KAN FİZYOLOJİSİ
Ekstrasellüler sıvının (hücre dışı sıvısı) bir parçası olan kan, plazma adı verilen sıvı ortam içinde kan hücrelerinin (eritrosit, lökosit, trombosit) süspansiyon halinde dağıldığı, damar sisteminin içini dolduran ve kalbin pompa gücü sayesinde bu sistem içinde tüm vücudu dolaşan bir dokudur.
Kanın şekilli elemanları Kanın Bileşimi Plazma (%55) Buffy coat (Lökosit ve trombositler) Eritrositler Kanın şekilli elemanları (%45)
Tüpün altında biriken şekilli elemanlar iki farklı tabaka oluşturur Tüpün altında biriken şekilli elemanlar iki farklı tabaka oluşturur.Tüpün en dip kısmında yerleşen hücreler tüpteki kanın yaklaşık olarak %42-47’sini oluştururlar. Bu tabakada eritrositler bulunduğu için kırmızı renklidir. Bu tabakanın üstünde oluşan ikinci tabakada çok ince olup, tüpteki kanın ancak %1’ini oluşturur. Bu ikinci tabakada lökositler bulunduğundan beyaz veya gri renkte görülürler ve buffy coat olarak isimlendirilirler. Beyaz kan hücrelerinin üstünde de çıplak gözle görülmeyecek üçüncü bir tabaka yer alır. Bu tabakada da trombositler bulunur.
KAN OLUŞUMU Kan hücrelerinin meydana gelişine hemopoiez, bu olayın gerçekleştiği bölgelere de hemopoietik organlar denir. Memelilerde kan hücreleri doğum öncesi ve sonrası farklı dokularda oluşur. Doğum öncesi kan yapımına fötal (prenatal) hemopoiez, doğum sonrasında ise postnatal hemopoiez denir. Doğum öncesi kan yapımında sırayla Mezenşim, Karaciğer, Dalak ve Kemik iliği işlev görür. Doğum sonrası kan yapımı sadece kemik iliğinde gerçekleşir. Lenf hücrelerinin üretimi ise lenfatik dokularda (dalak, lenf düğümü ve timus) olur.
KANIN ŞEKİLLİ ELEMANLARI (KAN HÜCRELERİ) Dolaşan kanda alyuvar (eritrosit), akyuvar (lökosit) ve trombositler bulunur. Alyuvarların oluşumuna eritropoiez denir. Fötal dönemde oluşan alyuvarlar çekirdeklidir. Akyuvarlar ya da lökositler sitoplazmalarında granül taşıyıp taşımama özelliklerine göre 1. Granüllü lökositler (Granülositler) ve 2. Granülsüz lökositler (Agranülositler) olmak üzere iki kısma ayrılır.
Granüllü hücreler vücut savunmasında ve korunmasında işlev görürler Granüllü hücreler vücut savunmasında ve korunmasında işlev görürler. Bunlar; Nötrofil lökositler, Eozinofil lökositler, Bazofil lökositlerdir Granülositlerin oluşumuna granülopoiez denir. Sitoplazmalarında granül taşımayan hücreler de vücut savunmasında ve korunmasında işlev görürler. Bunlar; Lenfositler, Monositlerdir Monositlerin oluşumuna monopoiez, lenfositlerin oluşumuna ise lenfopoiez adı verilir. Trombositler kanın pıhtılaşmasında önemli rol oynar. Bunların oluşumuna ise trombopoiez denir.
Memeli Kanı Kurbağa Kanı Eritrositler Lökositler Trombosit Eritrosit Memeli Kanı Kurbağa Kanı Eritrositler yuvarlaktır, çekirdeksizdir kanda en bol bulunan hücredir Demir taşıyan ve kana kırmızı rengi veren hemoglobin eritrositlerde bulunur Lökositler bağışıklıkta görevlidir Trombositler çekirdeksiz, sitoplazma parçalarıdır Eritrositler oval şekillidir, kanda en bol bulunan hücredir ve oval çekirdeklidir Çekirdekli eritrosit diğer Amphibia, balık, sürüngen ve kuşlarda da görülür Bu eritrositler memelidekinden büyüktür Trombositler çekirdekli ve ince bir bant halinde çekirdek etrafında sitoplazmalı
Kanın Şekilli Elemanları Eritrosit Lenfosit Fibrin telleri Kan pulcukları Kanın Şekilli Elemanları
Solunum gazları Besin maddeleri Hormonlar Nörotransmitterler Enzimler Vitaminler Metabolik artıklar Homeostazi İmmunite Vücut sıcaklığı Osmotik denge Asit-baz dengesi
Solunum Gazlarının Taşınması Oksijen taşınması %97’si hemoglobin %3 Plazmada çözünmüş olarak Karbondioksit taşınması %70’i HCO3 %23 karboamino bileşikler şeklinde %7 serbest eriyik halinde taşınmaktadır.
