Sunum yükleniyor. Lütfen bekleyiniz

Sunum yükleniyor. Lütfen bekleyiniz

KÂDİRİYYE Abdülkâdir Geylânî (ö. 1166-67) KÂDİRİYYE Abdülkâdir Geylânî (ö. 1166-67) Abdülkâdir Geylânî, 1077’de Hazar Denizi’nin güneyinde yer alan Gîlân.

Benzer bir sunumlar


... konulu sunumlar: "KÂDİRİYYE Abdülkâdir Geylânî (ö. 1166-67) KÂDİRİYYE Abdülkâdir Geylânî (ö. 1166-67) Abdülkâdir Geylânî, 1077’de Hazar Denizi’nin güneyinde yer alan Gîlân."— Sunum transkripti:

1 KÂDİRİYYE Abdülkâdir Geylânî (ö. 1166-67) KÂDİRİYYE Abdülkâdir Geylânî (ö. 1166-67) Abdülkâdir Geylânî, 1077’de Hazar Denizi’nin güneyinde yer alan Gîlân (Geylân) eyalet merkezine bağlı Neyf köyünde doğdu. Babası Ebû Salih Musa’dır. Nesebi baba tarafından Hz. Hasan’a, anne tarafından Hz. Hüseyin’e ulaşır. Küçük yaşta babasını kaybeden Abdülkâdir, annesinin yanında ve dedesi Savmaî’nin himayesinde büyüdü. Abdülkâdir Geylânî, 1077’de Hazar Denizi’nin güneyinde yer alan Gîlân (Geylân) eyalet merkezine bağlı Neyf köyünde doğdu. Babası Ebû Salih Musa’dır. Nesebi baba tarafından Hz. Hasan’a, anne tarafından Hz. Hüseyin’e ulaşır. Küçük yaşta babasını kaybeden Abdülkâdir, annesinin yanında ve dedesi Savmaî’nin himayesinde büyüdü.

2 İlk tahsilini tamamladıktan sonra on sekiz yaşlarında iken annesinden izin alarak Bağdat’a gitti ve dönemin meşhur hocalarından hadis, fıkıh vb. İslamî ilimler okudu. Aynı zamanda Bağdat mutasavvıflarıyla da dostluklar kurdu ve vasıtasıyla tasavvufa Ebü’l-Hayr Muhammed b. Müslim ed-Debbâs (ö.1131) intisap etti. 1127’de hocası Ebû Saîd el- Muharrimî’nin Bâbülerec’de kendisine tahsis ettiği medresede hadis, tefsir, fıkıh, kıraat ve nahiv gibi dersler okutarak talebe yetiştirmeye ve vaaz vermeye başladı. Ancak bir süre sonra bütün bunları bırakarak inzivaya çekildi. Bir müddet sonra Hocası Ebû Saîd, onu inzivadan çıkarıp şeyhlik hırkası giydirdi.

3 1127’de ilk defa vaaz vermeye başladığı zaman ancak birkaç kişiye hitap ediyordu. Zamanla cemaati giderek arttı ve medrese dar gelmeye başladı. Bu nedenle vaaz meclisini Bâbülhalbe’deki bir camiye nakletti. Açık havada verdiği vaazlarını dinlemek için binlerce kişinin Bağdat’a geldiği ve hatta arka saflarda bulunanların ön saftakiler kadar sesini rahatlıkla işittikleri rivayet edilir. Karşılaştığı kimseleri hemen tesiri altına aldığı için “Bâzullah” (Allah’ın şahini) unvanıyla anılmıştır. Hitabeti son derece etkiliydi. Abdülkâdir Geylânî, hakkında pek çok eser yazılan ve menkıbeleri yaygın olan sûfîlerden biridir. Daha hayatta iken kendisinden birçok keramet nakledildiği için kişiliği tam manasıyla menkıbeleştirilmiş, gerçek kimliği ise önemini yitirmiş ve unutulmuştur. Tasarruf ve kerametlerinin ölümünden sonra da devam ettiğine inanıldığı için, müritlerinin darda kaldıklarında söyledikleri “Medet yâ Abdelkâdir!” sözü bir gelenek olmuş ve insanlar onun rûhâniyetine samimi bir şekilde bağlılık göstermişlerdir. 1127’de ilk defa vaaz vermeye başladığı zaman ancak birkaç kişiye hitap ediyordu. Zamanla cemaati giderek arttı ve medrese dar gelmeye başladı. Bu nedenle vaaz meclisini Bâbülhalbe’deki bir camiye nakletti. Açık havada verdiği vaazlarını dinlemek için binlerce kişinin Bağdat’a geldiği ve hatta arka saflarda bulunanların ön saftakiler kadar sesini rahatlıkla işittikleri rivayet edilir. Karşılaştığı kimseleri hemen tesiri altına aldığı için “Bâzullah” (Allah’ın şahini) unvanıyla anılmıştır. Hitabeti son derece etkiliydi. Abdülkâdir Geylânî, hakkında pek çok eser yazılan ve menkıbeleri yaygın olan sûfîlerden biridir. Daha hayatta iken kendisinden birçok keramet nakledildiği için kişiliği tam manasıyla menkıbeleştirilmiş, gerçek kimliği ise önemini yitirmiş ve unutulmuştur. Tasarruf ve kerametlerinin ölümünden sonra da devam ettiğine inanıldığı için, müritlerinin darda kaldıklarında söyledikleri “Medet yâ Abdelkâdir!” sözü bir gelenek olmuş ve insanlar onun rûhâniyetine samimi bir şekilde bağlılık göstermişlerdir.

4 el-Gunye li-tâlibî tarîki’l-hak, el-Füyûzâtu’r-rabbâniye fî evrâdi’l-Kādiriyye, el-Fethu’r-rabbânî ve’l-feyzü’r-rahmânî Fütûhu’l-gayb, Abdülkâdir Geylânî’nin en önemli eserleridir. Gerek vaazlarında gerekse eserlerinde son derece sade bir üslûb kullanan Abdülkâdir Geylânî, kendisinden önceki sûfîlerden nakiller yaparken bunları herkesin anlayacağı örneklerle açıklamıştır. Bu nedenle eserleri tasavvuf edebiyatının en güzel örneklerinden sayılır. el-Gunye li-tâlibî tarîki’l-hak, el-Füyûzâtu’r-rabbâniye fî evrâdi’l-Kādiriyye, el-Fethu’r-rabbânî ve’l-feyzü’r-rahmânî Fütûhu’l-gayb, Abdülkâdir Geylânî’nin en önemli eserleridir. Gerek vaazlarında gerekse eserlerinde son derece sade bir üslûb kullanan Abdülkâdir Geylânî, kendisinden önceki sûfîlerden nakiller yaparken bunları herkesin anlayacağı örneklerle açıklamıştır. Bu nedenle eserleri tasavvuf edebiyatının en güzel örneklerinden sayılır.

5 Tema olarak ağlatıcı ve ürpertici konuları tercih ederdi. Konuşmalarında samimi yakarışlarını dile getiren dua ve niyazlara yer verirdi. Cemaate cenneti müjdeleyerek onlara ümit ve şevk verir, nefsin zayıf taraflarını başarılı bir şekilde tasvir edip, şeytanın insana nüfuz etme yollarını canlı örneklerle anlatırdı. Özellikle el-Fethu’r-rabbânî ve Fütûhu’l-gayb adlı eserlerinde insanı duygulandıran ve heyecanlandıran tablolar çizer. Kâdiriyye’nin tesirinin bütün İslam âlemine yayılmasında uyguladığı bu metodun payı büyük olmalıdır. Abdülkâdir Geylânî’nin Seyfeddin Abdülvehhâb, Taceddin Abdürrezzâk, Musa, İsa, Abdülaziz, İbrahim ve Abdülcebbâr adlarında oğulları ve pek çok torunu vardır. Kâdiriyye bunlar vasıtasıyla kısa sürede yaygınlık kazanmıştır. Tema olarak ağlatıcı ve ürpertici konuları tercih ederdi. Konuşmalarında samimi yakarışlarını dile getiren dua ve niyazlara yer verirdi. Cemaate cenneti müjdeleyerek onlara ümit ve şevk verir, nefsin zayıf taraflarını başarılı bir şekilde tasvir edip, şeytanın insana nüfuz etme yollarını canlı örneklerle anlatırdı. Özellikle el-Fethu’r-rabbânî ve Fütûhu’l-gayb adlı eserlerinde insanı duygulandıran ve heyecanlandıran tablolar çizer. Kâdiriyye’nin tesirinin bütün İslam âlemine yayılmasında uyguladığı bu metodun payı büyük olmalıdır. Abdülkâdir Geylânî’nin Seyfeddin Abdülvehhâb, Taceddin Abdürrezzâk, Musa, İsa, Abdülaziz, İbrahim ve Abdülcebbâr adlarında oğulları ve pek çok torunu vardır. Kâdiriyye bunlar vasıtasıyla kısa sürede yaygınlık kazanmıştır.

6 Abdülkâdir Geylânî’nin tasavvufî görüş ve düşünceleri, dinin zahirî hükümlerine titizlikle bağlı kalma esasına dayanır. O, Gazzâlî tarafından sistemleştirilen tasavvuf anlayışını geliştirmiş, dinin zahirî hükümlerine bağlılık konusunda son derece titiz davranmıştır. Semâ‘ı meşru görmekle birlikte bir sûfînin müşâhede ettiği derunî hallerin dini ölçülerin dışına taşmamasını şart koşmuştur. Müridlerine hep “Uyun uydurmayın; itaat edin muhalefet etmeyin, yakınmayın; temizlenin kirlenmeyin” şeklinde tavsiyelerde bulunurdu. Kâdiriyye’nin İslâm’a uygun olduğu İbn Teymiye gibi tasavvuf tenkitçisi bir âlim tarafından bile kabul edilmiştir. Abdülkâdir Geylânî’nin tasavvufî görüş ve düşünceleri, dinin zahirî hükümlerine titizlikle bağlı kalma esasına dayanır. O, Gazzâlî tarafından sistemleştirilen tasavvuf anlayışını geliştirmiş, dinin zahirî hükümlerine bağlılık konusunda son derece titiz davranmıştır. Semâ‘ı meşru görmekle birlikte bir sûfînin müşâhede ettiği derunî hallerin dini ölçülerin dışına taşmamasını şart koşmuştur. Müridlerine hep “Uyun uydurmayın; itaat edin muhalefet etmeyin, yakınmayın; temizlenin kirlenmeyin” şeklinde tavsiyelerde bulunurdu. Kâdiriyye’nin İslâm’a uygun olduğu İbn Teymiye gibi tasavvuf tenkitçisi bir âlim tarafından bile kabul edilmiştir.

7 Allah Teâlâ’ya kulluğun ve O’nun dostluğunun beden ve şekille değil; kalbe, öze ve manaya bağlı olduğunu ifade eden Abdülkâdir Geylânî’ye göre kalbin arınması, bilginin hayata geçirilmesine ve ibadetlerin samimi ve gösterişten uzak (ihlâslı) bir şekilde yerine getirilmesine bağlıdır. Allah katında kul olabilmenin temelini bir kalp ameli olan tövbe teşkil eder. Kalp fani varlıklara bağlanıp güvenmekten kurtulduğu zaman tevekkül ve marifetullah deryasına dalar. Kur’an sevgisi, hükümleriyle amel edilerek ve ondan öğüt alınarak gösterilir. O, sadık bir sûfî olabilmek için Allah’ı samimi olarak aramayı ve kalbi mâsivâdan arındırmayı şart koşar. Ona göre belli bir takım kıyafetler giyerek ve aç kalıp zayıflayarak sûfî olunmaz. Zühd, bedenin değil ruhun özelliğidir. İtibar manaya olduğu için mâsivâdan yüz çevirme bedenle değil, gönülle olur. Allah Teâlâ’ya kulluğun ve O’nun dostluğunun beden ve şekille değil; kalbe, öze ve manaya bağlı olduğunu ifade eden Abdülkâdir Geylânî’ye göre kalbin arınması, bilginin hayata geçirilmesine ve ibadetlerin samimi ve gösterişten uzak (ihlâslı) bir şekilde yerine getirilmesine bağlıdır. Allah katında kul olabilmenin temelini bir kalp ameli olan tövbe teşkil eder. Kalp fani varlıklara bağlanıp güvenmekten kurtulduğu zaman tevekkül ve marifetullah deryasına dalar. Kur’an sevgisi, hükümleriyle amel edilerek ve ondan öğüt alınarak gösterilir. O, sadık bir sûfî olabilmek için Allah’ı samimi olarak aramayı ve kalbi mâsivâdan arındırmayı şart koşar. Ona göre belli bir takım kıyafetler giyerek ve aç kalıp zayıflayarak sûfî olunmaz. Zühd, bedenin değil ruhun özelliğidir. İtibar manaya olduğu için mâsivâdan yüz çevirme bedenle değil, gönülle olur.

8 Kâdiriyye ve Özellikleri İslâm dünyasının en eski ve en yaygın tarikatlarından birisi olarak kabul edilen Kâdiriyye, XIII–XV. asırlar arasında Osmanlı Devleti dışındaki Müslüman ülkelerde gelişimini farklı kolları sayesinde gerçekleştirmiştir. Kâdiriyye, Endonezya’dan Kuzey Afrika’ya, Sibirya’dan Afrika içlerine kadar yayılmıştır. Kâdiriyye’yi Anadolu’ya ilk defa İznikli Eşrefoğlu Rûmî (ö.1470) getirmiştir. İlk kez İstanbul’a getiren ise İsmail Rûmî (ö.1631)’dir. İsmail Rûmî’nin İstanbul’da yaptırdığı Tophane Tekkesi, bu yolun Anadolu’daki merkezi konumundadır. Kâdiriyye ve Özellikleri İslâm dünyasının en eski ve en yaygın tarikatlarından birisi olarak kabul edilen Kâdiriyye, XIII–XV. asırlar arasında Osmanlı Devleti dışındaki Müslüman ülkelerde gelişimini farklı kolları sayesinde gerçekleştirmiştir. Kâdiriyye, Endonezya’dan Kuzey Afrika’ya, Sibirya’dan Afrika içlerine kadar yayılmıştır. Kâdiriyye’yi Anadolu’ya ilk defa İznikli Eşrefoğlu Rûmî (ö.1470) getirmiştir. İlk kez İstanbul’a getiren ise İsmail Rûmî (ö.1631)’dir. İsmail Rûmî’nin İstanbul’da yaptırdığı Tophane Tekkesi, bu yolun Anadolu’daki merkezi konumundadır.

