı düzeyinde, Osmanlı düzeni Batı toplumsal yapısından çok farklı değildi. Üretim, Pazar için olmaktan çok, kişisel ihtiyaçları için ve köylü ailesinin ekip biçtiği ufak işletmelerde yapılmaktadır. Bu toprak çocuklarına da geçmektedir. Yani AÜT yapısından farklı olarak özel mülkiyet kısmen vardır. Hatta köylü, bağ, bahçe, değirmen gibi üretim araçlarına sahiptir.
Prekapitalist yapı Yine AÜT’de yalnızca köy topluluğu vardır, birey ancak bu topluluğun üyesi olarak mevcuttur. Türk köylerinde ise bireysel özellikler de hayli gelmiştir. Ancak üretim güçlerinin (alet, makine, emek, araç ve gereçler, teknolojik düzey gibi) ulaştığı düzey, Batı ülkelerinde olduğu gibi Türkiye’de de, köylünün tam özgürlüğüne imkan vermemektedir. Köylü toprağa bağımlıdır. Toprağa bağımlılık ise iktisadi baskının dışında, iktisadi olmayan baskılarla da sağlanmaya çalışılmaktadır. Bu nedenle Avrupa’nın serfi ile Türkiye’nin reayası arasında fazla fark yoktur. Ürettikleri ürün, arazinin sahibi ya da kendisine yetki verilen memurlar tarafından alınmaktadır. Dolayısıyla sömürüye dayalı sınıflı bir düzen söz konusudur.
Prekapitalist yapı Avcıoğlu, şu soruyu sorar: “Osmanlı toplumu, Batı feodalitesi gibi daha ileri bir toplumsal kuruluşa, yani kapitalizme, kendi iç evrimi ile geçebilecek miydi? Yoksa, Asya Üretim Tarzı taraflarının iddia ettikleri cinsten bir durgunluğa mahkum mu idi? Yazar, bu soruyu yanıtlamak için kapitalizme geçiş şartlarını tespit eder. Bunlar şunlardır: 1- Belirli bir noktada, toprağa bağlı köylünün, bu bağlılıktan kurtulmaya çalışması 2- Uzmanlaşmış bir şehir zanaatının varlığı ve serbestleşmesi 3- Ticaret ve tefecilikten sağlanmış olan nakit servet birikim
Prekapitalist yapı Avcıoğlu’na göre bu üç koşul Osmanlı’da bulunmaktaydı. Toprak, tapuyla oğula geçmekte, üretim araçları köylünün mülkiyetinde olmakta ve bazı köylüler çeşitli taktiklerle ve kanunun sağladığı açıklardan yararlanarak toprağın daha fazla tasarruf hakkına kavuşmaktadırlar. Yine özellikle 16. yüzyılda köylerden şehirlere olan göçlerin yoğunlaşmasıyla şehirlerde de bir şehir zanaatı gelişmiş ve giderek daha fazla serbestleşmeye başlamıştır. Son olarak servet birikimi de artmıştır.
Prekapitalist Yapı Sonuç olarak yazar, şunu savunur: Türk toplumu durgun bir toplumsal yapıya sahip değildir. “Türkiye de Batı toplumları gibi, daha yüksek bir uygarlığa, sınai kapitalizme doğru yol almaktaydı. Eğer birtakım engeller –ki kanımızca dış engellerdir- çıkmasaydı Türkiye sınai kapitalizm yolunda öncülüğü alsaydı, bugün dahi aydınlarımızın kompleksler yaratan “Batılılaşma özlemi diye bir şey mevcut olmayacak, belki de tam aksine, geride kalan Batılılar, Doğululaşma kompleksine tutulacaklardı.”
Doğan Avcıoğlu
Patrimonyal Bürokrasi Patrimonyal Bürokrasi, Türk toplum yapısını açıklamaya çalışan bir başka yaklaşımdır. Weber’in Doğu ve Batı toplum yapılarını karşılaştırırken Doğu toplumlarına atfen kullandığı bu kavramın Türkiye’deki en önemli temsilcisi, büyük oranda Weber sosyolojisini takip eden Şerif Mardin’dir. Mardin’e göre Türkiye’de ve genel olarak Doğu’daki toplum yapısının en belirgin özelliği, baba ve oğul ilişkisini anımsatacak bir ilişkinin siyasal iktidar ve geniş toplum kesimleri arasında da var olmasıdır. Saray’daki ‘Sultan baba’, yönettiği tebaasına sevgi, şefkat ve merhamet gösterecek; tebaa ise bu sevgi, şefkat ve merhamete nail olacak tarzda Sultan babalarına olan saygılarını, üretimleriyle, eylemleriyle ve yöneticilerin emirlerini sorgulamayarak göstereceklerdir. Saray, toplum içinden ve dışından devşirdiği ‘kul’ statüsündeki bürokrasi ile yönetsel işlerini yürütmektedir. Bürokrasiyi temsil eden memurlar, özel bir yetiştirilme sürecinden geçerek halktan kopmakta, halkla bağlarını kesmektedir.