Düzenleyici görevini iç ortamın pH ve sıcaklığını değişmez tutulmasına katkıda bulunarak ve taşıdığı hormonlarla organlar arasındaki karşılıklı işbirliğini sağlayacak mesajları ileterek gerçekleştirmektedir. Kanın bileşimi ve fiziksel özellikleri vücut hücrelerini dolaşması sırasında bazı organlar tarafından sürekli kaydedilmektedir. Kanın bileşimi ve fiziksel özellikleri iç ortamı ve iç ortamdaki değişiklikleri yansıtır. Böylece, kandan, iç ortamın yapısında herhangi bir değişikliği bildiren şekilde mesaj alınması sinir ve endokrin sistemin devreye girmesine ve durumu düzeltecek organlara gerekli emirlerin gönderilmesine neden olmaktadır.
Vizkozite : Akışa karşı gösterilen dirençtir. Kanın Viskozitesi Vizkozite : Akışa karşı gösterilen dirençtir. Suyun viskozitesi 1 olarak algılanırsa, sağlıklı erişkinlerin kanın viskozitesi 3.5-4.5, plazmanın viskozitesi 1.8-2.2 dir. Kan vizkozitesini; plazmanın su oranı, protein miktarı ve eritrosit sayısı etkiler. Eritrosit sayısı fazlalaştığı, protein miktarı arttığı ve plazmada su oranı azaldığı zaman kanın vizkozitesi artar. Aksi koşullarda azalır.
Hücresel elemanların % si hematokrit değerini gösterir. Hematokrit: Kanın hücresel bölümünün, kan hacmine olan oranına, kanın hematokrit değeri denilmektedir. Antikoagulan (kanın pıhtılaşmasına engel olan madde) ilavesi ile pıhtılaşması engellenmiş kan özel bir tüpe alınıp 10 dk santrifüj edildiği zaman, tüpün alt tarafında hücresel elementlerin, üst tarafında sarı renkte plazmanın ayrıldığı görülür. Normal koşullarda bu şekildeki bir ayrımda 100 ml kanın %44-46’sını hücresel elemanlar, % 54-56’sını plazma oluşturur. Hücresel elemanların % si hematokrit değerini gösterir. Hematokrit değerine birincil olarak etki eden kan hücreleri, eritrositlerdir. Eritrosit sayısında artış, plazmada azalma hematokrit değerini yükseltir.
Plazma ile serum, bir önemli fark dışında, yapı olarak aynıdır. Kan, antikoagulan ilave edilmeden bir tüpe alınıp pıhtılaşmaya terkedildiği zaman, oluşan pıhtı yumağından sarı renkte bir sıvının ayrıldığı gözlenir. Bu sıvıya serum adı verilmektedir. Plazma ile serum, bir önemli fark dışında, yapı olarak aynıdır. Aralarındaki en önemli fark serumda kanın pıhtılaşmasında görev alan bazı pıhtılaşma faktörleri veya proteinlerin, özellikle fibrinojenin, bulunmamasıdır. Bu nedenle seruma fibrinojensiz plazma da denilmektedir.
Plazmanın % 91-92’sini su, % 8-9’unu ise çözünmüş halde bulunan organik ve inorganik maddeler oluşturur. Plazmadaki organik maddelerin büyük oranını plazma proteinleri oluşturur. Plazma proteinleri globulinler (alfa, beta, gama globulinler), fibrinojen ve albumindir.
Plazma Proteinleri Albumin, protrombin ve fibrinojen karaciğerde, Globulinler ise karaciğeri de içine alan monosit-makrofaj sisteminde ve immun sistemin geri kalan kısmında üretilir.
Albumin Plazma proteinlerinin yaklaşık %60’ını oluşturur. (3.5-4.5 mg/dl) Plazma kolloid onkotik basıncının % 80’inden sorumludur. Kanda bir çok maddeyi bağlayarak taşınmasından sorumludur. Siroz gibi karaciğer rahatsızlıklarında albumin yapımı azalmaktadır. 1 gr albumin 18 ml su tutar. Plazma albumin düzeyinin 3 mg/dl düşmesi durumunda ödem meydana gelir.
Globulin Total plazma poteinlerin %38’ini meydana getirir. Plazmada 2.3 mg/dl bulunur. 1, 2, ve globulinler şeklinde bulunur. 1 Globulinler (glikoproteinler): Glukozun çoğu glikoprotein şeklinde taşınır. Globulinler: Lipitler ve polisakkaritler için çok önemli bir taşıyıcıdır. Plazmada bütün lipitlerin %75 i lipoproteinler olarak plazma proteinlerine bağlanarak taşınır Fe++ taşıyan bir protein olan transferrin bu gruptan bir proteindir. Globulinler: İmmun cevapta önemlidir. Ig G Ig A Ig M Ig E Ig D ,
Fibrinojen Plazma proteinlerinin %7’sini oluşturur. Kanı pıhtılaştırır.
Plazma proteinlerinin çok önemli görevleri vardır ve bunlar şu şekilde sıralanabilir: a) Plazma proteinlerinin yarattıkları ozmotik güce, kolloid ozmotik basınç = onkotik basınç adı verilmektedir. Bu ozmotik güç plazmada suyu tutan en önemli güçtür ve plazmadaki suyun damar dışına kaçmasını engeller. Bu ozmotik gücün %70’inden sorumlu olan protein, albumindir. Albumin yapımının yetersizliği veya herhangi bir nedenle albumin kayıpları suyun damar dışına kaçmasına ve dokular arasında birikmesine, diğer bir deyişle ödemlere neden olur.
b) Proteinler asit ve bazlarla birleşerek tuzları oluşturduğundan kan pH’nın düzenlenmesinde görev alan önemli bir tampon sistemidir. c) Hormonlar, ilaçlar ve metaller gibi birçok madde kanda proteinlere bağlanarak taşınmaktadır. d) Kanın damar sistemi içerisinde dolaşması sırasında eritrositlerin sedimantasyonunu (eritrositlerin rulo formu oluşturarak birbirleri üzerine yığılmaları) düzenlerler. e) Kan viskozitesini etkilerler.