9 Günümüzde Türkiye sınırları içerisinde yaşayan Kadirî seyyidler, Osmanlı Devleti tarafından XIX. asrın başında Irak’taki Girdigân’dan getirtilerek bölgedeki asayişi sağlamak maksadıyla Bitlis, Siirt, Van ve Beytüşşebâb gibi şehirlere yerleştirilmişlerdir. İlk olarak Girdigân’dan Güneydoğu Anadolu’ya gelen Seyyid Abdullah Girdigânî’dir. İran’daki Rızâiye bölgesinden gelen Geylanîler ise umumiyetle Beytüşşebâb’a yerleşmişlerdir. Tarikat Güneydoğu Anadolu ve Doğu Anadolu’da Abdülkâdir Geylânî soyundan gelen Berzencî ve Sâdât-ı Nehrî gibi Suriyeli ve Kuzey Iraklı şeyh aileleri tarafından temsil edilmiştir. Ziyâeddin Abdurrahman Halis et-Talebânî (ö.1858) ise Kâdiriyye’nin Hâlisiyye kolunu kurmuştur. Bu kol, halifesi Mur-i Ali Baba (Mor Ali Baba) ile Sivas’ta, diğer halifeleri vasıtasıyla da Anadolu’da ve İstanbul’da tanınmıştır. Günümüzde Türkiye sınırları içerisinde yaşayan Kadirî seyyidler, Osmanlı Devleti tarafından XIX. asrın başında Irak’taki Girdigân’dan getirtilerek bölgedeki asayişi sağlamak maksadıyla Bitlis, Siirt, Van ve Beytüşşebâb gibi şehirlere yerleştirilmişlerdir. İlk olarak Girdigân’dan Güneydoğu Anadolu’ya gelen Seyyid Abdullah Girdigânî’dir. İran’daki Rızâiye bölgesinden gelen Geylanîler ise umumiyetle Beytüşşebâb’a yerleşmişlerdir. Tarikat Güneydoğu Anadolu ve Doğu Anadolu’da Abdülkâdir Geylânî soyundan gelen Berzencî ve Sâdât-ı Nehrî gibi Suriyeli ve Kuzey Iraklı şeyh aileleri tarafından temsil edilmiştir. Ziyâeddin Abdurrahman Halis et-Talebânî (ö.1858) ise Kâdiriyye’nin Hâlisiyye kolunu kurmuştur. Bu kol, halifesi Mur-i Ali Baba (Mor Ali Baba) ile Sivas’ta, diğer halifeleri vasıtasıyla da Anadolu’da ve İstanbul’da tanınmıştır.

10 Kâdiriyye’nin esasları, kurucusu Abdülkâdir Geylânî’nin el-Gunye, Fütûhu’l-gayb ve el-Fethu’r- Rabbânî adlı eserlerindeki görüşlerine dayanır. Oğlu Abdürrezzak’a vasiyeti sırasında söyledikleri bu eserlerdeki görüşlerin bir özeti mahiyetindedir. Abdülkâdir Geylânî vasiyetinde oğluna dinin emir ve yasaklarına titizlikle uymasını ve takva sahibi olmasını söyledikten sonra, yolunun Kitap ve Sünnet üzere bina edildiğini; gönül huzuru, cömertlik, bol sadaka verme, her türlü zorluğa katlanma ve ihvanın sıkıntılarına yardımcı olmanın yolun esasları olduğunu ifade etmiştir. Daha sonra tasavvufun herbiri bir peygamberin özelliği olan seha, rıza, sabır, işaret, gurbet, yünlü giymek, seyahat ve fakr gibi sekiz özelliğine dikkat çekmiştir. Kâdiriyye’nin esasları, kurucusu Abdülkâdir Geylânî’nin el-Gunye, Fütûhu’l-gayb ve el-Fethu’r- Rabbânî adlı eserlerindeki görüşlerine dayanır. Oğlu Abdürrezzak’a vasiyeti sırasında söyledikleri bu eserlerdeki görüşlerin bir özeti mahiyetindedir. Abdülkâdir Geylânî vasiyetinde oğluna dinin emir ve yasaklarına titizlikle uymasını ve takva sahibi olmasını söyledikten sonra, yolunun Kitap ve Sünnet üzere bina edildiğini; gönül huzuru, cömertlik, bol sadaka verme, her türlü zorluğa katlanma ve ihvanın sıkıntılarına yardımcı olmanın yolun esasları olduğunu ifade etmiştir. Daha sonra tasavvufun herbiri bir peygamberin özelliği olan seha, rıza, sabır, işaret, gurbet, yünlü giymek, seyahat ve fakr gibi sekiz özelliğine dikkat çekmiştir.

11 Kâdiriyye’nin ayrıca himmeti yüceltmek, haramdan sakınmak, hizmeti güzelleştirmek, azmi arttırmak ve nimete saygı göstermek gibi beş temel kuralı daha vardır. Bu kurallara riayet eden kimse bazı kazanımlar elde eder. Şöyle ki, himmetini yüceltenin derecesi yükselir; haramlardan sakınanı Allah korur; hizmeti güzelleştiren keramet sahibi olur; azmi arttıranın hidayeti sürekli olur; nimete saygı gösteren ona şükreder ve şükredenin de nimeti artar. Kâdiriyye’de seyru süluk (manevî yolculuk) Allah’ın yedi isminin (esmâ-i seb‘a) zikredilmesiyle gerçekleşir. Kâdiriyye’nin bazı kollarında şeyhlerin sâlikleri kabiliyetlerine göre letâif-i seb‘a (kalp, ruh, sır, sırru’s-sır, hafî, ahfâ, nefs-i kül) zikriyle manevi yolculuklarını sürdürdükleri de bilinmektedir. Bu usûlde sâlik ilk latîfe olan kalpten başlayarak 5000 defa ism-i celâli (Allah) zikreder. Bu latîfenin nuru zuhur edinceye kadar zikre devam eden sâlik, diğer latîfeler için de aynı şekilde zikre devam ederek manevî yolculuğunu tamamlar. Kâdiriyye’nin ayrıca himmeti yüceltmek, haramdan sakınmak, hizmeti güzelleştirmek, azmi arttırmak ve nimete saygı göstermek gibi beş temel kuralı daha vardır. Bu kurallara riayet eden kimse bazı kazanımlar elde eder. Şöyle ki, himmetini yüceltenin derecesi yükselir; haramlardan sakınanı Allah korur; hizmeti güzelleştiren keramet sahibi olur; azmi arttıranın hidayeti sürekli olur; nimete saygı gösteren ona şükreder ve şükredenin de nimeti artar. Kâdiriyye’de seyru süluk (manevî yolculuk) Allah’ın yedi isminin (esmâ-i seb‘a) zikredilmesiyle gerçekleşir. Kâdiriyye’nin bazı kollarında şeyhlerin sâlikleri kabiliyetlerine göre letâif-i seb‘a (kalp, ruh, sır, sırru’s-sır, hafî, ahfâ, nefs-i kül) zikriyle manevi yolculuklarını sürdürdükleri de bilinmektedir. Bu usûlde sâlik ilk latîfe olan kalpten başlayarak 5000 defa ism-i celâli (Allah) zikreder. Bu latîfenin nuru zuhur edinceye kadar zikre devam eden sâlik, diğer latîfeler için de aynı şekilde zikre devam ederek manevî yolculuğunu tamamlar.

12 Kâdiriyye kollarında toplu zikir farklı şekillerde icra edilmekle birlikte ortak nokta “sesli” (cehrî) ve “ayakta” (kıyâmî) yapılmasıdır. Kâdiriyye’de de Halvetiyye’deki gibi tarikate giren bir kimsenin kırk gün insanlardan uzak bir şekilde günlerini ibadet ve zikirle geçirmesi anlamına gelen “halvet” ve Nakşibendiyye’deki gibi mürşide kalben bağlanma anlamına gelen “râbıta” uygulaması vardır. Halvet uygulaması, günlük evratta olduğu gibi yolun her kolunda farklıdır. Pek çok tasavvuf yolunda olduğu gibi Kâdiriyye’de de musikiye önem verilmiştir. Bu önem, Kâdiriyye’yi Anadolu’ya getiren Eşrefoğlu Rûmî ile damadı ve halifesi Abdurrahim-i Tirsî’nin (ö.1519) musikişinas olmasına dayandırılır. İstanbul’da tanınan ilk Kadirî musikişinaslar, Tophane’deki merkezde vazife yapan zâkirbaşıları Molla Mustafa Efendi (ö.1732) ile Mahmud Efendi (ö.1748)’dir. Yine bu dönemde yaşamış Bağdatlı Mehdî de bu kadirîhâneye bağlı bir şair ve musikişinas olarak dikkat çeker. Kâdiriyye kollarında toplu zikir farklı şekillerde icra edilmekle birlikte ortak nokta “sesli” (cehrî) ve “ayakta” (kıyâmî) yapılmasıdır. Kâdiriyye’de de Halvetiyye’deki gibi tarikate giren bir kimsenin kırk gün insanlardan uzak bir şekilde günlerini ibadet ve zikirle geçirmesi anlamına gelen “halvet” ve Nakşibendiyye’deki gibi mürşide kalben bağlanma anlamına gelen “râbıta” uygulaması vardır. Halvet uygulaması, günlük evratta olduğu gibi yolun her kolunda farklıdır. Pek çok tasavvuf yolunda olduğu gibi Kâdiriyye’de de musikiye önem verilmiştir. Bu önem, Kâdiriyye’yi Anadolu’ya getiren Eşrefoğlu Rûmî ile damadı ve halifesi Abdurrahim-i Tirsî’nin (ö.1519) musikişinas olmasına dayandırılır. İstanbul’da tanınan ilk Kadirî musikişinaslar, Tophane’deki merkezde vazife yapan zâkirbaşıları Molla Mustafa Efendi (ö.1732) ile Mahmud Efendi (ö.1748)’dir. Yine bu dönemde yaşamış Bağdatlı Mehdî de bu kadirîhâneye bağlı bir şair ve musikişinas olarak dikkat çeker.

13 Kadirî mensuplarını dış görünüş itibariyle birbirlerinden ayırt edebilmeyi sağlayan giysilerden biri, başlarına giydikleri taçlardır. Bunlar, aynı zamanda tarikatların da sembolleri olmuşlardır. Kâdiriyye’de değişik türde birkaç taç vardır. Bunlardan en çok bilineni, “Bağdat” ya da “Celâlî müjgânlısı” olarak adlandırılan taçtır. Ayrıca tepe kısmında besmele-i şerîfin on dokuz harfini sembolize eden on dokuz tığ ve yedi renkli “Kadirî Gülü” bulunur. Kadirî dervişleri, Bektaşîler gibi keşkül, teber ve kanberiye gibi sembolleri de üzerlerinde taşımışlardır.

14 İstanbul’daki Tophane Kadirî Âsitânesi’nde “Erbaîn Helvası” pişirme geleneği vardı. Kadirî kültürünün İstanbul’daki tasavvufî hayata bazı katkıları olmuştur. Bunlardan birisi, kadirîhânede pişirilen ve İstanbul halkı arasında “erbaîn helvası” olarak meşhur olan tatlıdır. Bu helva, kadirîhânenin tarihi boyunca “yedi ismi” (etvâr-ı seb’a) temsil eden yedi derviş tarafından “tevhîd-i şerif” (lâ ilahe illallah) okunarak pişirildikten sonra, belirli kurallar dahilinde düzenlenen geleneksel törenlerle hem saraya gönderilir ve hem de tekke çevresindeki fakir fukaraya dağıtılırdı. Kışın soğuk geçen 21 Aralık-30 Ocak tarihleri arasındaki 40 günlük süreye eski takvimlerde “Erbaîn” denir ve bu dönemde bazı sûfîler halvete girerdi. Erbaîn döneminin sonunda bazı merasimler icra edilirdi. Kadirî Âsitânesi’ndeki erbaîn helvası merâsimi de şöyle olurdu: Padişah tarafından gönderilen 20 adet kurbanlık, sabah namazı ve evradından sonra bizzat şeyh efendi tarafından tığlanır (kesilir), akşam yemeği peygamber âilesine (pence-i âl-i abâ) işareten 5 tür yemekten oluşurdu. Akşam yemeğinden sonra dervişler berâberce hamdiyye okurlar ve yatsı namazına bir saat kala cüzleri paylaşarak Kur’ân hatmi yaparlardı. Bir saat içinde hem hatim, hem de erbaîn helvasının pişirilmesi biter ve gülbang çekilirdi. Helvayı etvâr-ı seb‘aya (nefsin yedi mertebesine) işareten dergâhın mensuplarından 7 kişi kelime-i tevhid okuyarak pişirirdi. Erbaîn helvası tahin ve bal ile hazırlanan bir irmik helvası idi. Pişince ocaktan indirilir ve demlenmeye bırakılırdı. Helva demlenirken yatsı namazı kılınır ve 70.000 kelime-i tevhid ile bir ilâhi okunurdu. Ardından şeyh efendi ve mürîdler tekkenin tevhîdhâne bölümünden matbaha iner, helva somat-ı şerîfe (sofralara) taksim edilerek yenirdi. İstanbul’daki Tophane Kadirî Âsitânesi’nde “Erbaîn Helvası” pişirme geleneği vardı. Kadirî kültürünün İstanbul’daki tasavvufî hayata bazı katkıları olmuştur. Bunlardan birisi, kadirîhânede pişirilen ve İstanbul halkı arasında “erbaîn helvası” olarak meşhur olan tatlıdır. Bu helva, kadirîhânenin tarihi boyunca “yedi ismi” (etvâr-ı seb’a) temsil eden yedi derviş tarafından “tevhîd-i şerif” (lâ ilahe illallah) okunarak pişirildikten sonra, belirli kurallar dahilinde düzenlenen geleneksel törenlerle hem saraya gönderilir ve hem de tekke çevresindeki fakir fukaraya dağıtılırdı. Kışın soğuk geçen 21 Aralık-30 Ocak tarihleri arasındaki 40 günlük süreye eski takvimlerde “Erbaîn” denir ve bu dönemde bazı sûfîler halvete girerdi. Erbaîn döneminin sonunda bazı merasimler icra edilirdi. Kadirî Âsitânesi’ndeki erbaîn helvası merâsimi de şöyle olurdu: Padişah tarafından gönderilen 20 adet kurbanlık, sabah namazı ve evradından sonra bizzat şeyh efendi tarafından tığlanır (kesilir), akşam yemeği peygamber âilesine (pence-i âl-i abâ) işareten 5 tür yemekten oluşurdu. Akşam yemeğinden sonra dervişler berâberce hamdiyye okurlar ve yatsı namazına bir saat kala cüzleri paylaşarak Kur’ân hatmi yaparlardı. Bir saat içinde hem hatim, hem de erbaîn helvasının pişirilmesi biter ve gülbang çekilirdi. Helvayı etvâr-ı seb‘aya (nefsin yedi mertebesine) işareten dergâhın mensuplarından 7 kişi kelime-i tevhid okuyarak pişirirdi. Erbaîn helvası tahin ve bal ile hazırlanan bir irmik helvası idi. Pişince ocaktan indirilir ve demlenmeye bırakılırdı. Helva demlenirken yatsı namazı kılınır ve 70.000 kelime-i tevhid ile bir ilâhi okunurdu. Ardından şeyh efendi ve mürîdler tekkenin tevhîdhâne bölümünden matbaha iner, helva somat-ı şerîfe (sofralara) taksim edilerek yenirdi.

