DENEME
DENEME Yazarın herhangi bir konudaki görüşlerini, kesin kurallara varmadan, kanıtlamaya kalkmadan, okuyucuyu inanmaya zorlamadan kendisiyle konuşuyormuş gibi bir hava içinde anlattığı yazı türüdür.
DENEMENİN ÖZELLİKLERİ * Yazar, kendisiyle konuşuyormuş gibi bir hava sezdirir. * Samimi bir dil kullanılır. * Yazar anlattıklarını kanıtlamak zorunda değildir. Bilimselden çok kişisel görüşünü açıklar, okuyucusunu kendisi gibi düşündürme kaygısı yoktur. * Yazarın kesin bir sonuca varma zorunluluğu yoktur. * Yazar anlatımda ve konu seçiminde özgürdür. * Makale gibi düşünsel plânla yazılır. Fakat makaleden kısa yazılardır. * Denemelerde, edebiyat, sanat, insanlar, gelenekler, hatta gülünç olaylar gibi değişik konular ele alınabilir
DENEME YAZARKEN NELERE DİKKAT EDİLMELİDİR? İyi bir deneme yazmanın yollarından biri, belli bir konudaki düşünceleri önce bir kâğıda gelişigüzel not etmektir. Bundan sonra not edilen düşünceleri, anlaşılmalarını kolaylaştıracak bir düzene sokmak gerekir. Bir deneme için her zaman, okurun ilgisini çekecek ve denemeyi sonuna kadar okunmasını sağlayacak bir giriş cümlesi çok önemlidir. Deneme, aynı ölçüde dikkat çekici bir biçimde de bitirilmelidir. Denemeyi okurken yazarla birlikte düşünsel yolculuğa çıkan okurun sonunda düş kırıklığına uğramaması, deneme yazarı açısından dikkat edilmesi gereken bir noktadır. Öte yandan, düşüncelerin paragraflara göre düzenlemesi gerekir. Öne sürülen her yeni düşünce için ayrı bir paragraf kullanılmalı ve her paragrafta bir ana düşünce işlenmelidir. Birçok deneme üç ya da daha fazla paragraftan oluşur. Denemenin paragraflara bölünmesi, söylenmek istenilenin kolay ve açık bir biçimde ortaya koyulmasını sağlar.
DENEME TÜRÜNÜN TARİHÇESİ Bu tür ilk yazıları 16. yüzyılda Fransız yazar Michel de Montaigne yazdı ve Essais (Denemeler) adıyla yayımladı. Bugün birçok ülkede ilgiyle okunan edebiyat türünün de adını koymuş oldu. Deneme Fransız yazar Montaigne ile başlamış olmasına karşın, daha sonraki yıllarda İngiliz yazarlar tarafından geliştirilmiştir. Ünlü İngiliz denemecileri arasında Sir Francis Bacon, Joseph Addison ile İrlandalı Richard Steele sayılabilir. ABD'li en ünlü deneme yazarları Ralph Waldo Emerson ile Henry David Thoreau’dur. Edgar Allan Poe şiir üstüne, James Thurber de mizah türünde yazdığı denemelerle okurlarını etkilemişlerdir. Montaigne’den sonraki ünlü Fransız deneme yazarları arasında Theophile Gautier, Anatole France ve Hippolyte Taine sayılabilir.
TÜRK EDEBİYATINDA DENEME TÜRÜ Batı edebiyatlarının etkisiyle Tanzimat'tan sonra girmiş ve Cumhuriyet'ten sonra gelişmiştir. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Ahmed Haşim ve Fatih Rıfkı Atay aynı zamanda başarılı deneme yazarlarıydı. Deneme türünün en güzel örneklerini ise Nurullah Ataç verdi. Bu türde örnekler veren öbür önemli yazarlarımız arasında ise Ahmet Hamdi Tanpınar, Sabahattin Eyüboğlu, Suut Kemal Yetkin, Vedat Günyol, Melih Cevdet Anday, Onat Kutlar, Mehmet Fuat, Salah Birsel, Nermi Uygur, Fethi Naci, Cemal Süreyya, Füsun Altıok ve Selim İleri sayılabilir.
* Ahmet Haşim’in Bize Göre (1928), Gurabahane-i Laklakan (1928); TÜRK EDEBİYATINDA İLK DENEME KİTAPLARI * Ahmet Haşim’in Bize Göre (1928), Gurabahane-i Laklakan (1928); Ahmet Rasim’in pek çok yazısı; Mahmut Sadık’ın Takvimden Yapraklar (1912); Refik Halit Karay’ın Bir Avuç Saçma (1939), Bir İçim Su (1931), İlk Adım (1941), Üç Nesil Üç Hayat (1943), Makyajlı Kadın (1943), Tanrıya Şikâyet (1944); Falih Rıfkı Atay’ın Eski Saat (1933), Niçin Kurtulmak (1953), Çile (1955), İnanç (1965), Pazar Konuşmaları (1966), Kurtuluş (1966), Bayrak (1970) gibi kitaplarını saymak mümkündür.