Plazmada proteinlere ilaveten monosakkaritler, yağ asitleri ve hormonlar gibi çok sayıda organik maddeler bulunmaktadır. Plazmada bulunan inorganik maddelere Na+ , K+, Ca2+, HC03- , P3-,Fe2+, Mg2+ , I örnek olarak verilebilir. İnorganik maddeler kanın ozmotik gücünün ve pH’ının ayarlanmasından sorumludurlar.
Eritrositler (alyuvarlar) Organizmada sayıları en yüksek olan hücre grubudur. Sayıları, 1 mm3 kanda kadınlarda ortalama 4.8 milyon, erkeklerde 5.4 milyondur. Görünüşleri bikonkav disk (orta bölgeleri alt ve üstten basık) biçiminde olup, kolayca şekil değiştirebilme özelliğine sahiptirler. Kolayca şekil değiştirebilme yetenekleri sayesinde en dar çaplı kılcal damarlardan kolayca geçebilirler.
Kan dolaşımında bulunan eritrositler çekirdek taşımazlar ve dolaşımdaki ömürleri ortalama 120 gün kadardır. Yaşam sürelerinin sonuna doğru bu esneklik özelliklerini kaybederler ve kılcal damarlardan geçişleri sırasında alyuvarlar yırtılır, hemoglobin serbest kalır ve makrofajlar tarafından fagosite edilirler.
Organizmada eritrosit yapımı hipoksi (dokularda oksijen azalması) tarafından uyarılır. Hipoksi böbreklerden eritropoietin hormonunun salgılanmasına neden olur, eritropoietin de kemik iliğini eritrosit yapımı yönünde uyarır.
Eritrositlerin başlıca fonksiyonları hemoglobin taşımaktır. Hemoglobin, yapısında +2 değerlikli Fe atomu bulunduran büyük bir protein molekülüdür ve başlıca görevi dokulara oksijen taşımaktır. Oksijen, hemoglobin molekülünde Fe2+ atomuna bağlanarak taşınır.
Hemoglobinin alt birimlerine oksijen bağlanmasında yapısal değişikliklerle gerçekleşen bir işbirliği vardır. Yani önce bir oksijen molekülü alt ünitelerden birinine bağlanır ve diğer moleküllerin bağlanması daha da kolaylaşır. Hemoglobinopati olarak bilinen çok sayıda hastalıkta hemoglobinin oksijen taşıma yeteneği etkilenebilir ve/veya hemoglobinin şeklinden dolayı düşük oksijen durumunda oksijenin bağlanması zorlaşır. Buna örnek bir hastalık orak hücreli anemidir (sickle cell anemi).
İnsan hemoglobininde amino asit dizilişi İnsan hemoglobininde amino asit dizilişi. N-terminal ucundan itibaren altıncı amino asit normal olarak glütamik asittir. Anormal hemoglobinde glütamik asitin yerini valin veya lizin alır. Hemoglobin Tipi Amino asit dizilişi ____________________________________________________________ Hb A (Normal) +NH3 – Val – His – Leu – Thr – Pro – Glü – Glü – Lys+ ... Hb S (Hasta) +NH3 – Val – His – Leu – Thr – Pro – Val – Glü – Lys+ .. Hb C (Hasta) +NH3 – Val – His – Leu – Thr – Pro – Lys+ – Glü – Lys+...
Orak hücre anemili bir kanın yayma preparatının ışık mikroskobunda (solda) ve taramalı elektron mikroskobunda (sağda) görünüşü. Hastada normal ve orak hücreler bir arada görülebilir. (EM Unit, Royal Free Hospital School of Medicine/Wellcome Photo Library)
Normal hemoglobin taşıyan normal eritrositler esnektir, kan akışıyla küçük kılcal damarlardan rahatça geçebilir. Anormal hemoglobinli orak hücrelerin ise esnekliği çok azdır, genellikle kılcal damar tıkanmasına ve kan akışının durmasına sebep olur. İkinci fark bu hücrelerin ömür uzunluğundadır. Normal eritrositler 120 gün kadar yaşar, çok daha kırılgan olan orak hücreler ise 60 gün veya daha az yaşar. Vücut bu kaybedilen bu hücreleri yenilemek için o kadar süratli eritrosit yapamaz. Bunun sonucunda orak hücre anemili hastalar daha az eritrosit ve kanlarında normal kan hücrelerinden daha az hemoglobin taşır. Hemoglobinin azlığı anemi olarak adlandırılır ve vücut hücrelerine daha az oksijen gider.