15 Kâdiriyye Kolları ve Temsilcileri Kâdiriyye, Abdülkâdir Geylânî’nin ölümünden Moğollar’ın Bağdat’ı işgaline kadar (1258) geçen süre içerisinde kuruluşunu tamamlamış ve bazı kollara ayrılmıştır. Bağdat’ın işgaliyle birlikte aile mensupları burayı terkedip İslâm dünyasının çeşitli bölgelerine göç etmişlerdir. Kâdiriyye bu göçe paralel olarak haliyle birçok kola ayrılmıştır. Bu süreç tarihi boyunca devam etmiştir. Tarikatın kırk altı şubesi olduğundan söz edilir. Anadolu’da faaliyet gösteren Eşrefiyye, Rûmiyye, Resmiyye, Müştakiyye, Hâlisiyye ve Enveriyye kolları mevcuttur Kâdiriyye Kolları ve Temsilcileri Kâdiriyye, Abdülkâdir Geylânî’nin ölümünden Moğollar’ın Bağdat’ı işgaline kadar (1258) geçen süre içerisinde kuruluşunu tamamlamış ve bazı kollara ayrılmıştır. Bağdat’ın işgaliyle birlikte aile mensupları burayı terkedip İslâm dünyasının çeşitli bölgelerine göç etmişlerdir. Kâdiriyye bu göçe paralel olarak haliyle birçok kola ayrılmıştır. Bu süreç tarihi boyunca devam etmiştir. Tarikatın kırk altı şubesi olduğundan söz edilir. Anadolu’da faaliyet gösteren Eşrefiyye, Rûmiyye, Resmiyye, Müştakiyye, Hâlisiyye ve Enveriyye kolları mevcuttur

16 1. Eşrefiyye: Eşrefoğlu Rûmî (ö.1470) Eşrefoğlu Rûmî’nin asıl adı Abdullah; babasının adı ise Ahmed Eşref’tir. “Eşrefzâde”, “Abdullâh-ı İznîkî” ve “Abdullâh-ı Rûmî” adlarıyla tanınmıştır. Hz. Peygamber (a.s.) neslinden geldiği rivayet edilen bir ailenin çocuğudur. 1377’de İznik’te dünyaya gelen Eşrefoğlu’nun çocukluk yılları burada geçti. İlk tahsilini tamamladıktan sonra zahirî ilimleri, Bursa Sultan Mehmed Medresesi’nde tahsil etti. Eşrefoğlu, gördüğü bir rüya üzerine, gönlünde tasavvufa karşı bir meyil oldu ve kendisini irşat etmesi için Emir Sultan’a müracaat etti. Ancak o, yaşlılığını ileri sürerek kendisini Hacı Bayram Velî’ye gönderdi. Bunun üzerine Ankara’ya gidip Hacı Bayram Velî Dergâhı’nda on bir yıl kadar riyazet (az yeme-içme, az uyuma ve az konuşma) ve mücâhede yapıp, pekçok hizmette bulundu. Hacı Bayram Velî, bu kabiliyetli dervişinin belli bir merhaleyi aşmış olduğuna kanaat getirdikten sonra, önce onu dergâha imam, sonra da kızı Hayrunnisa ile evlendirerek kendisine damat yaptı. Ardından Bayramiyye’yi temsil etmek üzere icazet verip, şeyh olduğunu gösteren alem ve seccade ile doğum yeri İznik’e halife tayin etti. 1. Eşrefiyye: Eşrefoğlu Rûmî (ö.1470) Eşrefoğlu Rûmî’nin asıl adı Abdullah; babasının adı ise Ahmed Eşref’tir. “Eşrefzâde”, “Abdullâh-ı İznîkî” ve “Abdullâh-ı Rûmî” adlarıyla tanınmıştır. Hz. Peygamber (a.s.) neslinden geldiği rivayet edilen bir ailenin çocuğudur. 1377’de İznik’te dünyaya gelen Eşrefoğlu’nun çocukluk yılları burada geçti. İlk tahsilini tamamladıktan sonra zahirî ilimleri, Bursa Sultan Mehmed Medresesi’nde tahsil etti. Eşrefoğlu, gördüğü bir rüya üzerine, gönlünde tasavvufa karşı bir meyil oldu ve kendisini irşat etmesi için Emir Sultan’a müracaat etti. Ancak o, yaşlılığını ileri sürerek kendisini Hacı Bayram Velî’ye gönderdi. Bunun üzerine Ankara’ya gidip Hacı Bayram Velî Dergâhı’nda on bir yıl kadar riyazet (az yeme-içme, az uyuma ve az konuşma) ve mücâhede yapıp, pekçok hizmette bulundu. Hacı Bayram Velî, bu kabiliyetli dervişinin belli bir merhaleyi aşmış olduğuna kanaat getirdikten sonra, önce onu dergâha imam, sonra da kızı Hayrunnisa ile evlendirerek kendisine damat yaptı. Ardından Bayramiyye’yi temsil etmek üzere icazet verip, şeyh olduğunu gösteren alem ve seccade ile doğum yeri İznik’e halife tayin etti.

17 Ankara’dan İznik’e dönen Eşrefoğlu, Hacı Bayram Velî’nin emrettiği şekilde erbaîne girdi ve bu sırada gördüğü rüyaları kaydetti. Erbaînden çıktıktan sonra hanımını ve kızını yanına alarak, uzun ve meşakkatli bir yolculuğa çıktı. Nihâyet Hama’ya varıp Hüseyin el-Hamevî’ye intisap etti. İznik’te gördüğü ve kaydettiği rüyaları, şeyhin görmek istemesi üzerine kendisine takdim etti. Rüyaları hakkında bilgi sahibi olan Hüseyin el-Hamevî, kendisini derhal halvete koydu ve kırk günlük çilenin ardından halvetten çıkarıp Kadirî icazeti verdi. Sonra “Rumî, yine Hacı Bayram biraderimizin sikkesi dursun; ancak sen de sikke sahibi oldun. Var tepesinde olan pulu terklerinin içine kat ki, yedi terk olsun” dedi ve kendisine “Bir memlekette iki padişah olmaz; git, seni vatanına halife tayin ettim!” diyerek irşad hizmetinde bulunması için memleketine dönmesini emretti. Eşrefoğlu İznik’e döndükten sonra bir süre daha uzlet halinde yaşamaya devam etti ve nihayet burada kurduğu dergâhta irşat hizmetlerine başladı ve tarikatı kısa sürede yayıldı. Eşrefoğlu, yarım asırdan fazla bir süre insanları irşat ettikten sonra 1470 yılında, muhtemelen yüz yaşlarında iken İznik’te vefat etmiş ve daha sonraları camiye çevrilen dergâhın haziresine defnedilmiştir.

18 Dünyaya rağbet etmeyen, dervişane kıyafetler giyen, şöhretten kaçınan ve “seyyidlik” alameti olan yeşil destarını ömür boyu tacının içinde gizleyen Eşrefoğlu’nun Divân, Müzekki’n-nüfûs ve Tarîkatnâme adlı üç eseri vardır. Eşrefoğlu’nun şiirlerinde daha çok Yunus Emre tesiri olmakla beraber, kendine has söyleyişlerin bulunduğu manzumelerinin sayısı da az değildir. Hece ve aruz veznini başarıyla kullanan Eşrefoğlu, şiirlerinde tasavvufî remizlere büyük ölçüde yer vermiş ve bu çerçevede yeni mazmunlar oluşturmuştur. Şiirleri tekke edebiyatının muhteva bakımından en samimi örnekleri arasında yer alır. Şiirlerin bazıları “vahdet-i vücûd” neşvesiyle yazılmıştır. İlâhî aşkı terennüm ettiği şiirlerinin bir kısmı bestelenmiştir. Eşrefoğlu’nun tasavvufî görüş ve düşüncelerini Müzekki’n-nüfûs ve Tarîkatnâme adlı eserlerinden takib etmek mümkündür. Eşrefiyye, Osmanlı döneminde Anadolu’da kurulan tasavvuf yollarının en eskilerinden biridir. Eşrefoğlu, tarikatın temelini Hama’dan İznik’e döndüğünde tekkesini kurmakla atmıştır. Bu tekke, Kâdiriyye’nin Osmanlı topraklarındaki ilk tekkesidir. Eşrefiyye’nin kuruluş safhası, halifesi Abdürrahim Tirsî ve torunu Hamdi Efendi dönemlerinde tamamlamıştır. Dünyaya rağbet etmeyen, dervişane kıyafetler giyen, şöhretten kaçınan ve “seyyidlik” alameti olan yeşil destarını ömür boyu tacının içinde gizleyen Eşrefoğlu’nun Divân, Müzekki’n-nüfûs ve Tarîkatnâme adlı üç eseri vardır. Eşrefoğlu’nun şiirlerinde daha çok Yunus Emre tesiri olmakla beraber, kendine has söyleyişlerin bulunduğu manzumelerinin sayısı da az değildir. Hece ve aruz veznini başarıyla kullanan Eşrefoğlu, şiirlerinde tasavvufî remizlere büyük ölçüde yer vermiş ve bu çerçevede yeni mazmunlar oluşturmuştur. Şiirleri tekke edebiyatının muhteva bakımından en samimi örnekleri arasında yer alır. Şiirlerin bazıları “vahdet-i vücûd” neşvesiyle yazılmıştır. İlâhî aşkı terennüm ettiği şiirlerinin bir kısmı bestelenmiştir. Eşrefoğlu’nun tasavvufî görüş ve düşüncelerini Müzekki’n-nüfûs ve Tarîkatnâme adlı eserlerinden takib etmek mümkündür. Eşrefiyye, Osmanlı döneminde Anadolu’da kurulan tasavvuf yollarının en eskilerinden biridir. Eşrefoğlu, tarikatın temelini Hama’dan İznik’e döndüğünde tekkesini kurmakla atmıştır. Bu tekke, Kâdiriyye’nin Osmanlı topraklarındaki ilk tekkesidir. Eşrefiyye’nin kuruluş safhası, halifesi Abdürrahim Tirsî ve torunu Hamdi Efendi dönemlerinde tamamlamıştır.

19 Eşrefoğlu Rûmî’nin İznik’te kurduğu Eşrefoğlu Tekkesi, bu yolun ilk merkezidir. Eşrefoğlu’nun vefatından sonra vasiyeti gereği halifesi Abdürrahim Tirsî posta oturdu. O, yukarıda da ifade edildiği gibi, çocukluğundan itibaren Eşrefoğlu’nun himayesinde yetişmiş ve kızı Züleyha ile evlenerek damadı olmuştur. Abdürrahim Tirsî’nin, Yunus Emre ve Eşrefoğlu’nun etkisinde kalarak hece vezniyle ve sade bir dille yazdığı şiirlerinin yer aldığı bir Divân’ı vardır. Abdürrahim Tirsî, 1520’de vefat etti. Eşrefiyye’nin ikinci derece önemli merkezi ise Bursa’daki İncirli Dergâhı’dır. XVII. yüzyılda merkez tekke (âsitâne) fonksiyonunu bu dergâh üstlenmiştir. XVIII. yüzyıldan itibaren “Salı Tekkesi” olarak da bilinen Bursa Çatalfırın’daki Nûmâniye Dergâhı da zamanla tarikatın önemli merkezlerinden biri haline gelmiştir. Eşrefoğlu Rûmî’nin İznik’te kurduğu Eşrefoğlu Tekkesi, bu yolun ilk merkezidir. Eşrefoğlu’nun vefatından sonra vasiyeti gereği halifesi Abdürrahim Tirsî posta oturdu. O, yukarıda da ifade edildiği gibi, çocukluğundan itibaren Eşrefoğlu’nun himayesinde yetişmiş ve kızı Züleyha ile evlenerek damadı olmuştur. Abdürrahim Tirsî’nin, Yunus Emre ve Eşrefoğlu’nun etkisinde kalarak hece vezniyle ve sade bir dille yazdığı şiirlerinin yer aldığı bir Divân’ı vardır. Abdürrahim Tirsî, 1520’de vefat etti. Eşrefiyye’nin ikinci derece önemli merkezi ise Bursa’daki İncirli Dergâhı’dır. XVII. yüzyılda merkez tekke (âsitâne) fonksiyonunu bu dergâh üstlenmiştir. XVIII. yüzyıldan itibaren “Salı Tekkesi” olarak da bilinen Bursa Çatalfırın’daki Nûmâniye Dergâhı da zamanla tarikatın önemli merkezlerinden biri haline gelmiştir.

20 Eşrefî mensuplarının kültürümüze, ilmî, edebî ve sosyal alanlarda hizmet ve katkıları olmuştur. Mehmed Şerâfeddin Efendi’nin (ö.1733) Eyyûb Efendi Dergâhı’nda şeyhlik vazifesi ile birlikte esnafları denetleyen sosyal bir kurum olan “Şeyhülesnaflık” görevini de birlikte üstlenmesi örnek olarak zikredilebilir. Ayrıca Eşrefiyye’nin tekke kültürüne kazandırdığı bir yemek çeşidi olan “köfteli çorba” merasiminden de burada söz etmek gerekir. Şöyle ki, Eşrefiyye’nin Bursa’daki önemli merkezlerinden biri olan Nûmâniye Dergâhı’nda Ramazan ve Kurban Bayramları’nın ikinci gününde “köfteli çorba” merasimi yapılırdı. Günümüzde her yıl Mayıs ayının ilk Pazar günü İznik’te Eşrefoğlu için anma törenleri düzenlenmekte ve geleneğe uyularak misafirlere köfteli çorba ikram edilmektedir.

