(sesli)
Gelecek Film ŞİFRELER
Pek Yakında DÜŞ HEKİMİ’NİN İ-ZAFİYET TEORİSİ
Pek Yakında BÜYÜK SİNEMA (Bir Ankara Belgeseli)
SİNEMADA (Hoş Geldin Masumiyet – 2)
Sinemanın önünde, babam ve ablamla bilet sırasında bekliyoruz.
Yanımızda sıraya doğru bağıranlar: - Şebeke var, tam var… Bilet karaborsası; üniversite öğrencisi olanlar, kimlik kartı olarak “şebeke”sini gösterip bileti daha ucuza alabiliyorlar. Benim de bir şebekem olabilecek mi; böyle bir akşam, sinemaya tek başına da gidebilecek miyim? Yakın zamana kadar perdeyi görebilmek için oturulan kısmı kaldırıp kenarına oturduğum tahta koltuğa artık herkes gibi ben de oturabiliyorum. Azıcık boynumu uzata uzata da olsa, ben de artık bir sinema koltuğunun ön kenarına oturmadan film izleyebiliyorum. Dannnnn…. Gong vuruyor, salon loşlaşıyor, en arkadaki localarda aileler, sevgililer pozisyonlarını alıyor ve pırıl pırıl perde büyük bir gösteri başlarmış gibi dalga dalga yukarıya kalkıyor. Seyircilerin üzerinde bir ışık huzmesi, arkada bir makine sesi, arada koltuk gösteren fenerciler, “Pek Yakında”, “Gelecek Hafta” derken, film başlıyor. Her şeyi abartılı bir film oynuyor. Arada film kopuyor, makinisti uyarmak için önce tek bir ıslık, ardından “makiniiiiiiiist” sesleriyle kıyamet kopuyor. Derken film yeniden başlıyor. Ama zaten saçma sapan bir film izleyenlerin sinirleri o sıcakta iyice gevşemiş bulunuyor. Öne doğru eğimli sinema salonunda en arkadan devrilmiş bir cam su şişesi sessizliği yara yara mazotla silinmiş ahşap zeminde öne doğru yuvarlanıyor. Derken sinema, arkadan öne yuvarlanan bir sürü su şişesinin sesiyle doluyor.
Sanki bütün seyirciler yıllardan beri birbirlerini tanırmış gibi oyun oynuyor. “Beş Dakika Ara” yazısıyla dışarısı hamam suyu gibi Fruko Gazozu, sigara içenlerle doluyor. Salonun koridorlarında ise, renkli yaldıza sarılmış, sıcaktan vıcık vıcık akan “Frigo Buz” satılıyor. Derken yine: Dannnnn…. Ve filmin ikinci yarısı başlıyor. Film daha da abartılı bir hale geliyor. Saçmalıklar artarak devam ederken, seyirciler perdedeki akla hayale gelmedik sahneleri izlerken artık dayanamayıp alkışlamaya, ıslıklamaya başlıyor. Filmin kahramanı gözlerini kısıp, esaslı bir laf ettiğinde, bütün sinema alkıştan yıkılıyor. Ya da bir kovalama sahnesinde salon ıslıktan, kahkahadan geçilmiyor. Her sahne, uçurumdan düşüş bile bütün salondakilerin alkışlarıyla izleniyor. Ve artık sinema koltuğuna oturabilen bir çocuk da, hep birlikte gülüp, alkışlamanın, bu toplu şamatanın, bu masumiyet döneminin, bu rengarenk siyah beyaz filmin, hiç bitmeyeceğini zannediyor… ** ** **
5 dakika ara
filmin 2. yarısı