EK BİLGİ Orak hücre anemisi genetik olarak geçen bir hastalıktır. Kan nakli veya bulaşma yoluyla geçmez. Orak hücre anomalisinin çeşitli tipleri vardır. Anormal hemoglobin S ve diğer anormal hemoglobinler (C, O, E, Beta Talasemi vs.) bir arada olabilir. Bu durumda SC, SO, SE ve S Beta Talasemi şeklinde adlandırılır. Genel olarak bütün tiplerine orak hücre anemisi denmekle beraber bir hemoglobin S geni ikinci bir hemoglobin S geni ile birlikte olursa özel bir tip orak hücre oluşur. Bu da SS hastalığı veya asıl orak hücre anemisi olarak bilinir. Eğer gen anne veya babanın sadece birinden alınmışsa kişi taşıyıcıdır, çocuklarına bu geni geçirebilir. Bu kişi hastalık belirtisi göstermeyebilir. Ancak fiziksel baskı, düşük atmosfer oksijeni gibi son derece olağan üstü şartlarda orak hücreler görülebilir. Bu genetik hastalığın ortaya çıkışı için anne ve babanın her ikisinden de bu geni almış olmak gerekir. Orak hücre anemili hastalarda kılcal damarlardaki tıkanmalar sebebiyle böbrek enfeksiyonları, solunum sıkıntıları, göğüs, kol ve bacaklardaki ağrılar, özellikle eklemlerde doku ölümü veya kaybı, gözde retina hastalıkları, ülser, safra taşları, beyin damarlarında bozuklukları, dokulara az kan gidişi sebebiyle aşırı yorgunluk ve zayıflıklar gibi farklı tip problemler oluşabilir. Bu hastalar ayrıca bakteri enfeksiyonu, ev ve iş yerindeki stres koşulları, susuz kalma ani sıcaklık değişiklikleri gibi şartlarda kriz geçirebilirler. Bu hastalığın henüz bir tedavisi yoktur. Ağrılar ve diğer belirtileri giderecek uygulamalar yapılmaktadır. Ağrı kesiciler, antibiyotik uygulamaları, dinlenme, gıda alımı, folik asit desteği bu hastalıkta yapılan uygulamalardır. Bazen kan nakli ve ameliyat da gerekebilir. Son zamanlarda ümit vaat eden uygulamalar yapılmaktadır. Kemik iliği nakli sınırlı vakalarda uygulanabilmektedir. Kanda orak hücre olup olmadığı kan tahliliyle anlaşılabilmektedir.
Hemoliz Eritrosit zarlarının yırtılması sonucunda, Hb molekülünün hücre dışına çıkmasıdır. Nedenlerine bağlı olarak iki tip hemoliz tanımlanmaktadır. Ozmotik hemoliz ve hemositoliz Ozmotik hemoliz: Eritrosit hücreleri kendi içlerindeki sıvıdan daha hipotonik bir sıvı ortamı içine bırakılacak olurlarsa, bir müddet sonra şiştikleri ve giren su miktarı, zarlarının gerilebilme kapasitesini aştığında ise zarlarının yırtılması ile Hb molekülünün dışarı çıktığı gözlenir.
Hemositoliz: Bazı mekanik, fizik ve kimyasal etkenlerle zar yapısındaki lipid tabakasının erimesi sonucunda görülen hemolizdir. Sıcaklık, akrep-yılan zehirleri, bazı bakteri toksinleri, safra tuzları, deterjanlar, eter, kloroform gibi maddeler bu tip hemolize neden olur.
Hemolizin nedeni ne olursa olsun sonunda kanda bilirubin (sarı renkte, pigment özelliğinde bir madde, safranın sarı rengini veren de bilirubindir) artışına ve sarılığa neden olur. Bilirubin hücrelerden dışarı çıkan hemoglobinin parçalanıp metabolize edilmesi sonucunda oluşan bir son üründür. Böylece organizmada normalin üstünde bir eritrosit harabiyeti varsa sonunda bilirubin yükselmesi ile sarılık gelişebileceği unutulmamalıdır.
Sedimantasyon Pıhtılaşmasına engel olunmuş kanın eritrositlerinin rulo formu oluşturarak para yığınları şeklinde çökme hızları olarak tanımlanmaktadır. Çökme hızına eritrositlerin şekil ve büyüklükleri ile plazmanın yapısı, özellikle proteinleri etkilidir.
Sedimentasyon testi nasıl yapılır? İki cc'lik bir enjektöre 0,4 cc, % 3,8'lik sodyum sitrat solüsyonu alınır. Sedimentasyonu yapılacak hastanın damarından alınan kandan aynı enjektöre, 2 cc'ye tamamlayacak şekilde 1,6 cc kan çekilir. Birkaç defa hafifçe çalkalanır. Sonra bu kan, Westergreen pipetinin (200 mm boyunda ve 2,5 mm çapında özel bir tüp) sıfır işaretine kadar çekilir ve özel yerine yerleştirilir.
Anemi (kansızlık) Eritrositlerin sayısının azlığı demektir. Eritrosit sayısının azalması yanı sıra Hb miktarı da azalmıştır.Anemi eritrosit yapının azalması veya kaybının artmasından kaynaklanır. Eritrosit yıkımının artması sonucunda artan bilirubin konsantrasyonu deriye karakteristik bir sarı renk verir. Farklı anemi tipleri vardır.