21 Rûmiyye (İsmailiyye): İsmail Rûmî (ö.1631) Rûmiyye, temelleri İsmail Rûmî tarafından atılan ve XVII. yüzyılın başlarında İstanbul’a getirilen bir Kadirî koludur. İsmail Rûmî, Tosya’da doğdu. İlk eğitimini burada tamamladıktan sonra, Kastamonu’ya gitti ve tahsiline orada devam etti. Bu sırada, yörenin tanınmış Halvetî şeyhlerinden Ahmed Efendi’ye bağlandı. Bir süre şeyhinin hizmetinde bulunduktan sonra Bağdat’a giden İsmail Rûmî, burada Abdülkâdir Geylânî soyundan gelen Kadirî Âsitânesi şeyhi Feyzullah Efendi’ye intisap etti. Ardından Mısır’a geçerek Abdülkâdir Geylânî’nin oğlu Abdürrezzak koluna bağlı Ahmed Mısrî’den Kadirî hilafeti aldı. Bu nedenle, Osmanlı Devleti dahilindeki bütün Rûmî şeyhleri, Ahmed Mısrî’ye bağlı olup, İstanbul’daki Kadirîhâne şeyhi tarafından kendilerine verilen icazetnamelerin tamamı bu kolun silsilesine göre düzenlenmiştir. Mısır’dan ayrılarak Anadolu’ya geçen İsmail Rûmî, Tosya ve Kastamonu’da kendi adına tekkeler kurdu ve sırasıyla İzmir, Manisa, Bursa, İzmit, Tekirdağ, Edirne ve Balkanları da içine alan bir seyahate çıkıp Rûmiyye’yi bu coğrafyada yaydı. Ardından İstanbul’a gelip Fatih’teki Sofular Camii’nde irşat faaliyetlerine başladı. Daha sonra müritlerinden Hacı Pîr’in Tophane’deki arazisini vakfetmesi üzerine, burada kendi adına bir Kadirî tekkesi kurdu. Rûmiyye (İsmailiyye): İsmail Rûmî (ö.1631) Rûmiyye, temelleri İsmail Rûmî tarafından atılan ve XVII. yüzyılın başlarında İstanbul’a getirilen bir Kadirî koludur. İsmail Rûmî, Tosya’da doğdu. İlk eğitimini burada tamamladıktan sonra, Kastamonu’ya gitti ve tahsiline orada devam etti. Bu sırada, yörenin tanınmış Halvetî şeyhlerinden Ahmed Efendi’ye bağlandı. Bir süre şeyhinin hizmetinde bulunduktan sonra Bağdat’a giden İsmail Rûmî, burada Abdülkâdir Geylânî soyundan gelen Kadirî Âsitânesi şeyhi Feyzullah Efendi’ye intisap etti. Ardından Mısır’a geçerek Abdülkâdir Geylânî’nin oğlu Abdürrezzak koluna bağlı Ahmed Mısrî’den Kadirî hilafeti aldı. Bu nedenle, Osmanlı Devleti dahilindeki bütün Rûmî şeyhleri, Ahmed Mısrî’ye bağlı olup, İstanbul’daki Kadirîhâne şeyhi tarafından kendilerine verilen icazetnamelerin tamamı bu kolun silsilesine göre düzenlenmiştir. Mısır’dan ayrılarak Anadolu’ya geçen İsmail Rûmî, Tosya ve Kastamonu’da kendi adına tekkeler kurdu ve sırasıyla İzmir, Manisa, Bursa, İzmit, Tekirdağ, Edirne ve Balkanları da içine alan bir seyahate çıkıp Rûmiyye’yi bu coğrafyada yaydı. Ardından İstanbul’a gelip Fatih’teki Sofular Camii’nde irşat faaliyetlerine başladı. Daha sonra müritlerinden Hacı Pîr’in Tophane’deki arazisini vakfetmesi üzerine, burada kendi adına bir Kadirî tekkesi kurdu.

22 Kâdiriyye İstanbul’a girdiği dönemde Halvetiyye, Bayramiyye, Nakşibendiyye ve Mevleviyye farklı halk tabakalarından meydana gelen geniş bir kesimi tekkelerine bağlayarak faaliyetlerini sürdürmekteydi. Bektaşiyye, Yeniçeri Ocağı bünyesindeki askerî bürokrasiye; Melâmiyye ise esnaf zümresi üzerindeki manevi otoritesiyle ticarî hayata yön vermekteydi. Kâdiriyye şehir hayatına Celvetiyye ile birlikte girmiştir. Her iki tarikatın da çok kısa bir süre içinde, İstanbul’daki diğer tasavvuf yollarıyla iyi bir denge kurarak ortama uyum sağlamaları, hem halk ve hem de saray nezdinde büyük itibâr kazanmalarına sebep olmuştur. İsmail Rûmî, Eşrefiyye’nin dönerek yapılan ve toplu zikir anlamına gelen “devran”ından farklı bir tarz geliştirmiştir. Evrâd-ı şerîfeye bazı küçük ilaveler yapmış ve yolun esasından sayılan seyru sülûku, kendi usûl ve içtihadına göre yeniden düzenlemiştir. Ayrıca İstanbul’da ilk defa “devran” zikrini icra eden, ilk defa Kadirî mührünü ortaya çıkaran ve beyaz çuhadan sekiz salgılı tacı ilk defa ortaya koyan da yine odur. Kâdiriyye İstanbul’a girdiği dönemde Halvetiyye, Bayramiyye, Nakşibendiyye ve Mevleviyye farklı halk tabakalarından meydana gelen geniş bir kesimi tekkelerine bağlayarak faaliyetlerini sürdürmekteydi. Bektaşiyye, Yeniçeri Ocağı bünyesindeki askerî bürokrasiye; Melâmiyye ise esnaf zümresi üzerindeki manevi otoritesiyle ticarî hayata yön vermekteydi. Kâdiriyye şehir hayatına Celvetiyye ile birlikte girmiştir. Her iki tarikatın da çok kısa bir süre içinde, İstanbul’daki diğer tasavvuf yollarıyla iyi bir denge kurarak ortama uyum sağlamaları, hem halk ve hem de saray nezdinde büyük itibâr kazanmalarına sebep olmuştur. İsmail Rûmî, Eşrefiyye’nin dönerek yapılan ve toplu zikir anlamına gelen “devran”ından farklı bir tarz geliştirmiştir. Evrâd-ı şerîfeye bazı küçük ilaveler yapmış ve yolun esasından sayılan seyru sülûku, kendi usûl ve içtihadına göre yeniden düzenlemiştir. Ayrıca İstanbul’da ilk defa “devran” zikrini icra eden, ilk defa Kadirî mührünü ortaya çıkaran ve beyaz çuhadan sekiz salgılı tacı ilk defa ortaya koyan da yine odur.

23 3. Resmiyye: Mustafa Resmî Efendi (ö.1793–94) İstanbul’da Eşrefiyye ve Rûmiyye’den sonra faaliyete başlayan Resmiyye, Mustafa Resmî Efendi’ye (ö.1793) nispet edilen bir tasavvuf yoludur. Mustafa Resmî Efendi, Edirnekapı’daki “Resmî Efendi” ve Karagümrük’teki “Kabakulak” tekkelerinin kurucusu ve ilk şeyhidir. Kadirî Şeyh Seyyid Mehmed Efendi’nin oğludur. Mustafa Gavsî Efendi’nin (ö.1756) halifelerinden, Akarcalı Şeyh Mustafa Kerîmî’nin halifesidir. 1792’de Kıbrıs Magosa’ya sürülmüş ve orada vefat etmiştir. XVIII. yüzyılın sonlarına doğru, Kâdiriyye’nin İstanbul’daki faaliyetlerinin ağırlık noktasını, Resmiyye’ye bağlı tekkeler oluşturmuştur. 3. Resmiyye: Mustafa Resmî Efendi (ö.1793–94) İstanbul’da Eşrefiyye ve Rûmiyye’den sonra faaliyete başlayan Resmiyye, Mustafa Resmî Efendi’ye (ö.1793) nispet edilen bir tasavvuf yoludur. Mustafa Resmî Efendi, Edirnekapı’daki “Resmî Efendi” ve Karagümrük’teki “Kabakulak” tekkelerinin kurucusu ve ilk şeyhidir. Kadirî Şeyh Seyyid Mehmed Efendi’nin oğludur. Mustafa Gavsî Efendi’nin (ö.1756) halifelerinden, Akarcalı Şeyh Mustafa Kerîmî’nin halifesidir. 1792’de Kıbrıs Magosa’ya sürülmüş ve orada vefat etmiştir. XVIII. yüzyılın sonlarına doğru, Kâdiriyye’nin İstanbul’daki faaliyetlerinin ağırlık noktasını, Resmiyye’ye bağlı tekkeler oluşturmuştur.

24 4. Müştakiyye: Mustafa Müştak Efendi (ö.1831) Müştakiyye, Bitlisli Mustafa Müştak Efendi’ye nispet edilen bir Kâdiriyye koludur. Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde Erzurum, Muş ve Bitlis gibi şehirlerde yaygınlık kazanmıştır. Bu tarikat, İstanbul’da Müştak Efendi’nin oğlu Edhem Baba vasıtasıyla tanınmıştır. En belirgin özellikleri âşıkâne bir şekilde cehrî olarak yapılan zikir ile coşup semâ yapmalarıdır. Ancak onların yaptığı semâ, Mevlevîlerinkinden farklıdır. Erzurum’da oğlu Şeyh Seyyid Hacı İbrahim Edhem Baba (ö.1886), İstanbul Etyemez’de Gümüşbaba Dergâhı şeyhi Seyyid Sadullah Efendi, Haseki’de Paşmak-ı Şerîf Dergâhı şeyhi Musullu Baba Efendi (ö.1881), Muhammed Celâl Paşa ve Ahmed Cemâl Paşa yetiştirdiği kişilerdendir. 4. Müştakiyye: Mustafa Müştak Efendi (ö.1831) Müştakiyye, Bitlisli Mustafa Müştak Efendi’ye nispet edilen bir Kâdiriyye koludur. Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde Erzurum, Muş ve Bitlis gibi şehirlerde yaygınlık kazanmıştır. Bu tarikat, İstanbul’da Müştak Efendi’nin oğlu Edhem Baba vasıtasıyla tanınmıştır. En belirgin özellikleri âşıkâne bir şekilde cehrî olarak yapılan zikir ile coşup semâ yapmalarıdır. Ancak onların yaptığı semâ, Mevlevîlerinkinden farklıdır. Erzurum’da oğlu Şeyh Seyyid Hacı İbrahim Edhem Baba (ö.1886), İstanbul Etyemez’de Gümüşbaba Dergâhı şeyhi Seyyid Sadullah Efendi, Haseki’de Paşmak-ı Şerîf Dergâhı şeyhi Musullu Baba Efendi (ö.1881), Muhammed Celâl Paşa ve Ahmed Cemâl Paşa yetiştirdiği kişilerdendir.

25 5. Hâlisiyye: Kerküklü Ziyâeddin Abdurrahman Hâlis et-Talebânî (ö.1859) Kerküklü Şeyh Ahmed Talebânî’nin oğlu ve halîfesi Abdurrahman Hâlis tarafından kurulmuş ve daha çok Kuzey Irak ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde yaygınlaşmış bir Kâdiriyye koludur. Sâdık Vicdânî, onun Kâdiriyye’nin seyru süluk usûlünü kelime-i tevhîd ve lafza-i celâl ile sınırlandırarak bir kısaltma yaptığını ve bu içtihadıyla dikkat çektiği için kol kurucusu kabul edildiğini söyler. Abdurrahman Hâlis, Atâullah İskenderî’nin Hikem-i Atâiyye, Fahreddin Irâkî’nin Lemaât ve Sühreverdî-i Maktûl’ün Heyâkilü’n-nûr adlı eserlerini tercüme etti. 6. Enveriyye: Osman Şems Efendi (ö.1889) Enveriyye, Osman Efendi’ye nispet edilen bir Kadiriyye koludur. “Bâzu’l Enver” lakabıyla tanınan Osman Efendi, yolun “pîr-i sânî”si kabûl edilir. Silsilesi, şeyhi Abdurrahim Ünyevî (ö.1856) vasıtasıyla Hacı Hasan Şirvânî’ye (ö.1788) ulaşır. Cumhuriyet Dönemi’nde vefat eden bazı önemli Kadirî şeyhleri şunlardır: Yahya Efendi Dergâhı şeyhi Abdülhay Efendi (Öztoprak), Aksaray Olanlar Dergâhı Şeyhi Mustafa Saffet Efendi (Yetkin), Eyüp’te Kuvâ-yı Milliyye’yi destekleyen Hâki Baba Dergâhı şeyhi Sâdeddin Efendi ve oğlu Hüseyin Nazmi Efendi (Ceylanoğlu), Kasımpaşa Aynî Ali Baba Dergâhı Kadirî-Rifâî şeyhi İstiklal Madalyası sahibi Albay Muhyiddin Ensârî, Yeşilzâde M. Salih Efendi’nin (ö.1954) müntesiplerinden biri olup, tesirli vaaz ve hutbeleriyle tanınan Şemseddin Yeşil (ö.1968) ve Mustafa Hayri Öğüt. 5. Hâlisiyye: Kerküklü Ziyâeddin Abdurrahman Hâlis et-Talebânî (ö.1859) Kerküklü Şeyh Ahmed Talebânî’nin oğlu ve halîfesi Abdurrahman Hâlis tarafından kurulmuş ve daha çok Kuzey Irak ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde yaygınlaşmış bir Kâdiriyye koludur. Sâdık Vicdânî, onun Kâdiriyye’nin seyru süluk usûlünü kelime-i tevhîd ve lafza-i celâl ile sınırlandırarak bir kısaltma yaptığını ve bu içtihadıyla dikkat çektiği için kol kurucusu kabul edildiğini söyler. Abdurrahman Hâlis, Atâullah İskenderî’nin Hikem-i Atâiyye, Fahreddin Irâkî’nin Lemaât ve Sühreverdî-i Maktûl’ün Heyâkilü’n-nûr adlı eserlerini tercüme etti. 6. Enveriyye: Osman Şems Efendi (ö.1889) Enveriyye, Osman Efendi’ye nispet edilen bir Kadiriyye koludur. “Bâzu’l Enver” lakabıyla tanınan Osman Efendi, yolun “pîr-i sânî”si kabûl edilir. Silsilesi, şeyhi Abdurrahim Ünyevî (ö.1856) vasıtasıyla Hacı Hasan Şirvânî’ye (ö.1788) ulaşır. Cumhuriyet Dönemi’nde vefat eden bazı önemli Kadirî şeyhleri şunlardır: Yahya Efendi Dergâhı şeyhi Abdülhay Efendi (Öztoprak), Aksaray Olanlar Dergâhı Şeyhi Mustafa Saffet Efendi (Yetkin), Eyüp’te Kuvâ-yı Milliyye’yi destekleyen Hâki Baba Dergâhı şeyhi Sâdeddin Efendi ve oğlu Hüseyin Nazmi Efendi (Ceylanoğlu), Kasımpaşa Aynî Ali Baba Dergâhı Kadirî-Rifâî şeyhi İstiklal Madalyası sahibi Albay Muhyiddin Ensârî, Yeşilzâde M. Salih Efendi’nin (ö.1954) müntesiplerinden biri olup, tesirli vaaz ve hutbeleriyle tanınan Şemseddin Yeşil (ö.1968) ve Mustafa Hayri Öğüt.