Nice “Pek Yakında”lar, nice “İki Film Bir Arada”lar geçiyor. Aynı gözler, internet ortamında incecik bir ekrana bakıp, o akşam gideceği gerçek üç boyut teknolojisinin kullanıldığı “Dünyanın Merkezine Yolculuk” filmi için önce “Seans Seç ve Bilet Al”a tıklıyor, ardından da ekrandan oturacağı koltuğu seçiyor. Elbette ekranda “şebeke var – tam var” diye bir korsan pencere açılıvermiyor. Kredi kartının önündeki, arkasındaki, sağındaki, solundaki bütün numaralar girildi mi, bir ay sonra ödeyeceğin bir borçla daha, o çentik konmuş koltuk senin oluyor. Vermeye alıştıran bir alışveriş merkezinin üst katında, küçücük sinema salonlarından birinin önünde, kartını okutup biletini bastırıyorsun. Ve içeri girip, yan koluna mısırını, enerji içeceğini, utanmasan dizüstü bilgisayarını bile koyabileceğin koltuğunda filmin başlamasını bekliyor, önünden geçip gidenleri, gün görüp güneş görmemiş soluk benizlileri izliyorsun. Kafalarında binlerce şifre, ceplerinde binlerce mp3, küçücük ekranlarında binlerce kısaltılmış sevgi sözcüğü, kalabalıklar içindeki yalnızların, dokunsan değil, dövsen ağlamayacakların, tek boyutlu bir merkezden - tek kişilik yatak satışlarının patladığı bir dünyaya yolculuklarını gözlüyorsun. Gözünde üç boyutlu film gözlükleri - cebinde ise at gözlükleri, perdedeki mega prodüksiyonu izliyorsun. Abartı tırmanıyor, tırmanıyor, tırmanıyor ve artık zirve yaptığında ayağa fırlıyor, sanki herkes seninle aynı duygulardaymış, sanki diğer seyirciler bir zamanlar başlamış bir siyah beyaz filmin ikinci yarısına gelmiş, sanki toplu şamata için herkes bir kıvılcım beklermiş sanarak alkışlamaya başlıyorsun.
Tek kişilik alkışın, filmde dünyanın merkezine düşüp bir şey olmayanların, yanardağdan patlayıp, bir tarlaya konanların çığlıklarına karışırken, boşuna ikinci bir alkış daha bekliyorsun. Tık yok; o sırada insanları öldüren ama binalara zara vermeyen nötron bombası patlamış ve sen farkında değilken herkes ölmüş sanıyorsun. Densizliğinden utanıyorsun; filmde insan yiyen bitki kızın boynuna dolaşırken, başını bir kaplumbağa gibi kabuğuna çekip koltuğuna gömülüyorsun. Bir şamata başlayacak, alkışa, ıslığa herkes eşlik edecek sanabildiğin için, kendini su katılmamış ya da su şişesi ön koltuklara doğru yuvarlanmış bir aptal gibi hissediyorsun. Film daha bitmeden, ışıklar yanıp herkes seni görmeden eve gitmek, kapıyı içerden yedi kere kilitleyip, yedi bin yıl dışarı çıkmamak istiyorsun. Ama boşuna endişeleniyorsun; çünkü film bittiğinde koşa koşa kişisel bilgisayarlarının başına geçip, yedi haneli şifreler gireceklerin, aslında toplu yapılan her şeyin olduğu gibi, toplu bir şamatanın da umurlarında olmadığını, senin de filmin afişinde yazdığı gibi: “aynı gezegen - bambaşka bir dünya”da yaşadığını bilmiyorsun. Topluca hüzünlenmekten, topluca gırgır yapmaktan, topluca şarkı söylemekten, topluca yürümekten hoşlanan, “bir”likten çok, “birlik”e inanan bir torpilli kuşağın bireyi olarak, dudaklarında John Lennon’un:
“Bana düşçü diyebilirsiniz, ama tek başına değilim…” sözleri, büyük düşlerinle, küçük sinemadan çıkıyorsun…
Hoş Geldin Masumiyet - 1: düş hekimi yalçın ergir müzik: la vida es bella SON “Bana düşçü diyebilirsiniz, ama tek başına değilim…” sözleri, büyük düşlerinle, küçük sinemadan çıkıyorsun…