Hemorajik anemi Kanama sonucu kan kaybından dolayı ortaya çıkar. Yaralanma veya travma gibi bir durum ortaya çıkarsa eritrosit konsantrasyonu ancak birkaç haftada normale döner. Bu durum bazen ağır menstural kan kaybı ve ülsere bağlı kan kaybından da ortaya çıkabilir. Şayet kayıp fazla değilse kan birkaç günde yerine konur. Ancak kaybın fazla olduğu durumlarda kaybın karşılanabilmesi için süreye ihtiyaç vardır (3-6 hafta).
Demir eksikliği anemisi Demir alınımının az olması veya demir emilimindendeki bozukluktan veya etkileşimden dolayı eritrositlerin yapımı azalırsa anemi gelişir. Ayrıca oluşan eritrositlerde küçüktür (mikrositik). Demiri yüksek oranda ihtiva eden besinlerin takviyesi ve/veya iki değerlikli demir preparatlarının alımı ile düzeltilebilir. Periferik yaymada hipokromik ve mikrositer eritrositler,
Aplastik anemi Kemik iliğinin fonksiyon kaybı sonucu oluşan anemidir. Kurşun, benzen veya arsenik gibi zehirler, gama ışınına maruz kalmak, röntgenin X ışınına maruz kalmak, bazı endüstriyel zehirler ve hatta bazı ilaçlardan kaynaklanabilir. Bu etkiler sonucunda eritrosit ve lökositlerin sayısı çok düştüğü için birkaç hafta içinde ölüm ortaya çıkabilir Kemik iliğinde hematopoetik hücreler azalmış, yağlanma artmıştır.
Hemolitik anemi Birçoğu kalıtsal olan değişik eritrosit anormallikleri, hücreleri frajil hale getirir. Böyle eritrositler dolaşımda özellikle kapillerden geçerken kolaylıkla parçalanarak hemoliz olurlar. Orak hücreli anemi
Hemolitik anemi Hemolitik anemilere diğer bir örnek talasemiler verilebilir. Talesemide oluşan Hb mutantlarında hemoglobini oluşturan polipeptit zincirinin yapımından kaynaklanan anormallikler vardır. Genellikle Akdeniz ülkelerinde görüldüğü için Akdeniz anemisi de denir. Periferik yaymada hipokrom mikrositer, polikromazik, bazofilik noktalanma ve hedef tahtası görünümünde eritrositler dikkati çekmektedir Talasemi Minör
Hemolitik anemi Periferik kan yaymasında çekirdekli eritrositler, hipokromi, anizositoz, poikilositoz, sferositler ve hedef eritrositler görülmektedir. poikilositoz Çok biçimli alyuvar anizositoz Alyuvar eşitsizliği Talasemi Minör
Megaloblastik ve pernisiöz anemi B9 (folik asit) ve B12 (siyanokobolamin) ve mide mukozasından salınan intrinsik faktörlerin herhangi birinin azalması sonucunda kemik iliğinde eritroblast yapımı yavaşladığı için tuhaf şekilli, geniş megaloblastlar oluşur. B9 ve B12 vitaminlerinin her ikisi de DNA yapımı için gereklidir. Eritroblastlar normal sayıda eritrosit oluşturmak için yeterli hızda bölünemedikleri için büyük tuhaf şekilli ve frajil membranlı hücreler ortaya çıkar. Megaloblastik anemi folik asit eksikliğinden ortaya çıkar Pernisiöz anemi mide mukozasından B12 vitaminin emilmesini sağlayan intrinsik faktörlerden bir glikolipid eksikliğinde gelişir.
Polistemi Eritrosit sayısının normalin üstünde artmasına denir. Hipoksiye (oksijen azlığı) bağlı olarak eritrositlerin sayısı artar. Kalp yetmezliği ve yüksek yerlerde yaşayan insanlarda görülür. Deniz seviyesinden 3-5 bin metre yükseklerde yaşayan insanlarda bu rakımda azalan oksijenden dolayı eritrositlerin sayısı artırılarak oksijensizlikten ortaya çıkacak sakıncalar giderilmeye çalışılır. Eritrosit yapımı ile sayı artar fakat boyutları bir miktar küçülür. Bu tip polisitemiye fizyolojk polisitemi adı verilir ve böyle insanların kanlarındaki eritrosit sayıları 6,7 ve hatta 8 milyona kadar yükselebilir.
Fizyololik polisitemi 3). Yüksek yerlerde yaşayanlarda gözlenir. 1). Yenidoğanlarda 2). Spor yapanlarda
Fizyolojik polistemiden başka polisitemi vera (eritremi) adı verilen eritrosit sayısı artışı vardır. Eritrosit üreten hemositoblastik hücre serisinde gen anormalliğinden dolayı eritrosit sayısı 7-8 milyona kadar çıkar. Artan eritrosit sayısına bağlı olarak hematokrit de %60-70’ e kadar yükselir. En önemlisi kan hacmi ve viskozitesi oldukça artmıştır. Kanın viskozitesinin artması ile kapillerlerdeki akışın azalması sonucu kapillerler tıkanmaya başlar. Bu durum patoloji yaratabilir. Bunun sonucu deri rengi değişir, siyanoz ortaya çıkar.