26 YESEVİYYE AHMED YESEVİ “Pir-i Türkistan” diye bilinen Ahmed Yesevî, Orta Asya’da geniş tesirler icra etmiş bir mutasavvıf-şâirdir. Yeseviyye tarikatının kurucusu olan Ahmed Yesevî’nin tarihi şahsiyeti hakkında bilgi azdır ve mevcut bilgiler de daha çok menkıbelere dayanır. Batı Türkistan’daki Çimkent şehrinin doğusunda yer alan Sayram kasabasında doğdu. Bazı kaynaklarda onun Yesi’de, bugünkü adıyla Türkistan’da doğduğu kaydedilmektedir. Doğum tarihi tam olarak bilinmemektedir. Onun Yûsuf Hemedânî’nin (ö. 535/1140- 41) halifelerinden oluşu göz önünde tutulduğunda XI. yüzyılın ikinci yarısında dünyaya geldiğini söylenebilir. Babasının adı İbrahim’dir. Annesi ise Ayşe Hatun’dur. “Pir-i Türkistan” diye bilinen Ahmed Yesevî, Orta Asya’da geniş tesirler icra etmiş bir mutasavvıf-şâirdir. Yeseviyye tarikatının kurucusu olan Ahmed Yesevî’nin tarihi şahsiyeti hakkında bilgi azdır ve mevcut bilgiler de daha çok menkıbelere dayanır. Batı Türkistan’daki Çimkent şehrinin doğusunda yer alan Sayram kasabasında doğdu. Bazı kaynaklarda onun Yesi’de, bugünkü adıyla Türkistan’da doğduğu kaydedilmektedir. Doğum tarihi tam olarak bilinmemektedir. Onun Yûsuf Hemedânî’nin (ö. 535/1140- 41) halifelerinden oluşu göz önünde tutulduğunda XI. yüzyılın ikinci yarısında dünyaya geldiğini söylenebilir. Babasının adı İbrahim’dir. Annesi ise Ayşe Hatun’dur.

27

28 Ahmed Yesevî önce annesini ve ardından da babasını kaybetti. Tahsiline Yesi’de başlayan Ahmed Yesevî küçük yaşlardan itibaren birtakım tecellîlere mazhar olmaya başladı. Menkıbelere göre, yedi yaşında Hızır’ın delâletine nail olan Ahmed Yesevî, Yesi’de Arslan Baba’ya intisap ederek ondan feyiz almaya başladı. Arslan Baba’nın Yesi’ye gelerek Ahmed Yesevî’yi bulması ve terbiyesi ile meşgul olup onu irşad etmesi, Hz. Peygamber’in (s.a.) manevî bir işaretine dayandığı söylenir. Bu irşad vesilesiyle kısa zamanda mertebeler aşmış ve şöhreti etrafa yayılmaya başlamıştır. Ahmed Yesevî, Arslan Baba’nın vefatından sonra Buhara’ya gider ve burada o devrin önde gelen âlim ve mutasavvıflarından Şeyh Yûsuf el-Hemedânî’ye intisap eder. Onun ardından irşad makamına sırasıyla Abdullah-ı Berkî, Şeyh Hasan-ı Endâkî geçmiş, onun da 1160 yılında vefatı üzerine Ahmed Yesevî bu görevi üstlenmiştir. Yesevî, bir müddet sonra irşad makamını Şeyh Abdülhâlik-ı Gucdüvânî’ye teslim ederek Yesi’ye dönmüş ve vefatına kadar irşad hizmetine burada devam etmiştir. Ahmed Yesevî önce annesini ve ardından da babasını kaybetti. Tahsiline Yesi’de başlayan Ahmed Yesevî küçük yaşlardan itibaren birtakım tecellîlere mazhar olmaya başladı. Menkıbelere göre, yedi yaşında Hızır’ın delâletine nail olan Ahmed Yesevî, Yesi’de Arslan Baba’ya intisap ederek ondan feyiz almaya başladı. Arslan Baba’nın Yesi’ye gelerek Ahmed Yesevî’yi bulması ve terbiyesi ile meşgul olup onu irşad etmesi, Hz. Peygamber’in (s.a.) manevî bir işaretine dayandığı söylenir. Bu irşad vesilesiyle kısa zamanda mertebeler aşmış ve şöhreti etrafa yayılmaya başlamıştır. Ahmed Yesevî, Arslan Baba’nın vefatından sonra Buhara’ya gider ve burada o devrin önde gelen âlim ve mutasavvıflarından Şeyh Yûsuf el-Hemedânî’ye intisap eder. Onun ardından irşad makamına sırasıyla Abdullah-ı Berkî, Şeyh Hasan-ı Endâkî geçmiş, onun da 1160 yılında vefatı üzerine Ahmed Yesevî bu görevi üstlenmiştir. Yesevî, bir müddet sonra irşad makamını Şeyh Abdülhâlik-ı Gucdüvânî’ye teslim ederek Yesi’ye dönmüş ve vefatına kadar irşad hizmetine burada devam etmiştir. Arslan Baba-Kazakistan-Otrar

29 Ahmed Yesevî altmış üç yaşına geldiğinde geleneğe uyarak tekke avlusunda müridlerine bir çilehane hazırlatmış ve vefatına kadar burada ibadet ve riyazatla meşgul olmuştur. Bu çilehane günümüzde de mevcuttur. Rivayete göre Ahmed Yesevî, Timur’un rüyasına girmiş ve ona zafer müjdesi vermiştir. Müjde gerçekleşince Timur Ahmed Yesevî’nin kabrini ziyarete gelmiş ve kabrin üstüne bir türbe yapılmasını emretmiştir. Devrin mimari şaheserlerinden biri olan türbe birkaç yıl içinde tamamlanmıştır. Ahmed Yesevî altmış üç yaşına geldiğinde geleneğe uyarak tekke avlusunda müridlerine bir çilehane hazırlatmış ve vefatına kadar burada ibadet ve riyazatla meşgul olmuştur. Bu çilehane günümüzde de mevcuttur. Rivayete göre Ahmed Yesevî, Timur’un rüyasına girmiş ve ona zafer müjdesi vermiştir. Müjde gerçekleşince Timur Ahmed Yesevî’nin kabrini ziyarete gelmiş ve kabrin üstüne bir türbe yapılmasını emretmiştir. Devrin mimari şaheserlerinden biri olan türbe birkaç yıl içinde tamamlanmıştır.

30 Ahmed Yesevi’ nin sünnet-i nebeviye olan bağlılığının derecesini gözler önüne seren bir rivayete göre Ahmed Yesevi, Yesi de altmış üç yaşına geldiğinde dergahının avlusuna açılan bir merdiven ve buna bağlı bir dehlizle ulaşılan, halvethane olarak kullandığı bir yer altı mescidi yaptırmış ve vefatına kadar bu mescidde ibadet ve riyazet ile meşgul olmuştur. Ahmed Yesevi’ nin yer altında uzun süren bir halveti yaşadığı hücresinin kalıntıları bugün de muhafaza edilmektedir. Ahmed Yesevi, hikmetlerinin birçoğunda bu uzlete çekilmesinin sebebi olarak Hz. Muhammed (S.A.V.)'in altmış üç yaşında vefat ederek yer altına girişini ve bu yüzden kendisinin de yer üstünde Peygamberimiz (S.A.V.)'den daha fazla gezmekten haya etmesini göstermektedir. "Divan-ı Hikmet"te Ahmed Yesevi’nin yer altında uzlete çekilişini ve uzlet hayatı esnasında yaşadığı manevi halleri anlatan hikmetler önemli bir yere sahiptir. Esasen Divan- Hikmet’ten anlaşıldığına göre hikmetlerinin büyük bir kısmı da ilahi ilham ile bu mekanda Ahmed Yesevi’nin dilinden dökülmüş ve yanındaki dervişler tarafından kağıt üzerine tespit edilmiştir. Bu uzlet hayatının ne kadar sürdüğü belli değildir; fakat vefat tarihi olarak kabul edilen 1166 yılına kadar yaklaşık 10 yıl süreyle ahiret ehli biri gibi yeraltındaki çilehanesinde uzletini sürdürdüğü ve 73 yaşında vefat ettiği sanılmaktadır. Ahmed Yesevi’ nin sünnet-i nebeviye olan bağlılığının derecesini gözler önüne seren bir rivayete göre Ahmed Yesevi, Yesi de altmış üç yaşına geldiğinde dergahının avlusuna açılan bir merdiven ve buna bağlı bir dehlizle ulaşılan, halvethane olarak kullandığı bir yer altı mescidi yaptırmış ve vefatına kadar bu mescidde ibadet ve riyazet ile meşgul olmuştur. Ahmed Yesevi’ nin yer altında uzun süren bir halveti yaşadığı hücresinin kalıntıları bugün de muhafaza edilmektedir. Ahmed Yesevi, hikmetlerinin birçoğunda bu uzlete çekilmesinin sebebi olarak Hz. Muhammed (S.A.V.)'in altmış üç yaşında vefat ederek yer altına girişini ve bu yüzden kendisinin de yer üstünde Peygamberimiz (S.A.V.)'den daha fazla gezmekten haya etmesini göstermektedir. "Divan-ı Hikmet"te Ahmed Yesevi’nin yer altında uzlete çekilişini ve uzlet hayatı esnasında yaşadığı manevi halleri anlatan hikmetler önemli bir yere sahiptir. Esasen Divan- Hikmet’ten anlaşıldığına göre hikmetlerinin büyük bir kısmı da ilahi ilham ile bu mekanda Ahmed Yesevi’nin dilinden dökülmüş ve yanındaki dervişler tarafından kağıt üzerine tespit edilmiştir. Bu uzlet hayatının ne kadar sürdüğü belli değildir; fakat vefat tarihi olarak kabul edilen 1166 yılına kadar yaklaşık 10 yıl süreyle ahiret ehli biri gibi yeraltındaki çilehanesinde uzletini sürdürdüğü ve 73 yaşında vefat ettiği sanılmaktadır.

31 Ahmed Yesevî’nin Gevher Şehnaz ve Gevher Hoşnaz adlarında iki kızı dünyaya gelmiş ve soyu Gevher Şehnaz vasıtasıyla devam etmiştir. Türkistan, Mâverâünnehir ve diğer Orta Asya bölgelerinde olduğu gibi Anadolu’da da Evliya Çelebi, Semerkantlı Şeyh Zekeriyyâ ve Üsküplü Şâir Atâ gibi kendilerini Ahmed Yesevî’nin neslinden sayan pek çok ünlü şahsiyet çıkmıştır. Yine rivayete göre, Ahmed Yesevî’nin binlerce müridi ve daha hayatta iken tayin ettiği pek çok halifesi vardı. İlk halifesi Arslan Baba’nın oğlu Mansûr Atâ’dır (ö. 1197). Mansûr Atâ’dan sonra sırasıyla Abdülmelik Atâ, Tâc Hâce ve Zengî Atâ gibi şeyhler irşad mevkiine geçtiler. Türkler arasında büyük bir şöhret ve nüfuz kazanan ise Süleyman Hakîm Atâ’dır (ö. 582/1186). Ahmed Yesevî’nin Gevher Şehnaz ve Gevher Hoşnaz adlarında iki kızı dünyaya gelmiş ve soyu Gevher Şehnaz vasıtasıyla devam etmiştir. Türkistan, Mâverâünnehir ve diğer Orta Asya bölgelerinde olduğu gibi Anadolu’da da Evliya Çelebi, Semerkantlı Şeyh Zekeriyyâ ve Üsküplü Şâir Atâ gibi kendilerini Ahmed Yesevî’nin neslinden sayan pek çok ünlü şahsiyet çıkmıştır. Yine rivayete göre, Ahmed Yesevî’nin binlerce müridi ve daha hayatta iken tayin ettiği pek çok halifesi vardı. İlk halifesi Arslan Baba’nın oğlu Mansûr Atâ’dır (ö. 1197). Mansûr Atâ’dan sonra sırasıyla Abdülmelik Atâ, Tâc Hâce ve Zengî Atâ gibi şeyhler irşad mevkiine geçtiler. Türkler arasında büyük bir şöhret ve nüfuz kazanan ise Süleyman Hakîm Atâ’dır (ö. 582/1186). Zengî Atâ Türbesi

32 Mürşidi Şeyh Yûsuf el-Hemedânî gibi Ahmed Yesevî de Hanefî mezhebine mensup bir âlimdir. Mürşidi gibi o da kuvvetli bir medrese tahsili görmüş, din ilimleri yanında tasavvufu da iyice öğrenmiştir. Bununla beraber devrinin birçok din âlim ve mutasavvıfı gibi belli bir sahada kalmamış, inandıklarını ve öğrendiklerini çevresindeki yerli ve göçebe halka anlayabilecekleri bir dil ile anlatmaya çalışmıştır. Şeriat hükümlerini, tasavvuf esaslarını, tarikatının âdâb ve erkânını öğretip ehl-i sünnet akidesini yaymak ve yerleştirmek başlıca gayesi olmuştur. İslâm şeriatına ve Hz. Peygamber’in sünnetine sık sıkıya bağlı olan Ahmed Yesevî’nin şeriat ile tarikatı kolayca telif etmesi, Yeseviyye’nin Sünnî Türkler arasında hızla yayılmasına zemin hazırlamıştır. Mürşidi Şeyh Yûsuf el-Hemedânî gibi Ahmed Yesevî de Hanefî mezhebine mensup bir âlimdir. Mürşidi gibi o da kuvvetli bir medrese tahsili görmüş, din ilimleri yanında tasavvufu da iyice öğrenmiştir. Bununla beraber devrinin birçok din âlim ve mutasavvıfı gibi belli bir sahada kalmamış, inandıklarını ve öğrendiklerini çevresindeki yerli ve göçebe halka anlayabilecekleri bir dil ile anlatmaya çalışmıştır. Şeriat hükümlerini, tasavvuf esaslarını, tarikatının âdâb ve erkânını öğretip ehl-i sünnet akidesini yaymak ve yerleştirmek başlıca gayesi olmuştur. İslâm şeriatına ve Hz. Peygamber’in sünnetine sık sıkıya bağlı olan Ahmed Yesevî’nin şeriat ile tarikatı kolayca telif etmesi, Yeseviyye’nin Sünnî Türkler arasında hızla yayılmasına zemin hazırlamıştır.

33 Dîvân-ı Hikmet Ahmed Yesevî’nin hikmetlerini içine alan mecmuanın adıdır. Hikmetler Türkler arasında düşünce birliğinin teşekkül etmesi bakımından önemli bir rol üstlenmiştir. Ahmed Yesevî’ye izafe edilen Fakrnâme ise Dîvân-ı Hikmet’in mensur bir mukaddimesi durumundadır. Fakrnâme’nin Dîvân-ı Hikmet yazmalarının hiçbirinde bulunmaması, Ahmed Yesevî tarafından kaleme alınmadığını, sonradan Dîvân-ı Hikmet’i tertip edenler tarafından esere dahil edildiğini göstermektedir.