Şerif Mardin
Patrimonyal Bürokrasi Böylece merkezdeki padişahın halkla sevgi, saygı ve itaate dayalı ilişkinin temsilcisi konumundadır bürokrasi. Bu yönetimlerde meşruiyeti hükümdar padişah temsil eder. Padişah, otoritesini, gelecekleri kendisine bağlı “patrimonyal bürokrat” sınıf aracılığıyla sağlar. Bu sınıfın Osmanlı İmparatorluğu’nda askeri güçlerden ve sivil memurlardan olmak üzere iki kolu vardır. Bunlara devlet emrinde oldukları söylenebilecek din adamları da eklenebilir. Bu toplumsal yapıda siyasal iktidar açısından tehlike, ülkenin çevre bölgelerinde ve merkezden uzak kesimlerde eşrafın, hanedanı rahatsız edecek potansiyele ulaşmasıdır.
Patrimonyal Bürokrasi Bu tezi savunanlara göre Osmanlı’da sivil toplum (onların deyimiyle ikincil yapılar, ara yapılar) yoktur. Bu nedenle devlet ile toplum, devlet ile birey doğrudan karşı karşıya gelmektedir. Arada esnetici mekanizmaların olmadığı bu durum günümüze kadar gelmiştir. Halil İnalcık, şunları yazar: “Osmanlı toplumu iki ana sınıfa ayrılıyordu. Askeri denen ilki, saltanat beratı ile padişahın dinsel yetki ya da yürütme yetkisi tanıdığı kimseleri, yani saray memurları, mülki memurlar ve ulemayı içine alıyordu. İkincisi reaya olup, vergi veren, fakat hükümete katılmayan bütün müslüman ve müslüman olmayan uyrukları içine alıyordu.
Patrimonyal Bürokrasi Uyruklarını askerilerden uzak tutmak devletin temel bir kuralıydı. Yalnızca sınırlarda fiilen savaşçılık yapan ve medresede düzenli bir eğitimden geçerek ulema zümresine girenler padişahın beratını alıp askeri sınıfın üyeleri olabilirlerdi.” Patrimonyal hizmetin başındaki seçkinler, meşru iktidar yapısı sınırları dışında görünen herhangi bir iktidar kaynağını dikkatle denetim altına almaya özen göstermişlerdir.
Patrimonyal Bürokrasi Mardin, şöyle der: “Padişahın, şehirlerde uyruklarının babası olmak için duyduğu zorunluluk, lonca zanaatları karşısında ticareti elverişsiz bir duruma sokuyordu. Batıda feodal beyler ve krallar çoğunlukla esnaftan çok tüccarları destekledikleri halde, Osmanlı Devletinde durum tersine idi. Devlet, loncaları, tüccarların tekelci davranışlarına karşı koruduğu gibi, daha da önemlisi, şehirlere tüzel kişilik ve bağımsız hükümet tanımayarak tüccar kapitalist oligarşilerin kurulmasını önledi.”
Patrimonyal Bürokrasi Bu görüşün yandaşları, Osmanlı-Türk toplum yapısında devletten bağımsız özerk kuruluşların ve hatta kendi kendini yöneten şehirlerin olmadığını savunurlar. Özerk bir yetki yönünde kıpırdanma yaşanan şehirlerdeki nüfus, padişah buyruklarıyla gerçekleştirilen nüfus hareketlilikleriyle önleniyordu. İkincil yapıların Osmanlı karşılığına en yakın kurumlar olarak esnaf loncaları, köy kurulları ve göçebelerin aşiret teşkilatları sayılmıştır. Bunlar mahalli yöneticilerin gözetimi altında kalmışlardır ve bir derece özerklik sahibi olmuşlardır. Ancak, Devletin ilk zamanlarında önemli özerkliğe sahip bu tip kurumlar, zamanla kontrol altına alınmaya başlandı. İmparatorlukta egemen olan katı statü düzeni, siyasal bakımdan hükmedenlerle hükmedilenler arasındaki farkın kesin olarak görüldüğü kültür yapısına zemin hazırlamıştır. Saray kültürü ve taşra kültürü (Şerif Mardin) iki temel kültürdür.
Patrimonyal Bürokrasi Mardin’e göre Osmanlı Devleti, toplumsal yapısı içinde iki hayat tarzı barındırmaktaydı: Yüksek kültürle ilişkili olarak, ömür boyu meşguliyetler halinde savaş ve yönetimi, vergiden muafiyeti, Farsça ve Arapça kelimelerle adamakallı yüklü bir dili ve ortodoks İslamlığı görmekteyiz. Diğer yanda ise, köylü yığınları halk Türkçesi konuşur, alışveriş ve tarım yapar, gırtlağına kadar vergilendirilir, yalnız ilkel teknolojiden yararlanırlardı ve heterodoks akımlarla doluydular. Bir Osmanlının aşağı ya da yüksek kültürden oluşu en önce doğuma bağlıdır. Ancak başka toplumlara göre Osmanlı bürokrasisinin talihli ya da liyakatlı bir faniyi seçip seçkinler arasına sokmak konusunda bir hayli yetkisi olduğu anlaşılmaktadır. İşlem basittir: İnsanı vergiden muaf kılanlar arasına koyan bir bir berat vermek. Bu beratların verilip alınması Osmanlı hükümet işlerinin çoğunu oluşturmaktaydı. Batı Avrupa’da ise merkezi devlet ortaya çıktıktan sonra devlet, toplumsal yapıyla oynamaya başlamıştır.