Lökositler (Akyuvarlar, Beyaz Kan Hücreleri, WBC) Vücuda giren mikroorganizmalara karşı koruyucu özellikte olan hücrelerdir. Akyuvarların damardan dokuya geçmelerine diyapedez adı verilir Normal erişkin kanında sayıları 1mm3 kanda 4-11 bin arasında değişiklik gösterir. Lökosit sayısında artma enfeksiyon durumlarında da gözlenir. Lökosit sayısının artmasına lökositoz, azalmasına ise lökopeni denir.
Dolaşımda fonksiyonel farklılıklar gösteren çeşitli tipleri vardır Dolaşımda fonksiyonel farklılıklar gösteren çeşitli tipleri vardır. Hücre yapıları bakımından iki gruba ayrılırlar. 1. Sitoplazmasında granül bulunduranlar (Granülositler), 2. Sitoplazmasında granül bulundurmayanlar (Agronülositler). Lökositlerin üretimi lökopoiez olarak adlandırılır. Lökositler erişkin dönemde kemik iliğinde yapılır, burada depo edilir ve gerektiğinde dolaşıma verilirler. Eritrositler esas olarak dolaşımda iş görürken lökositler dokularda iş görürler.
Çeşitli lökosit tiplerinin insan kanı içindeki nispi oranları oldukça sabittir. Nötrofiller % 55-65, Eozinofiller % 1-3, Bazofil1er % 1 'den az, Lenfositler % 20-35, Monositler % 3-8 oranında bulunurlar.
Granülositler (Polimorflar, Polimorfonukleer Lökositler) Çok loblu çekirdeklerinin yanı sıra sitoplazmalarında granüllerin bulunduğu lökositlerdir. Lökositlerin çoğu bu gruptadır. Nötrofil: Lökositlerin yaklaşık %50-70’i bu tiptir. Nötrofiller akut inflamasyonda, iltahapta kanı terk edip mikroorganizmalara saldıran ilk hücreler olmalarıyla karakteristikler. Diğer ayırt edici özelliği çok loblu çekirdekli oluşlarıdır (polimorfonükleer lökositler). Bu hücreler fagositiktir yani mikroorganizmaları enzimleri ile sindirmeden önce mikropların etrafını sarıp onları yutarlar.
Enfeksiyonun olduğu veya yaralanmanın gerçekleştiği yerden salınan spesifik kimyasal maddeler nötrofil, monosit ve makrofaj gibi lökositleri kendine çeker. Bu hücrelerin böyle bölgelere olan hareketlerine kemotaksi denir. Bu bölgelere ulaşmada nötrofil ve diğer lökositler damar porlarından şekillerini değiştirip uzayarak dışarı çıkarlar. Bu hareket diapedez olarak adlandırılır.
Dolaşımdaki nötrofillerin yarı ömrü altı saat kadardır. Bu süre nötrofilin faaliyeti ile ilgilidir. Dolaşımdaki normal sayıyı sağlayabilmek için her gün yaklaşık 100 milyondan fazla nötrofil yapımının olması gerekir.
Eozinofil: Nötrofiller gibi amoeboid hareketlerle fagositoz yaparlar Eozinofil: Nötrofiller gibi amoeboid hareketlerle fagositoz yaparlar. Granüllerinde lizozomal enzimlerin yanı sıra peroksidaz ve kan pıhtısının erimesine yardımcı olan plazminojen bulunur. Lökositlerin içerisinde yaklaşık %2-4 oranında bulunurlar. Bazı parazitik veya otoimmün hastalıklarda ve özellikle alerjik rahatsızlıklarda sayıları artar.
Bazofil: Lökositlerin içinde miktar olarak en az olan tiptir Bazofil: Lökositlerin içinde miktar olarak en az olan tiptir. Yaklaşık %1’den bile daha azdır. Diğer granülositler gibi yaklaşık 10 µm çapındadır. Fonksiyon yönünden mast hücrelerine oldukça benzerler. Bu yüzden kan mastositleri olarak da adlandırılırlar. Bunlarda histamin, heparin, bradikinin, seratonin salgılarlar. Bazofilin histamininin damar genişletici özelliği mast hücrelerine göre daha hızlıdır. Parazitlere karşı bağışıklığın sağlanmasında önemli rolü vardır.
Agranulositler (Mononükleer Lökositler) Sitoplazmalarında sadece birkaç lizozom granülleri vardır. Işık mikroskobunda bunlar görülmediği için granülsüz kabul edilirler.
En büyük kan hücresidir. Monositler En büyük kan hücresidir. Yaklaşık 15-20 µm’lik boyutu ile normal bir eritrositin neredeyse iki-üç katıdır. Tüm lökositlere göre % 2-8 oranındadır. Işık mikroskobu altında sitoplazmasında belirgin granüller göstermeyen, çekirdekleri böbrek şeklinde ve tek parçalı olan lökositlerdir. Monositler kemik iliğinden sonra geçtikleri dolaşımda kısa süre (25-72 saat kadar) kalırlar ve daha sonra dokulara geçerek doku makrofajlarına dönüşürler.