34 Hoca Ahmed Yesevi’nin eserlerinde halkı şüphelere düşürecek, itikadları sarsacak özel imgelere, imalara rastlanmaz. Şeriat hükümlerine karşı bazen dikkatsizce hareket eden, cezbesi galip büyük bir kısım sofilerden sadır olan ve onların zahir alimleri tarafından suçlanmasına yol açan fikir ve ibareler bu büyük Türk şeyhinin eserlerinde hemen yok gibidir. Çevresinde İslamla yeni tanışmış ancak çok güçlü olarak bağlanmış saf inançlı Türkler toplandığından Ahmed Yesevi, Arapçayı ve Fars edebiyatını çok iyi bildiği halde, uzlete çekildiği çilehanesinde çevresinde halkalananlara onların kolayca anlayabilecekleri Türk dili ile hitab etmeyi tercih etti. Tarikatını süluk adabını Arapça ve Farsça bilmeyen Türk dervişlerine anlatmak için de, Türklerin halk edebiyatından alınmış şekillerle hikmetler söyledi; bu şiirler daha sonra özgün bir isim olarak "hikmet" adı ile tanınıp "Divan-ı Hikmet" adı verilen kitaplarda bir araya getirilecekti. İbadetle dolu hayatının boş kalan vakitlerinde ise tahtadan kaşık ve kepçe yontup, onları satarak geçimini sağlıyordu. Hoca Ahmed Yesevi’nin eserlerinde halkı şüphelere düşürecek, itikadları sarsacak özel imgelere, imalara rastlanmaz. Şeriat hükümlerine karşı bazen dikkatsizce hareket eden, cezbesi galip büyük bir kısım sofilerden sadır olan ve onların zahir alimleri tarafından suçlanmasına yol açan fikir ve ibareler bu büyük Türk şeyhinin eserlerinde hemen yok gibidir. Çevresinde İslamla yeni tanışmış ancak çok güçlü olarak bağlanmış saf inançlı Türkler toplandığından Ahmed Yesevi, Arapçayı ve Fars edebiyatını çok iyi bildiği halde, uzlete çekildiği çilehanesinde çevresinde halkalananlara onların kolayca anlayabilecekleri Türk dili ile hitab etmeyi tercih etti. Tarikatını süluk adabını Arapça ve Farsça bilmeyen Türk dervişlerine anlatmak için de, Türklerin halk edebiyatından alınmış şekillerle hikmetler söyledi; bu şiirler daha sonra özgün bir isim olarak "hikmet" adı ile tanınıp "Divan-ı Hikmet" adı verilen kitaplarda bir araya getirilecekti. İbadetle dolu hayatının boş kalan vakitlerinde ise tahtadan kaşık ve kepçe yontup, onları satarak geçimini sağlıyordu.

35 Hoca Ahmed Yesevi’nin soyundan gelen ve İslam dünyasının değişik yerlerinde yaşadıkları ve irşad faaliyetinde bulundukları kaydedilen tasavvuf alimlerinden bir kısmı çeşitli kaynaklarda zikredilmiştir. Bu kişiler arasında Semerkand alimlerinden Sadr-ı alem Şeyh, Ejderhan yakınlarında katledilen Baba Şeyh, Bağdat-Kazvin arasındaki Gürgan'da yaşayan Şeyh Muhammed Dem Tiz bin Ahmed Yesevi, Keşmir'de medfun bulunan Hoca Hafız Ahmed Yesevi en- Nakşbendi isimlerine rastlanmaktadır. Bu kişilerin Ahmed Yesevi'nin kızı Gevher Şehnaz’dan gelen bir soy kütüğüne sahip olmaları muhtemeldir. Hoca Ahmed Yesevi’nin soyundan gelen ve İslam dünyasının değişik yerlerinde yaşadıkları ve irşad faaliyetinde bulundukları kaydedilen tasavvuf alimlerinden bir kısmı çeşitli kaynaklarda zikredilmiştir. Bu kişiler arasında Semerkand alimlerinden Sadr-ı alem Şeyh, Ejderhan yakınlarında katledilen Baba Şeyh, Bağdat-Kazvin arasındaki Gürgan'da yaşayan Şeyh Muhammed Dem Tiz bin Ahmed Yesevi, Keşmir'de medfun bulunan Hoca Hafız Ahmed Yesevi en- Nakşbendi isimlerine rastlanmaktadır. Bu kişilerin Ahmed Yesevi'nin kızı Gevher Şehnaz’dan gelen bir soy kütüğüne sahip olmaları muhtemeldir.

36 Ünlü Osmanlı gezgini Evliya Çelebi de Hoca Ahmed Yesevi’nin soyundan geldiğini seyahatnamesinde belirtmiştir. Evliya Çelebi, ayrıca gezdiği yerlerde rastladığı Yesevi dervişlerine ait makamları da eserinde kaydetmiştir. Bu derviş-gaziler arasında Deliorman’daki Demirci Baba, Niyazabad'daki Avşar Baba, Merzifon’daki Pir Dede,Karadeniz kenarında Batova’daki Akyazılı, Bursa’daki Geyikli Baba, Abdal Musa, İstanbul Unkapanı’ndaki Horoz Dede, Bozok Sancağı Yozgat'taki Emir Çin Osman, Tokat merkezindeki Gaj-Gaj Dede ve Zile ilçesindeki Şeyh Nusret Evliya Çelebi’nin tesbit edebildiği Yesevi dervişleridir. Ancak bunlardan hiçbirisi Nevşehir’de yerleşen Hacı Bektaş Veli kadar ün kazanmamıştır. Rumeli’nin fethinin manevi öncüsü olan Sarı Saltık da asıl adı Muhammed Buhari olan bir Yesevî dervişidir. Evliya Çelebi, Sarı Saltık'ın Karadeniz kıyısında Romanya’nın Silistre bölgesindeki türbesini ziyaret ettiğini belirtmiştir. Sarı Saltık için yapılan bir makam ise İstanbul Boğazı’nın Rumeli yakasındaki Rumeli Feneri'nde yer almaktadır.

37 Yeseviyye tarikatı, önce Seyhun nehri havzasında Taşkent ve çevresinde yerleştikten sonra, Aral gölünün güneyindeki Harezm bölgesine yayılmış, aynı zamanda Seyhun ile Ceyhun nehrinin sınırlarını çizdiği Mâveraünnehr'de geniş bir kitleye yayılmıştır. Diğer taraftan Türkistan'ın kuzeybatı bozkırlarından Kıpçak lehçesinin hakim olduğu İdil-Ural bölgesine uzanan Yeseviyye tarikatı, Pir-i Türkistan'ın işareti ile yola çıkan dervişleri tarafından Horasan, Azerbaycan ve Anadolu ya kadar ulaşmıştır. Tarihi gelişim sonucu Nakşbendiyye tarikatının daha yaygın hale geldiği XV-XVI. yüzyıllara kadar Türkistan ve Horasan’ın hemen her yerinde hatta Keşmirde, Kâbilde, İstanbul'da, Temeşvar’da, Hicaz'da Yesevi dervişlerine rastlanmaktaydı.

38 Ahmed Yesevi’in esaslarını belirlediği Yeseviyye tarikatı, daha sonra Türkistan ve Anadolu’da gelişecek olan başta Nakşbendiyye olmak üzere Kübreviyye, Çiştiyye gibi diğer büyük tasavvuf ekollerini de derinden etkilemiştir. Nakşbendiyye tarikatının, Hoca Ahmed Yesevi ile irtibatı Muhammed Bahaüddin Buhari veya kısaca "Şah-ı Nakşbend" namı ile tanınan tarikatın Pirinin Yesevi şeyhlerinden "Kasem Şeyh" ve Halil Ata ile bir süre birlikte olarak feyz almasına dayanır. Şah-ı Nakşbend'in devrin hükümdarı olan Halil Ata'nın yanında zahiren hükümdarın hizmetinde geçen altı yıl boyunca feyz ve süluk yolunda büyük mesafeler katettiği kendilerinden rivayet edilmiştir. Şah- ı Nakşbend'den sonra Nakşbendiyye tarikatı, Türkistan Türkleri arasında çok yayılmış, daha önce gelişen Yeseviyye tarikatının nüfuz sahasını bir anlamda daraltmıştır. Ancak genel çizgileriyle aralarında büyük farklılıklar bulunmayan bu tarikatlardan Nakşbendiyye'nin bütün Orta Asya ve daha sonra Afganistan, Hindistan, Kazan, Orta Doğu ve nihayet Anadolu’da çok geniş bir coğrafyada yayılıp benimsenmesi Yesevi dervişlerinin daha önceden bu iklimlerde yaptıkları faaliyete bağlı olarak kolaylaşmıştır. Ahmed Yesevi’in esaslarını belirlediği Yeseviyye tarikatı, daha sonra Türkistan ve Anadolu’da gelişecek olan başta Nakşbendiyye olmak üzere Kübreviyye, Çiştiyye gibi diğer büyük tasavvuf ekollerini de derinden etkilemiştir. Nakşbendiyye tarikatının, Hoca Ahmed Yesevi ile irtibatı Muhammed Bahaüddin Buhari veya kısaca "Şah-ı Nakşbend" namı ile tanınan tarikatın Pirinin Yesevi şeyhlerinden "Kasem Şeyh" ve Halil Ata ile bir süre birlikte olarak feyz almasına dayanır. Şah-ı Nakşbend'in devrin hükümdarı olan Halil Ata'nın yanında zahiren hükümdarın hizmetinde geçen altı yıl boyunca feyz ve süluk yolunda büyük mesafeler katettiği kendilerinden rivayet edilmiştir. Şah- ı Nakşbend'den sonra Nakşbendiyye tarikatı, Türkistan Türkleri arasında çok yayılmış, daha önce gelişen Yeseviyye tarikatının nüfuz sahasını bir anlamda daraltmıştır. Ancak genel çizgileriyle aralarında büyük farklılıklar bulunmayan bu tarikatlardan Nakşbendiyye'nin bütün Orta Asya ve daha sonra Afganistan, Hindistan, Kazan, Orta Doğu ve nihayet Anadolu’da çok geniş bir coğrafyada yayılıp benimsenmesi Yesevi dervişlerinin daha önceden bu iklimlerde yaptıkları faaliyete bağlı olarak kolaylaşmıştır.

39 Yeseviyye ve Özellikleri Yeseviyye’nin kurucusu Ahmed Yesevî’dir. Tarikat, önce Seyhun ve Taşkent bölgelerinde yayıldı. Daha sonra Harezm, Mâverâünnehr ve nihayet dervişler vasıtasıyla Horasan, Azerbaycan ve Anadolu’ya ulaştı. Fuat Köprülü, Ahmed Yesevî ve tarikatı üzerine Türkçe bir çalışma yapmış ve Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar adıyla yayımlanmıştır. Nakşibendiye ve Bektâşiyye’yi Yeseviyye’nin bir kolu olarak görenler de vardır. Yeseviyye’de tasavvufi anlayışın temelini mârifetullah, sehâvet, sıdk, fenâ fillah, tevekkül ve tefekkür gibi kavramlar oluşturur. Yeseviyye’de bir sâlikin kemâl sahibi olmayı arzulaması, Cenâb-ı Hakk’a ulaşmayı istemesi (vuslat), korku ve ümit arasında bir halde olması ve zikre devam etmesi gerekir. Yeseviyye’de zikir cehrî olup aynı anlama gelen “zikr-i erre” veya “zikr-i minşârî” adlarıyla anılır. Yeseviyye’nin kurucusu Ahmed Yesevî’dir. Tarikat, önce Seyhun ve Taşkent bölgelerinde yayıldı. Daha sonra Harezm, Mâverâünnehr ve nihayet dervişler vasıtasıyla Horasan, Azerbaycan ve Anadolu’ya ulaştı. Fuat Köprülü, Ahmed Yesevî ve tarikatı üzerine Türkçe bir çalışma yapmış ve Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar adıyla yayımlanmıştır. Nakşibendiye ve Bektâşiyye’yi Yeseviyye’nin bir kolu olarak görenler de vardır. Yeseviyye’de tasavvufi anlayışın temelini mârifetullah, sehâvet, sıdk, fenâ fillah, tevekkül ve tefekkür gibi kavramlar oluşturur. Yeseviyye’de bir sâlikin kemâl sahibi olmayı arzulaması, Cenâb-ı Hakk’a ulaşmayı istemesi (vuslat), korku ve ümit arasında bir halde olması ve zikre devam etmesi gerekir. Yeseviyye’de zikir cehrî olup aynı anlama gelen “zikr-i erre” veya “zikr-i minşârî” adlarıyla anılır.

40 Yeseviyye’de halvet uygulaması önem arz eder ve kendine has bir usûlü vardır. Halvet sırasında nefse ve şeytana âit olan hazlar yanıp mahvolmalıdır, insanın gönlü mâsivâdan arınmalı ve Allah’ın nuruyla dolmalıdır. Ahmed Yesevî’ye göre şeriat ve tarikat olmak üzere iki çeşit halvet vardır. Şeriat halvetini tamamlamayanın tarikat halveti yapması doğru değildir. Tarikat halveti, sâlikin bütün kusurlardan, kötü söz ve günahlardan samimi bir şekilde tövbe etmesi esasına dayanır. Yeseviyye’de halvet uygulaması önem arz eder ve kendine has bir usûlü vardır. Halvet sırasında nefse ve şeytana âit olan hazlar yanıp mahvolmalıdır, insanın gönlü mâsivâdan arınmalı ve Allah’ın nuruyla dolmalıdır. Ahmed Yesevî’ye göre şeriat ve tarikat olmak üzere iki çeşit halvet vardır. Şeriat halvetini tamamlamayanın tarikat halveti yapması doğru değildir. Tarikat halveti, sâlikin bütün kusurlardan, kötü söz ve günahlardan samimi bir şekilde tövbe etmesi esasına dayanır.

41 Rifâiyye’nin kurucusu Ahmed er-Rifâî, köklü bir mutasavvıf aileye mensuptur. Aile büyüklerinden Rifâa el-Hasen el-Mekkî’den (ö. 943) aldığı “Rifâî” lakabı, kurduğu yolun da “Rifâiyye” olarak tanınmasına neden oldu. Peygamber efendimizin soyundan olup seyyiddir. Anne tarafından da nesebi hazreti Halid bin Zeyd Ebu Eyyub el-Ensari'ye dayanır. Bu yüzden kendisine Ebu'l Alameyn (iki sancak sahibi) künyesi verilmiştir. Ayrıca Rifâiyye, kurucusunun adından dolayı “Ahmediyye” olarak da anılmıştır. Ebü’l-Fazl Ali el-Vâsitî’den İslâmî ilimleri öğrenen Ahmed er-Rifâî âlim, muhaddis, fakîh ve müfessir bir sûfîdir. Dayısı Mansur el-Batâihî’den icazet alarak doğum yeri olan Umm Ubeyde’deki tekkenin şeyhliğini üstlendi ve burasını Rifâiyye’nin merkezi yaptı. Tekkesine gelen kişilere sabah-akşam yemek verilirdi. Kısa zamanda müridlerinin sayısı çoğaldı ve şöhreti etrafa yayıldı. Bu durum Irak’taki bazı şeyhlerin kendisini kıskanmalarına, hakkında dedi-kodu çıkarmalarına sebep oldu. Nihayet Abbasi halifesi el-Muktefî’ye şikayet ettiler. Halife şikayeti tahkik etmek üzere müfettiş gönderdi ve şikayetin yersiz olduğu anlaşıldı. Rifâiyye’nin kurucusu Ahmed er-Rifâî, köklü bir mutasavvıf aileye mensuptur. Aile büyüklerinden Rifâa el-Hasen el-Mekkî’den (ö. 943) aldığı “Rifâî” lakabı, kurduğu yolun da “Rifâiyye” olarak tanınmasına neden oldu. Peygamber efendimizin soyundan olup seyyiddir. Anne tarafından da nesebi hazreti Halid bin Zeyd Ebu Eyyub el-Ensari'ye dayanır. Bu yüzden kendisine Ebu'l Alameyn (iki sancak sahibi) künyesi verilmiştir. Ayrıca Rifâiyye, kurucusunun adından dolayı “Ahmediyye” olarak da anılmıştır. Ebü’l-Fazl Ali el-Vâsitî’den İslâmî ilimleri öğrenen Ahmed er-Rifâî âlim, muhaddis, fakîh ve müfessir bir sûfîdir. Dayısı Mansur el-Batâihî’den icazet alarak doğum yeri olan Umm Ubeyde’deki tekkenin şeyhliğini üstlendi ve burasını Rifâiyye’nin merkezi yaptı. Tekkesine gelen kişilere sabah-akşam yemek verilirdi. Kısa zamanda müridlerinin sayısı çoğaldı ve şöhreti etrafa yayıldı. Bu durum Irak’taki bazı şeyhlerin kendisini kıskanmalarına, hakkında dedi-kodu çıkarmalarına sebep oldu. Nihayet Abbasi halifesi el-Muktefî’ye şikayet ettiler. Halife şikayeti tahkik etmek üzere müfettiş gönderdi ve şikayetin yersiz olduğu anlaşıldı.