DOĞRU İLE YALAN Her doğruyu söylemeye gelmezmiş, birtakım doğruları yaymamak, çokluktan, kamudan gizlemek gerekmiş... Peki ama, bir doğruyu söylemek, gizlemek, yayılmasını önlemeğe çalışmak o doğrunun yerinde duran yalanı sürdürmek demektir. Yalanın yalan olduğunu bilerek sürmesine bırakmaya hakkınız var mıdır?... Bu yalanlar kutsalmış, onlara dokunmaya gelmezmiş... Bir şeyin yalan olduğunu anladık mı kutsallığına inanmıyoruz demektir; bunun için "kutsal yalan" sözü bir şeyin hem köşeli hem de yuvarlak, hem katı hem de biçimsiz olduğunu söylemek gibi bir saçmadır. Ama duygularını birer düşünce saymaktan çekinmeyenler böyle saçmalarla kolayca bağdaşabiliyor. Birtakım doğruların gizlenmesi gerektiğini ileri sürmek eski kibarlık, asillik (aristocratie) -aristokrat- düşüncenin bir kalıntısıdır. Bir yanda büyükler, kibarlar, damarlarında mavi kan akanlar var, onlar doğruları bilirler, onların bilmesinden bir kötülük gelmez; ama küçüklere, kibar olmayanlara, kölelere sakın açmayın!... Öyledir kişioğlu: kendisi için ille birtakım ayrıcalıklar ister. Eski acunun kibarlığı, aristokratlığı yıkıldı ama onun yerine aydınlar türedi...
Bir kişi olarak ilk ödevimiz, yalan olduğunu anladığımız düşüncelerden benzerlerimizi yani bütün kişileri kurtarmaya çalışmaktır. "Ben bunun yalan olduğunu biliyorum, ben buna inanmıyorum, ama kamunun bu bağlar altında kalması, onun anlamaması daha iyi olur." diyen kimse, öğrendiği anladığı doğrulara layık olmayan kimsedir. İnandığı bir şey yoktur onun: Bir şeyin ne doğru olduğunu düşünür, ne de yalan olduğunu. Ancak kendisini düşünür, büyük görmek için bir yol arar. Her doğru söylenebilir, her doğru söylenmelidir, yoksa çevremizi aldatıyoruz, çevremize yalan yayıyoruz demektir. Nurullah Ataç
DİLİMİZ ÜZERİNE Dilimiz, konuşma dilimizden çok yazı dilimiz, yıllardan beri, yüzyılı aşkın bir zamandan beri durmadan değişiyor. Değişmesini bir dileyen oldu bir buyuran oldu diye değil, değişmesi gerektiği için, değiştirmek zorunda olduğumuzdan, içimizden duyduğumuz için değişiyor. Elimizdeki dille, dünden kalan dille, istediğimizi söyleyemediğimiz, istediğimiz gibi söyleyemediğimiz için değişiyor. Bu değişme, bir bakıyorsunuz hızlanıyor, çok kimseleri şaşırtacak, başlarını döndürecek kadar hızlanıyor; bir bakıyorsunuz ağırlaşıyor, artık duracak sanıyorsunuz. Ama durmuyor. Durdurmak kimsenin elinde değil; durdurabilsek, çoktan durduracaktık. Yazarlarımızın çoğu ta başlangıçtan beri, bu değişmeye sinirleniyor, bu değişmeyi istemiyor. Kimi öfkelenip bağırıyor. Sonra öfkeleneni de, eğlenip alay edeni de değişmeye uyuyor, dilini değiştiriyor, bir gün önce istemediği yeni dille yazıyor. Türkçe'de, yazı dilimizden Arap dilinin, Fars dilinin kurallarına göre kurulmuş isim, sıfat takımlarının, nasıl kaldırıldığını bir düşünün. Yazarlarımız, en ünlü yazarlarımız, karşı koymak için neler yapmadılar! "Terkipler kalkarsa Türkçe yazı yazılamaz... Dilimiz çirkinleşir..." dediler: Genç Kalemciler'e ters baktılar, saldırdılar. Genç Kalemciler'e yenildi, bozuldu, ezildi sandık. Bir de baktık ki onların dediği oluvermiş, terkipler ortadan kalkıvermiş. Dilimize bir güzellik verdikleri söylenen o terkipler bize bir çirkin görünüverdi!