Lenfositler Kan, lenfatik dolaşım ve dokular arasında sürekli dolaşan, yuvarlak, tek parçalı çekirdeğe sahip, tüm lökositlere göre bulunma oranı yaklaşık %20-30’dur. Lenfositlerin çoğu vücut dokularında özellikle lenf düğümlerinde, dalak, timus, bademcikler ve gastrointestinal sistemin lenfoid dokularında bulunurlar. Bazı lenfositler kan ve dokular arasında dolaşarak yıllarca yaşayabilirler. Bağışıklık sisteminin hücreleri olup, organizmayı bakterilere, virüslere, mantarlara, yabancı dokulara ve tümörlere karşı dirençli kılmak için çalışırlar.
Kendi içlerinde T ve B hücreleri olmak üzere iki farklı tipi vardır. B lenfositler kemik iliğinde oluşurlar ve lenfoid dokularda toplanırlar. B lenfositler antijenlere karşı antikor veya immünoglobulinler adı verilen özel protein moleküllerini sentezlerler. T lenfositler timusta aktifleşirler. Bunlar hem B lenfositlerin antikor üretimini düzenleyen hem de antijenlerle doğrudan savaş verebilen hücrelerdir. Bu nedenle T lenfositlerin oluşturduğu bağışıklığa hücresel bağışıklık, B lenfositlerinkine ise humoral bağışıklık adı verilmektedir. doğuştan gelen bir eksikliği olduğu kadar, sürekli kendini yenileme özelliği olan dokuların (örneğin kemik iliğinin) bu özelliğini yitirmesi ya da anomali göstermesi durumlarını da içerir...
Lökopeni: Lökosit azlığıdır. Nadiren gelişen bu durumda azalan lökosit sayısından dolayı vücut savunmasız kalır. Hatta normalde vücutta bulunmasına rağmen herhangi bir patojenite oluşturmayan bakterilerden ağızda, solunum yollarında, sindirim kanalında, gözde, üretra ve vajinada infeksiyonlar gelişir. Şayet tedavi edilmezse kısa süre sonra ölüm ortaya çıkabilir. Nükleer patlama nedeni ile vücudun gama ışınları ile irridasyonu, benzen veya antrasen çekirdeği ihtiva eden kimyasal maddeler veya ilaçların kullanımı kemik iliği aplazisine neden olur.
Lösemi (Kan Kanseri): Lökosit sayısının malignant artışıdır. Lösemik hücrelerin fonksiyon yapabilme gücü azdır veya yoktur. Löseminin en karakteristik özelliği metastaz (yayılma) dır. Kemik iliğindeki hücreler çok çabuk çoğalarak hızla yayılırlar. Hangi tipi olursa olsun lösemiler, lenf düğümleri, karaciğer ve özellikle damar bölgelerine yayılırlar.
Bu hücreler bulundukları dokuların metabolik elementlerini kullanarak doku harabiyetine sebep olurlar. Kemik kırıklarına yol açabilir ve şiddetli ağrılara yol açabilirler. Sonuçta lösemik hücreler o derece çoğalırlar ki vücut sıvılarındaki besinsel maddeleri özellikle aminoasitleri ve vitaminleri tüketirler. Protein kaybı ve kişinin enerjisinin azalması sonucunda ölüm ortaya çıkar. Aslında bu aşırı çoğalan kanser hücrelerinin metabolik açlık yüzünden ölüme sebebiyet vermesi tüm kanser türlerinin ortak özelliğidir.
Plateletler (Trombositler) Kanın pıhtılaşmasında çok önemli göreve sahip olan hücrelerdir. Memeli olmayan omurgalılarda çekirdekli olan bu hücreler, insanlarda bir hücreden ziyade bir hücre fragmanı (fragment: küçük kısım parça) şeklinde olduğu için trombosit terimi yerine yassı diskler anlamında platelet kelimesi de kullanılmaktadır.
Kemik iliğindeki dev megakaryosit hücrelerinden oluşurlar ve gerçek hücre değillerdir. Nukleusları yoktur fakat metabolizmaları vardır. Yaklaşık 5-12 gün gibi kısa ömür uzunluğuna sahiptirler. Yaşlanan ve ömrü dolan trombositler dalak ve karaciğerdeki makrofajlar tarafından yok edilirler. Sayıları 1mm3 kanda ortalama 300.000 civarındadır.
Hemostaz, kan kaybının önlenmesi anlamına gelir. Bir damar zedelendiği ya da yırtıldığında damar duvarı ve kandaki çeşitli mekanizmalar harekete geçerek kanın damar dışına çıkmasını engeller ve hemostaz sağlanır. Trombositler birbirine ve bağ dokusu ipliği olan kollojene bağanarak pıhtı oluşumunda rol oynarlar. İnsanların kan kaybından ölmesinin engellenmesinde doğrudan önemli role sahiptirler. Bir kan damarı yaralandığında trombositler hemen o yöne yönelerek hasarlı alanı birleştirmeye başlar.
Trombositlerin saldığı serotonin ganülleri, kesilmiş veya yaralanmış damarları daraltarak kanamanın geciktirilmesini sağlar ve bu bölgeye daha fazla trombosit toplanır. Şayet küçülme veya hasar küçükse bu şekilde ortaya çıkan trombosit tıkacı hemostazın salınmasında yeterli olur. Şayet damar büyükse trombosit tıkacı yetersiz kalır ve kan pıhtılaşma mekanizması devreye girer.