42 Esselamü aleyküm ya ceddi!

43 Bir yıl sonra Halife el-Müstencid bir adamını göndererek Seyyid Ahmed er-Rifâî’den nasihat, tavsiye ve duâ istedi. 560/1164 senesinde halife kendisini Bağdad’a davet edip izzet ve ikramlarda bulundu. 578/1182’de vefat etti ve Bağdat’ın güneyinde Vâsıt yakınlarında bir yere defnedildi. Nesli Fâtıma ve Zeynep isimli kızlarıyla devam etmiştir. Dört kutuptan (aktâb-ı erbea) biri olarak kabul edilen Ahmed er-Rifâî’nin, Hizbü’l-esrâr adlı eserini, doğrudan Hz. Peygamber’den (s.a.) aldığı rivayet edilir. Ahmed er-Rifâî’nin diğer eserleri ise şunlardır: el-Hikemü’r-Rifâiyye, el-Burhânü’l- müeyyed, el-Mecâlisü’s-seniyye er-Rifâiyye, el-Erbeûne hadîsen, Hâletü ehli’l-hakîka ma‘allah, en-Nizâmü’l-hâss li ehli’l-ihtisâs ve el-Eş‘âr. Bir yıl sonra Halife el-Müstencid bir adamını göndererek Seyyid Ahmed er-Rifâî’den nasihat, tavsiye ve duâ istedi. 560/1164 senesinde halife kendisini Bağdad’a davet edip izzet ve ikramlarda bulundu. 578/1182’de vefat etti ve Bağdat’ın güneyinde Vâsıt yakınlarında bir yere defnedildi. Nesli Fâtıma ve Zeynep isimli kızlarıyla devam etmiştir. Dört kutuptan (aktâb-ı erbea) biri olarak kabul edilen Ahmed er-Rifâî’nin, Hizbü’l-esrâr adlı eserini, doğrudan Hz. Peygamber’den (s.a.) aldığı rivayet edilir. Ahmed er-Rifâî’nin diğer eserleri ise şunlardır: el-Hikemü’r-Rifâiyye, el-Burhânü’l- müeyyed, el-Mecâlisü’s-seniyye er-Rifâiyye, el-Erbeûne hadîsen, Hâletü ehli’l-hakîka ma‘allah, en-Nizâmü’l-hâss li ehli’l-ihtisâs ve el-Eş‘âr.

44 İLMİ-TASAVVUFİ KİŞİLİĞİ VE GÖRÜŞLERİ Ahmed er-Rifâî’ye göre ilim, yetmiş yıllık nafile ibadetten daha üstündür. Tasavvufa yönelmeden önce dini ilimler öğrenilmeli ve ardından sûfîlerin sohbetlerine devam edilmelidir. Diğer büyük sûfîler gibi keramete önem vermez, keramet göstermeyi bir noksanlık olarak kabul ederdi. Ona göre şeriatın kabul etmediği hakikat zındıklıktır. Bu nedenle bir şahsın kerameti görülse bile dini prensipler hakkındaki tutumunu anlamadan kendisine iltifat edilmemelidir. İLMİ-TASAVVUFİ KİŞİLİĞİ VE GÖRÜŞLERİ Ahmed er-Rifâî’ye göre ilim, yetmiş yıllık nafile ibadetten daha üstündür. Tasavvufa yönelmeden önce dini ilimler öğrenilmeli ve ardından sûfîlerin sohbetlerine devam edilmelidir. Diğer büyük sûfîler gibi keramete önem vermez, keramet göstermeyi bir noksanlık olarak kabul ederdi. Ona göre şeriatın kabul etmediği hakikat zındıklıktır. Bu nedenle bir şahsın kerameti görülse bile dini prensipler hakkındaki tutumunu anlamadan kendisine iltifat edilmemelidir.

45 Ahmed er-Rifâî, Kur’an ve Sünnet’e tâbi olan bir tasavvuf anlayışını benimsemiştir. Sûfîlerin davranışlarının Kur’an ve Sünnet’e uygun olması gerektiğini savunurdu. Onlara gösterilen saygının dinin hükümlerini öğreten âlimlere de gösterilmesini tavsiye ederdi. Ona göre İslam dini zâhir ve bâtını ile bir bütündür. Bâtın, zâhirin özü; zâhir de bâtının zarfıdır. Zâhir olmazsa bâtından da söz etmek mümkün olmaz. Kalp cesetsiz, ceset de kalpsiz bir işe yaramaz. Tasavvuf ilmi bâtın ilmidir ve kalbin ıslahından ibarettir. Tarikat, şeriat demektir. Hakikat şeriate muhalefet etmez. Zira tasavvufun sözünü ettiği tarikat ve hakikat olgusu şeriatın dışında olan bir şey değil, bilakis içinde taşıdığı mana ve hikmetlerdir. Tasavvuf yün hırka, ve taç giymek değildir. Tasavvuf, hüzün hırkası, sıdk tâcı ve tevekkül elbisesine bürünmektir. İnsanın kalbi haşyet, bedeni edep, nefsi züll, enâniyeti yokluk ve dili de zikir örtüsü ile örtündüğü takdirde tasavvuf yolunda bulunmuş olur. Dervişlik hırkası ve tâcı ancak böyle bir durumda anlam kazanır. Ahmed er-Rifâî, Kur’an ve Sünnet’e tâbi olan bir tasavvuf anlayışını benimsemiştir. Sûfîlerin davranışlarının Kur’an ve Sünnet’e uygun olması gerektiğini savunurdu. Onlara gösterilen saygının dinin hükümlerini öğreten âlimlere de gösterilmesini tavsiye ederdi. Ona göre İslam dini zâhir ve bâtını ile bir bütündür. Bâtın, zâhirin özü; zâhir de bâtının zarfıdır. Zâhir olmazsa bâtından da söz etmek mümkün olmaz. Kalp cesetsiz, ceset de kalpsiz bir işe yaramaz. Tasavvuf ilmi bâtın ilmidir ve kalbin ıslahından ibarettir. Tarikat, şeriat demektir. Hakikat şeriate muhalefet etmez. Zira tasavvufun sözünü ettiği tarikat ve hakikat olgusu şeriatın dışında olan bir şey değil, bilakis içinde taşıdığı mana ve hikmetlerdir. Tasavvuf yün hırka, ve taç giymek değildir. Tasavvuf, hüzün hırkası, sıdk tâcı ve tevekkül elbisesine bürünmektir. İnsanın kalbi haşyet, bedeni edep, nefsi züll, enâniyeti yokluk ve dili de zikir örtüsü ile örtündüğü takdirde tasavvuf yolunda bulunmuş olur. Dervişlik hırkası ve tâcı ancak böyle bir durumda anlam kazanır.

46 Kâmil sûfî, her halde Hz. Peygamber’e (s.a.) tabi olan ve kulluk derecesini en yüksek mertebe olarak benimseyen kimsedir. Kulluk makamının hakikati ise Hakk’ın gayrinden yani mâsivâdan ayrılmak ve her şeyi terk ederek beşer tabiatının hududunda durmaktır. Kul ancak Allah’tan başka her şeyin kulluğundan kurtulduğu ve hürriyet makamına ulaştığı vakit mükemmel bir kul olabilir. Gerçek ârifin vasfı kulluktur. Hz. Peygamber (s.a.) kulluk mertebesinin en yüksek örneğidir. Şatahât türü sözler kulluğun noksanlığını gösterir. Kâmil sûfî böyle sözlerden sakınır. Ahmed er-Rifâî’ye göre tasavvuf edepten ibarettir. Edep de Hz. Peygamber’in (s.a.) sünnetine uymakla elde edilir. Mürid olmak için sosyal hayattan uzaklaşmak gerekmez. Sâlik, dünyevi meşguliyetlerini terk etmeden de helal ve harama dikkat edip gafletten uzak durmak suretiyle Hak yolunda ilerleyebilir. Kendini beğenme ve öğünme duygularına kapılmaksızın temiz ve güzel elbiseler giyebilir. Önemli olan kalbi temizlemek ve temiz tutmaktır. Menakıplarda ona atfedilen bazı kerametlere yer verilse de ona göre yukarıda da ifade edildiği gibi keramet göstermek bir noksanlıktır. Müridlerine himmet kanatlarıyla sınırsız manalara yükselmelerini tavsiye eder. Kâmil sûfî, her halde Hz. Peygamber’e (s.a.) tabi olan ve kulluk derecesini en yüksek mertebe olarak benimseyen kimsedir. Kulluk makamının hakikati ise Hakk’ın gayrinden yani mâsivâdan ayrılmak ve her şeyi terk ederek beşer tabiatının hududunda durmaktır. Kul ancak Allah’tan başka her şeyin kulluğundan kurtulduğu ve hürriyet makamına ulaştığı vakit mükemmel bir kul olabilir. Gerçek ârifin vasfı kulluktur. Hz. Peygamber (s.a.) kulluk mertebesinin en yüksek örneğidir. Şatahât türü sözler kulluğun noksanlığını gösterir. Kâmil sûfî böyle sözlerden sakınır. Ahmed er-Rifâî’ye göre tasavvuf edepten ibarettir. Edep de Hz. Peygamber’in (s.a.) sünnetine uymakla elde edilir. Mürid olmak için sosyal hayattan uzaklaşmak gerekmez. Sâlik, dünyevi meşguliyetlerini terk etmeden de helal ve harama dikkat edip gafletten uzak durmak suretiyle Hak yolunda ilerleyebilir. Kendini beğenme ve öğünme duygularına kapılmaksızın temiz ve güzel elbiseler giyebilir. Önemli olan kalbi temizlemek ve temiz tutmaktır. Menakıplarda ona atfedilen bazı kerametlere yer verilse de ona göre yukarıda da ifade edildiği gibi keramet göstermek bir noksanlıktır. Müridlerine himmet kanatlarıyla sınırsız manalara yükselmelerini tavsiye eder.

47 Ahmed er-Rifâî, sûfîlerin semâ‘ının ruhanî olduğunu, bedenden değil ruhtan kaynaklandığını söyler ve zikirle raksı birlikte düşünmenin mümkün olmadığını ifade eder. O semâ‘ hakkında şöyle der: “Ben semâ‘ı, yani güzel sesler dinlemeyi sevmiyorum, diyemem. Çünkü ben güzel ses dinlerken hakikate erdim. Ancak kemal ehlinden olmayan dervişler için semâ‘ı, hataya düşme vesilesi olabileceği endişesiyle hoş görmem. Şayet semâ, mutlaka lazımsa o takdirde sağlam ve ihlâslı bir okuyucu nât okusun, zikr-i ilâhîyi icra ederek sâlihleri ansın ve buradan ileri gitmesin”. Ona göre, vecd ve heyecanda samimi olmayan ve niyeti bozuk bulunan kimselerin göstermelik ve dil ucuyla yaptıkları zikir ve devranlar, fakihlerin de dediği gibi gerçekten rakstır. Ahmed er-Rifâî, sûfîlerin semâ‘ının ruhanî olduğunu, bedenden değil ruhtan kaynaklandığını söyler ve zikirle raksı birlikte düşünmenin mümkün olmadığını ifade eder. O semâ‘ hakkında şöyle der: “Ben semâ‘ı, yani güzel sesler dinlemeyi sevmiyorum, diyemem. Çünkü ben güzel ses dinlerken hakikate erdim. Ancak kemal ehlinden olmayan dervişler için semâ‘ı, hataya düşme vesilesi olabileceği endişesiyle hoş görmem. Şayet semâ, mutlaka lazımsa o takdirde sağlam ve ihlâslı bir okuyucu nât okusun, zikr-i ilâhîyi icra ederek sâlihleri ansın ve buradan ileri gitmesin”. Ona göre, vecd ve heyecanda samimi olmayan ve niyeti bozuk bulunan kimselerin göstermelik ve dil ucuyla yaptıkları zikir ve devranlar, fakihlerin de dediği gibi gerçekten rakstır.

48 Rifâiyye’nin Özellikleri Rifâiyye, Ahmed er-Rifâî tarafından Güney Irak’ta kurulmuş bir tasavvuf yoludur. XII. yüzyılda teşekkül eden tarikatlar arasında kuruluşunu tamamlayıp teşkilatlanan ilk tarikat olduğu söylenebilir. Genç yaşta dayısı Mansur el-Betâihî’den kalabalık bir mürid topluluğu devralmış olması bu teşkilatlanmanın en önemli sebebi olarak gösterilmektedir. Rifâiyye Ortadoğu, Anadolu ve Rumeli’de yaygınlık kazanmış bir tasavvuf yoludur.

49 Tarikat, XIII. yüzyılın ortalarından itibaren Anadolu’da faaliyet göstermeye başlamıştır. Ahmed Eflâkî, Menâkıbü’l-ârifîn adlı eserinde, Seyyid Tâceddin’e mensup Rifâî dervişlerinin Konya’ya gelerek âyin yaptıklarını ve halkın büyük ilgisini çektiklerini yazar. Mevlânâ’nın hayatta olduğu bu dönemde Rifâiyye’nin Mevleviyye ile ilişki kurduğu anlaşılmaktadır. XIV. yüzyılın başlarında ise bu defa Seyyid Ahmed Kûçek ve dervişleri Anadolu’da yaygın bir şekilde tanınmışlar, Mevleviyye’yi temsil eden Ulu Arif Çelebi’nin yakın desteğini alarak faaliyetlerini sürdürmüşlerdir. XIII. ve XIV. asırlarda güçlü faaliyet gösteren Rifâiyye, söz konusu geniş coğrafyada faaliyette bulunan ilk Arap kökenli tarikat olması bakımından da dikkat çekicidir. Tarikat, Anadolu’da fütüvvet teşkilatıyla, Rumeli’de de Bektaşiyye ile karışmıştır. “Her Rifâî şeyhinin tacı altında bir Bektaşî tacı çıkar” sözü bu yakınlığı ifade etmek için söylenmiş bir söz olmalıdır.