Patrimonyal Bürokrasi Küçük ve büyük kültürler arasında aracılık rolü oynayanlar etkisizdir. Örneğin şehirde kökleri bulunan mahalli eşraf, kültürün köylü kaynaklarını küçümsemektedir. Çünkü eşrafın bir ayağı da seçkinler sınıfındadır. Mardin’e göre aracılık görevini üstlenebilecek tek sınıf zengin tüccarlardı ancak onlar da köylü aracılık konusunda ilgisizdiler. Ayrıca tüccarların seçkinler kültürünün çekiciliğine meydan okuyacak güçleri yoktu, zira Batılı şehirlilerinkine benzer siyasal ayrıcalıkları yoktu. Kaba Türkçe konuşmak, avam sırasına sokulmak demekti. Bu durumda herkes, yüksek kültür edinmeye çalışıyordu.
Patrimonyal Bürokrasi Halk kültürünün bir çok ürünleri saray kültürünün biçimlerini taklit etmeye çalışmıştır. Ancak bu aracılık sonucu değildir. Bu çeşit gayretler, köylü ve esnafın Saray dünyasına yetişebilmek için tek yanlı özleminin bir sonucudur. Sonradan, İmparatorluğun ekonomik gerilemesiyle, tüccarların çoğu aşağı sınıfların bir parçası olarak esnafa katıldılar. Böylece mahalli kültürü geliştirebilecek grupların önüne devlet geçtiği için, “aşağı” kültür durgun bir halde kalmıştır. Ne eşraf, ne de esnaf, “aşağı” kültürü dönüştürebilecek yeni edebi biçimler ortaya çıkaramadı. Oysa Batı’da, romanın yeni bir sanat biçimi olarak gelişmesi, aşağı kültürdeki kaynaklardan bu yolda yararlanılıp dönüşüme uğratılması sonucuydu. Müzikte, köylü temalarını işleyen Osmanlı Beethoven’lerine rastlanmaz. Şehrin kültür aracılığı yapma imkanı güdük kaldı ve tasavvufa yönelindi.
Patrimonyal Bürokrasi Osmanlı modernleşme hareketinin başlangıcı olan Tanzimat, iki kültür arasındaki uzaklığı azaltmayı başaramamıştır. Mardin’e göre tersine taşra daha da durgunlaşmıştır. Yönetenler ile yönetilenler arasındaki bölünme kültürel alanda daha da büyüdü: bir yanda gösterişçi Batı kültürü, öbür yanda taşralılar vardır. Aradaki ayrılık, Fransız kültürü ile İslam kültürü arasındaki ayrılıktır. Batıdan gelen yeni kurum ve düşünceler toplum katmanları arasında yaygınlaşmaya başladığında, eski Osmanlı kültürü aşındığında ise seçkinler ile seçkin olmayanlar arasındaki ayrım giderek azalmaya başladı.
Patrimonyal Bürokrasi Kültür ayrılığını gidermede gazeteciler, halkın yanında olma anlamında önemli işlevler gördüler. Yeni Osmanlılar, gazetecilik faaliyetlerinde sade bir dille halk ile seçkinler arasındaki bağlantının kurulmasına yardımcı olan hareketin başlangıcını oluşturmuşlardır. 1870’lerde Osmanlı gazeteciliği seçkinciliğe karşı başka düşünceler doğurmuştur: Sokakta adamın meşrulaştırılması. Fakir bir zanaatkar ailesinden gelen gazeteci Ahmet Mithat Efendi, “çalışkan fakirler” kavramını meşrulaştırdı.
Patrimonyal Bürokrasi Kültür ayrılığının giderilmesini hızlandıran diğer üç unsur da şunlardı: Kültürce geri kalmışların unutulmuş dünyası içine itilmiş olan eyaletlerde mahalli yönetim kuruluşlarının kurulması. Meclis-i Mebusan’da taşralıların seslerini dile getirmeleri unutulmuş taşranın sesini merkeze taşıdı. Kültür ayrılığını gidermeye yarayan bir diğer unsur, 19. yüzyılın ortalarına doğru bürokrasi içinde beliren çatlak oldu. Yeni memurlar, yükselmenin birkaç ailenin elinde olduğunu gördüklerinde sisteme karşı başkaldırmaya başladılar. Saraya karşı Genç Türklerin komplo kurmasını dahi bununla açıklamak mümkündür. Son unsur, geleneksel eğitim sisteminin yıkılması, seçkinlerle geniş kesimler arasındaki ayrılığı gidermeye yardımcı oldu.