KANAMANIN DURMASI VE KANIN PIHTILAŞMA MEKANİZMASI Homeostazın bozulmasını önlemek için kan kaybının engellenmesi gerekir. Kan kaybının engellenmesi 3 aşamada gerçekleşir. Vazokonstriktif safha: Herhangi bir şekilde damar kesilirse damarların duvarındaki düz kas telleri kasılır ve bu sayede kan akışı yavaşlamaya başlar. Bu safha damarın kesilmesinden sonra yaklaşık 20-30 dakika kadar sürer. Endotelial hücreler kasılır ve altındaki bazal membran kan akımına maruz kalır. Endotelial hücreler lokal hormonlar ve kimyasal faktörler salgılamaya başlar. Bunlardan bir peptid hormon olan endotelin, düz kasların kontraksiyonunu, vasküler spazmı uyarır.
Platelet safhası: Plateletlerin endotelyal hücrelerin yapışkan yüzeylerine ve kollojen ipliklere tutunmaya başladığı safhadır. Bağlanan plateletlerin miktarının artması sonucunda kümeleşmeye bağlı olarak platelet tıkacı ortaya çıkar ve bu tıkaç damar duvarındaki deliği kan akımını engellemeden tıkar. Şayet hasar büyük değilse ve damar nisbeten küçükse bu olay kanamayı önlemek için yeterli olur.
Plateletler bu bölgeye vardıkları zaman aktive olurlar Plateletler bu bölgeye vardıkları zaman aktive olurlar. Aktivasyonun en belirgin belirtisi şekillerinin daha sferik bir görünüm vermesidir. Plateletlerin salgıladığı tromboksan A2, plateletlerin agregasyonunu ve damarlardaki düz kasların kontraksiyonunu sağlar. Çevredeki bağ dokudan salınan serotonin, lokal vazokontriksiyonda TX A2’ye yardım eder. Ayrıca plateletler plateletlerden türüyen büyüme faktörü salgılarlar. Bu faktörler endotel hücreler, düz kas hücreleri ve fibroblastları uyarıcı etki yapar. Ayrıca aktifleşen plateletler, platelet agregasyonu ve diğer pıhtılaşma basamaklarında gerekli olan kalsiyum salarlar.
Koagulasyon safhası : Bu safha diğerlerinin gerçekleşmesini takip eder ve damar hasarından yaklaşık 30 sn sonra başlar. Kan pıhtılaşmasının esası kanda dolaşan çözünmüş haldeki fibrinojenin fibrin ipliklerine dönüşmesidir. Oluşan bu fibrin iplikleri platelet tıkacının üstünü örter.
Koagulasyonda birbiri ardına işleyen üç temel mekanizma vardır. a. Protrombin aktivatörünün oluşması b. Oluşan protrombin aktivatörünün Ca2+ iyonlarının beraberliğinde protombinden (plazmada bulunan bir protein molekülü) trombin oluşturması c. Trombinin fibrinojene etki ederek fibrin ipliklerini oluşturması. Fibrin iplikleri kan hücrelerini ve plazmayı içine alarak bir kitle oluşturur, buna pıhtı adı verilmektedir.
Protrombin aktivatörünün oluşmasında ekstrinsik ve intrinsik olmak üzere iki esas yol vardır. Bu yolların her ikisinde de kan pıhtılaşma faktörleri adı verilen ve birden on üçe kadar roma rakamları ile gösterilen protein yapısındaki maddeler görev alır. Bu faktörlerin birinin eksikliği, kişilerde pıhtılaşma mekanizmasının yetersizliği sonucu en ufak bir travma veya yaralanmalarda aşırı kan kayıplarına neden olmaktadır. Örneğin faktör VIII’in yokluğunda hemofili olarak adlandırılan hastalık ortaya çıkmaktadır.
Hemofili: Dişiler taşıyıcı oldukları için hemen hemen sadece erkeklerde ortaya çıkan genetik olarak kanama eğiliminin çok yüksek olduğu hastalıktır. Büyük oranda faktör VIII’in eksikliğinden kaynaklanır. Bu tipe hemofili A veya klasik hemofili adı verilir. Daha düşük oranda görülen hemofili ise faktör IX eksikliğinden kaynaklanır. Herhangi bir travma veya yaralanmada kan kaybının önlenmesinde oldukça ciddi sıkıntılar yaratır. Bu durumda bazen diş çekimi sonrasında kanama haftalarca kesilmez.
Trombositopeni: Trombositlerin sayıca azalmasıdır. Trombositlerin kanamadaki rollerin dolayı eksiliğinde kanama eğilimi vardır. Kanama hemofilinin aksine küçük venül ve küçük kapilerlerden gerçekleşir. Bu kanamalar tüm vücutta noktasal, morumsu lekeler oluşturduğu için bu hastalığa trombositopenik purpura da denir. Trombosit sayısı 1 mm3 kanda 50.000’in altına düşmesi ile kanama görülmeye başlar ve sayı 10.000’in altına inince ölüm ortaya çıkar. Trombositopeninin genellikle sebebi belli değildir. Genellikle otoimmün bir özellik gösterir. Böyle hastalarda taze kan nakli birkaç gün içerisinde kanamayı durdurur.