O kelimeleri atacak olursak birbirimizle anlaşamayacakmışız; yeni kelimeler uydurma imiş, kimse bilmiyormuş. Doğrusu, biz eski kelimeleri bilmiyoruz da asıl yeni kelimeleri biliyor, asıl onları anlıyoruz. Bunu görmek istemiyorlar. Yazarlarımızın çoğunun yeni dile karşı koymaya kalkmalarının dil için de, o yazarlar için de büyük bir kötülüğü oluyor. Dil için de kötülüğü oluyor, çünkü yeni dil, yazarların, yani kendisini asıl kullanacak kimselerin payı olmadan kuruluyor; bu yüzden birtakım zevksizliklerin önüne geçilemiyor. Yazarlarımız için kötü oluyor, çünkü yarın onlar küçük düşecekler. Bu dili ister istemez kullanacaklar, daha doğrusu isteyerek, öteden beri istediklerini sanarak kullanacaklar. Bunun böyle olacağına hiç şüphemiz yok. Çünkü bu iş şunun bunun istemesiyle, buyurmasıyla olmuyor; bu iş yüz yıldan beri bütün ulusun buyurmasıyla oluyor. Türk topluluğu yeni bir dil arıyor, istediğini istediği gibi söyleyecek, kafa dili olabilecek bir dil arıyor. Yazarların buna karşı koymaları değil, bunu anlayıp o dilin kurulmasına çalışmaları gerekir. Nurullah Ataç
SEVGİ ÜZERİNE SÖZLER Sevgi yalnız insana vergi olmasa da insanın gene en ulu duygusudur. Anamızı, babamızı, kardeşlerimizi, çoluğumuzu çocuğumuzu görünce içimizin titremesi, onları anarken yüreğimizin ya kaygılı bir sevinç, ya sıcak bir üzüntü ile çarpması dünyamızı genişletiverir. Bir kendimiz için yaşamaktan, öz tasalarımızın çemberinden kurtuluruz. Bir de gönülden kimseye bağlı olmayan, kimseyi aramayan, özlemeyen bir kişi düşünün; akıllı olsun, doğru olsun, acımak nedir, isterseniz onu da bilsin, siz gene bir ürpermez misiniz? Bütün üstünlükleri o yalnızlığı ile sanki yok oluvermez mi?... Doğum ile ölüm arasındaki yolu acılarla da, zevklerle de zenginleştiren hep o sevgi, kendimizden başka kimselerle ilişiğimiz olduğu duygusudur. Yoksa var olduğumuzu bile anlamaz, düşsüz bir uykudan uyanmaksızın geçer giderdik.
Sevgi özcülükten başka bir şeydir mi demek istiyorum Sevgi özcülükten başka bir şeydir mi demek istiyorum? İnsanoğlunda ne vardır ki kökü özcülükte olmasın? Anamızla babamızı, kardeşlerimizle çocuklarımızı düşünürken, severken de kendimizi düşünmüş, kendimizi sevmiş olmuyor muyuz? Hepimiz iki büyük korkunun, ölüm korkusu ile yalnızlık korkusunun zincirlerine vurulmuş değil miyiz? Onları bir başımıza taşımadığımız için, onları unutabilmek için türlü işleri, türlü duyguları yaratmışız. Sevgi de kendimizi avutmak içindir. Seveceğiz, sevmeye inanacağız ki sevilelim; yani bizi düşünen, ölmemizi istemeyen, bizim ölmemizden belki bizim kadar korkan kimseler bulunsun. Böylece korkularımızı birleştirirsek, önüne geçilmez diye titrediğimiz sona belki karşı koyar, onu hiç olmazsa geciktiririz. Hiçbiri elimizden gelmese de bari bizi ananlar, gerçek yaşamamız bittikten sonra da bizi düşüncelerinde yaşatacak, varlığımızı kendi varlıklarında sürdürecek kimseler olur ya!... (...) Yalnızlık korkusu ile ölüm korkusundan büsbütün kurtulmuş, toplum içgüdüsünü yenmiş bir kişi bulunur da o başkalarını severse ancak onun sevgisi gerçek bir sevgi, yalın bir sevgi olabilir. Bizimki bir yalandır, kendimizin de irkildiğimiz asıl yüzümüzü kendimizden de saklayan bir perdedir. Nurullah Ataç
MUSTAFA KARLI TÜRK EDEBİYATI DİL VE ANLATIM ÖĞRETMENİ ANADOLU TİCARET VE TİCARET MESLEK LİSESİ TURGUTLU www.edebiyatogretmeni.net