50 Rifâiyye’nin İstanbul’a girişi birbirini izleyen iki ayrı dönemde gerçekleşmiştir. XVI. yüzyılın sonlarından itibaren İstanbul’a gelen bazı Rifâî şeyhlerinin belli aralıklarla sürdürdükleri faaliyetlerle bu tarikat dar bir çevrede tanınmış, asıl yaygınlaşması ise XVIII. yüzyılın başlarında, Üsküdar’da Rifâî Âsitânesi’nin kurulmasıyla gerçekleşmiştir. Rifâiyye’yi bu yüzyılın başlarında İstanbul’a getiren ve yetiştirdiği halifeler aracılığıyla onu gerçek anlamda şehir hayatında örgütleyen kişi, Mehmed Hadîdî’dir (ö.1756). Rifâiyye’nin Cenâb-ı Hakk’ın emirlerini yerine getirme, yasaklarından kaçınma, dininde ve ahdinde sağlam durma, şeriat ve tarikata lazım olan şeyleri öğrenme, kişilerin ayıp ve kusurlarını araştırmama, muhtaç olanlara insaf ve merhamet etme, yaramaz ve çirkin huyları terk etme ve mürşidin nasihatini kabul etme gibi bazı esasları vardır. Tarikatta riyazet ve mücâhedeye çok önem verilir.

51 Rifâiyye, Kâdiriyye gibi Arap kökenli bir tarikattır. Bu yolun mensupları zikir ve âyin usûlü olarak “sesli” (cehrî) ve “ayakta” (kıyâmî) zikir usûlünü benimsemişlerdir. Rifâî kıyam zikri coşkun ve hareketlidir. Zikir hızlandığında, tarikat kurucusunun Hz. Peygamber’in (s.a.) sandukasından uzanan elini öpmesi şeklindeki kerâmetinin bir yansıması olarak, Rifâiyye’ye mahsus olan “burhan” gösterisi başlar.

52  Burhan, “şüpheyi kaldıran kesin ve özel delil” demektir. Kılıç, şiş, topuz gibi âletleri yanak, karın, gırtlak, göz gibi vücudun değişik yerlerine sokma, “gül” denilen akkor halindeki kızgın demiri yalama veya çıplak bedene değdirme gibi hareketlerle, bıçağın değil Allah’ın kestiğini, ateşin değil Allah’ın yaktığını ve fizik kanunlarının bazı özel hallerde yürürlükte olmadığını gösteren bu hâl, Rifâî zikrinin çok tanınan ve dikkat çeken bir özelliğidir. Burhan gösterilirken zikir bir yandan devam etmekte ve vurma sazlar kullanılmaktadır. Burhan, şeyh efendinin uygun gördüğü zamanlarda gösterilir. Ancak sûfîlerin çoğunluğu bunlara pek ilgi duymaz ve bir gösteri olarak kabul ederler. Rifâî âyininin musikisi, burhan gösterildiği günlerde değişmez. Kıyam zikrine uygun musiki icra edilir. Kalbî “ism-i Hay” ve “ism-i Celâl” zikirlerinde ney de üflenir.

53 TARİKAT ZİKRİ VE BURHAN Rifâiyye Sesli zikir yapan tarikatlardan birisidir. Zikir ve âyin usûlüne “zikr-i kıyâmî” (ayakta zikir} adı verilir. Kadiriyye, Bedevîyye ve Sa’diyye “kıyâmî” zikri benimseyen diğer tarikatlardır. “Zikr-i kıyam” şeyh efendinin Fâtiha’sı ile başlar. Dizüstü otu­rulur ve hilâl şeklinde bir zikir halkası teşkil edilir, Fâtiha’dan son­ra “özel bestesi” olan “evrâd-ı şerif” okurlar. Kısa bir duâ yapılır. Ardından ayağa kalkılır. Halka bozulmadan, vücûdun belden aşağısı fazla hareket ettirilmeden şeyh efendinin belirttiği esmâ (Allah Teâlâ’nın isimlerinden biridir. Genelde kelime-i tevhidle başlanır. Sonra lafza-i celâl ve Hayy-Hakk isimleri zikredilir) zikredilmeye başlanır. Zikir meclisini “reis” denilen bir kişi yürütmeye başlar. Zâkirler yâ tek başına ya da grup halinde ilâhiler, kasideler söylerler. Böylelikle dervişler iyice coşar ve zikir hızlanır. Yeseviyye tarikatında zikir esnasında görülen “testere” sesine benzer bir sesle zikrin ritmi değişir. Bu coşkunluk hâlinde aktâb-ı erbaa (dört büyük kutup)’dan birisi olarak kabul edilen Ahmed er-Rifâî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz Hazretleri’nin Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin “elini Öpme kerameti” esnasında meydâna gelen harikulade durumların bir tezahürü ve devamı olarak “burhan” âyini başlar. Burhan, şüpheye yer bırakmayacak kadar kesin ve özel delil demektir. TARİKAT ZİKRİ VE BURHAN Rifâiyye Sesli zikir yapan tarikatlardan birisidir. Zikir ve âyin usûlüne “zikr-i kıyâmî” (ayakta zikir} adı verilir. Kadiriyye, Bedevîyye ve Sa’diyye “kıyâmî” zikri benimseyen diğer tarikatlardır. “Zikr-i kıyam” şeyh efendinin Fâtiha’sı ile başlar. Dizüstü otu­rulur ve hilâl şeklinde bir zikir halkası teşkil edilir, Fâtiha’dan son­ra “özel bestesi” olan “evrâd-ı şerif” okurlar. Kısa bir duâ yapılır. Ardından ayağa kalkılır. Halka bozulmadan, vücûdun belden aşağısı fazla hareket ettirilmeden şeyh efendinin belirttiği esmâ (Allah Teâlâ’nın isimlerinden biridir. Genelde kelime-i tevhidle başlanır. Sonra lafza-i celâl ve Hayy-Hakk isimleri zikredilir) zikredilmeye başlanır. Zikir meclisini “reis” denilen bir kişi yürütmeye başlar. Zâkirler yâ tek başına ya da grup halinde ilâhiler, kasideler söylerler. Böylelikle dervişler iyice coşar ve zikir hızlanır. Yeseviyye tarikatında zikir esnasında görülen “testere” sesine benzer bir sesle zikrin ritmi değişir. Bu coşkunluk hâlinde aktâb-ı erbaa (dört büyük kutup)’dan birisi olarak kabul edilen Ahmed er-Rifâî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz Hazretleri’nin Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin “elini Öpme kerameti” esnasında meydâna gelen harikulade durumların bir tezahürü ve devamı olarak “burhan” âyini başlar. Burhan, şüpheye yer bırakmayacak kadar kesin ve özel delil demektir.

54 Kılıç, şiş, topuz, teber (bir çeşit balta) gibi âletler vücûdun yanak, karın, gırtlak, göz ve değişik yerlerine saplanır. Ayrıca “lâl” denilen bir demir parçası ateşe sokulur, akkor hâline gelince ağıza alınıp yalanır ve soğutulur. Bu hâdiseye “gül yalamak” ta denir. Bu esnada “Hayy” ism-i şerifi zikredilir. Ve burhan bittikten sonra “Hakk” ve “Hû” ism-i şerifleri zikredilir. Sonra oturulur. Esmâ-i Hüsnâ’dan bazı isimler okunur. Ardın­dan bir kişi “âşır” okur. Şeyh Efendi duâ eder. Fatiha ve salavâtlar çekilir. Sağa ve sola selâm verilerek zikir âyini bitmiş olur. Ateşe yakıcılık, bıçağa kesicilik özelliğini veren Allah Teâlâ’dır. İstediği zaman geri alır. Tıpkı Cenâb-ı Allah’ın Hz. İbrahim aleyhisselâmı ateşin yakıcılığından koruduğu gibi (Biz. “Ey ateş! İbrahim için serin ve selamet ol!” dedik.) Burhan, Rifâiyye’nin çok tanınmış ve dikkat çekmiş bir hususiyetidir. Burhan gerçekleştirilirken zikir bir yandan devam eder. Şu­nu da belirtelim ki burhan her zikir meclisi kurulduğu zaman icra edilmez. Şeyh efendinin uygun gördüğü bir zamada gösterilir. Kılıç, şiş, topuz, teber (bir çeşit balta) gibi âletler vücûdun yanak, karın, gırtlak, göz ve değişik yerlerine saplanır. Ayrıca “lâl” denilen bir demir parçası ateşe sokulur, akkor hâline gelince ağıza alınıp yalanır ve soğutulur. Bu hâdiseye “gül yalamak” ta denir. Bu esnada “Hayy” ism-i şerifi zikredilir. Ve burhan bittikten sonra “Hakk” ve “Hû” ism-i şerifleri zikredilir. Sonra oturulur. Esmâ-i Hüsnâ’dan bazı isimler okunur. Ardın­dan bir kişi “âşır” okur. Şeyh Efendi duâ eder. Fatiha ve salavâtlar çekilir. Sağa ve sola selâm verilerek zikir âyini bitmiş olur. Ateşe yakıcılık, bıçağa kesicilik özelliğini veren Allah Teâlâ’dır. İstediği zaman geri alır. Tıpkı Cenâb-ı Allah’ın Hz. İbrahim aleyhisselâmı ateşin yakıcılığından koruduğu gibi (Biz. “Ey ateş! İbrahim için serin ve selamet ol!” dedik.) Burhan, Rifâiyye’nin çok tanınmış ve dikkat çekmiş bir hususiyetidir. Burhan gerçekleştirilirken zikir bir yandan devam eder. Şu­nu da belirtelim ki burhan her zikir meclisi kurulduğu zaman icra edilmez. Şeyh efendinin uygun gördüğü bir zamada gösterilir.

55 Rifâî Kolları ve Temsilcileri Sayyâdiyye: İzzeddin Ahmed es-Sayyâdî (ö.1271) Mârifiyye: Mehmed Mârifî (ö.1817) Rifâiyye, son dönemde İstanbul’da Kenân Rifâî (ö.1950) tarafından temsil edilmiştir. Kenân Rifâî, Şeyh Edhem Efendi’ye intisap etti. Medine’de iken de Rifâî şeyhi Hamza Efendi’den icazet aldı. 1908’de Ümm-i Kenân Dergâhı’nda irşada başladı. Sâmiha Ayverdi ve bazı dostları yazdıkları edebî ve tarihî eserlerle onun neşvesini topluma aktardı. Rifâî Kolları ve Temsilcileri Sayyâdiyye: İzzeddin Ahmed es-Sayyâdî (ö.1271) Mârifiyye: Mehmed Mârifî (ö.1817) Rifâiyye, son dönemde İstanbul’da Kenân Rifâî (ö.1950) tarafından temsil edilmiştir. Kenân Rifâî, Şeyh Edhem Efendi’ye intisap etti. Medine’de iken de Rifâî şeyhi Hamza Efendi’den icazet aldı. 1908’de Ümm-i Kenân Dergâhı’nda irşada başladı. Sâmiha Ayverdi ve bazı dostları yazdıkları edebî ve tarihî eserlerle onun neşvesini topluma aktardı.

56 Üsküdar Çarşamba Rifâî Dergâhı’nda ise Tevfik Efendi ve oğlu Hayrullah Tâceddin Efendi (ö.1954) sırasıyla posta oturmuşlardır. Üsküdar Hallaç Baba dergâhı şeyhi Muhammed Emin Efendi’nin (ö.1875) oğlu olan Ali Fakrî (ö.1929), Rifâî, Sa’dî ve Nakşibendî tarikatlarına mensup bir şeyhtir. Yetiştirmiş olduğu en önemli halifesi, meşhur edebiyat ve musiki tarihçisi Sadeddin Nüzhet Ergun’dur. 1921’de irşad icazetini aldıktan sonra dayısı Ahmed Ferid Efendi’nin (ö.1908) vefatı üzerine imtihanla tekke şeyhliğine atandı. 1925’ten sonra İÜ. Edebiyat Fakültesi’nde öğretim üyeliği yaptı. Halk Şâirleri, Bektaşî Şâirleri, Mevlânâ, Türk Mûsikisi Antolojisi, Halk Edebiyatı Antolojisi ve Sâmih Rifât gibi eserlerin müellifidir. İlm-i Tasavvuf adıyla yedi cilt olarak yazmayı planladığı Tasavvuf Tarihi’ne dair eseri ise yarım kalmıştır. Rifâiyye’yi Diyarbakır’da yayan en meşhur isim, Ali Emîrî’nin de hocası olan Şeyh Mehmed Şaban Kâmî’dir Üsküdar Çarşamba Rifâî Dergâhı’nda ise Tevfik Efendi ve oğlu Hayrullah Tâceddin Efendi (ö.1954) sırasıyla posta oturmuşlardır. Üsküdar Hallaç Baba dergâhı şeyhi Muhammed Emin Efendi’nin (ö.1875) oğlu olan Ali Fakrî (ö.1929), Rifâî, Sa’dî ve Nakşibendî tarikatlarına mensup bir şeyhtir. Yetiştirmiş olduğu en önemli halifesi, meşhur edebiyat ve musiki tarihçisi Sadeddin Nüzhet Ergun’dur. 1921’de irşad icazetini aldıktan sonra dayısı Ahmed Ferid Efendi’nin (ö.1908) vefatı üzerine imtihanla tekke şeyhliğine atandı. 1925’ten sonra İÜ. Edebiyat Fakültesi’nde öğretim üyeliği yaptı. Halk Şâirleri, Bektaşî Şâirleri, Mevlânâ, Türk Mûsikisi Antolojisi, Halk Edebiyatı Antolojisi ve Sâmih Rifât gibi eserlerin müellifidir. İlm-i Tasavvuf adıyla yedi cilt olarak yazmayı planladığı Tasavvuf Tarihi’ne dair eseri ise yarım kalmıştır. Rifâiyye’yi Diyarbakır’da yayan en meşhur isim, Ali Emîrî’nin de hocası olan Şeyh Mehmed Şaban Kâmî’dir


"KÂDİRİYYE Abdülkâdir Geylânî (ö. 1166-67) KÂDİRİYYE Abdülkâdir Geylânî (ö. 1166-67) Abdülkâdir Geylânî, 1077’de Hazar Denizi’nin güneyinde yer alan Gîlân." indir ppt

Benzer bir sunumlar


Google Reklamları