Sunum yükleniyor. Lütfen bekleyiniz

Sunum yükleniyor. Lütfen bekleyiniz

TEMEL KAVRAMLAR.

Benzer bir sunumlar


... konulu sunumlar: "TEMEL KAVRAMLAR."— Sunum transkripti:

1 TEMEL KAVRAMLAR

2 SAĞLIK HASTA OLMAMAK!!! 1900’lü yılların başından itibaren çeşitli bilimler, kendi perspektifleriyle sağlık ve hastalık kavramlarını tanımlamaya çalışmışlar; bazı tanımlarda fiziksel, biyolojik alana vurgu yapılırken, bazı tanımlarda psikolojik, bazılarında da sosyal alana vurgu yapılmıştır. Biyolojik Açıdan Sağlık; Bir canlının kendi hücresel çekirdeğinde şifreli bütünlüğünü ve kararlılığını korumak yolunda oluşmuş maddesel örgütlenişin bir bozukluk olmaksızın çalışması ve aynı canlının daha üst düzeyde bir örgütlenişi başarabilmesi sürecidir.

3 Parsons’a göre, sağlık bireylerin işlevsel olma yeteneğidir
Parsons’a göre, sağlık bireylerin işlevsel olma yeteneğidir. Toplumsal yaşam içerisinde her bireyin belirli rol ve sorumlulukları vardır. Birey bu rol ve sorumluluklarını yerine getirebiliyor ise sağlıklıdır. Bu tanıma göre kişi işlev görebildiği sürece sağlıklıdır; oysaki bazı kişiler hastalık belirtilerini deneyimlemelerine rağmen kendilerini hasta olarak tanımlamayabilir. Ayrıca kronik hastalıklarda hastalığa ve tedaviye uyum sağlandıktan sonra günlük işlevlere dönme söz konusudur. Bu durum bireyin sağlıklı olduğu anlamına gelmemektedir.

4 DSÖ (1947) sağlığı, sadece hastalık ve sakatlığın olmayışı değil, aynı zamanda fiziksel, ruhsal ve sosyal yönden tam bir iyilik hali olarak tanımlamıştır. Bu tanım, sağlığın tek boyutlu değil, çok boyutlu bir olgu olduğunu vurgulamakta, sağlığı bütüncül bir yaklaşımla ele almaktadır. DSÖ’nün tanımına kadar sağlık, hep ölüm, hastalık ve sakatlık gibi sürece negatif yönden yaklaşan göstergelerin olmayışı olarak tanımlanmıştır. Yani olumsuz bazı durumların olmayışı pozitif bir olgunun göstergesi olarak kabul edilmiştir. Sağlık tanımlarında bu ölçütlere uzun süre bağlı kalmanın iki temel nedeni bulunmaktadır; a)Ölüm ve hastalık gibi negatif göstergelerin ölçülmesindeki kesinlik ve kolaylık, b) Sağlığı pozitif yönden tanımlayabilecek, ölçülebilir nitelikteki pozitif göstergelerin bir türlü saptanamamış olması

5 DSÖ’nün Tanımına Eleştiriler
Kişiler hangi kriterlere ulaştıkları takdirde sağlıklı olacaklar ya da hangi standartları yerine getirdiklerinde tam bir iyilik halinde olacaklardır? Bu tanıma göre kimin ne kadar sağlıklı olduğunu ölçmek mümkün olmamaktadır. Bir zamanlar güzel görünme uğruna, ayaklarının büyümesini önlemek için çok dar ve metalden yapılmış ayakkabılar giyen Japon kadınlar fiziksel olarak rahatsızken sosyal yönden tam bir iyilik halinde miydiler?

6 Illich’e göre sağlık, Çevredeki değişimlere uyum sağlayabilme, büyüyebilme ve yaşlanabilme, hastalandığında iyileşebilme, acı çekebilme ve ölümü huzurlu bir şekilde bekleyebilme yeteneğidir. Sağlık acıyı ve onunla birlikte yaşamak için gerekli tinsel gücü de içerir. Burada sağlık, toplumun sosyo-kültürel yapısına, bireyin biyolojik gelişimi ile bu gelişim sürecinde ortaya çıkan değişimlere uyum sağlama süreci olarak değerlendirilmektedir.

7 Capra, sağlığın bir insanın canlı organizmaya ve onun çevresiyle ilişkisine bakış açısına bağlı olduğunu, zamana ve kültürlere göre bu bakış değiştikçe sağlık anlayışlarının da değişeceğini belirtir. Ona göre, sağlık kavramı bireysel, toplumsal ve ekolojik boyuta sahip olmakla birlikte, organizma olarak bir sistem ve onu çevreleyen bir sağlık sistemi anlayışı ile ele alınabilir. Capra, sağlığın bireysel düzeyde algılanma durumuna vurgu yapmakla birlikte, kişinin içinde bulunduğu çevre ve toplum değiştikçe sağlığa yüklenen anlamların da değişeceğini ileri sürmektedir. Ayrıca bu tanımda sistem yaklaşımıyla bireyin iç sistemi ile onun çevresini saran sistemlerin de sağlık üzerinde etkili olduğu dile getirilmektedir. İnsan bedeni çeşitli işlevler bakımından birbirini tamamlayan, aralarında kusursuz bir uyum ve işleyiş olan hücrelerden dokulara, dokulardan organlara, organlardan sistemlere doğru bir bütünlük gösterir. Herhangi bir birimden biri bile görevini yerine getirmediğinde rahatsızlıktan hastalığa, hastalıktan ölüme değin pek çok problem ortaya çıkabilir. Aynı zamanda, insanın bedeni dışında, onu çevreleyen toplumsal sistem ile bu sistemi oluşturan aile, ekonomi, kültür, din, sağlık sistemi gibi alt sistemler de kişinin sağlık ve hastalık durumu üzerine önemli tesirlerde bulunmaktadır.

8 Aggleton’a (1990) göre, sağlığı tanımlamanın birçok yolu bulunmaktadır.
En belirgin ayrım ise resmi tanımlar ve resmi olmayan tanımlar şeklindedir. Resmi tanımlar, sağlık profesyonellerinin tanımlarıdır. Resmi olmayan tanımlar ise sağlıkla ilgili konularda profesyonel olmayan kişilerin sağlığa ilişkin algılamalarıdır.

9 SAĞLIK KAVRAMININ AÇIKLANMASINA YÖNELİK MODELLER
1. Tıbbi Model 2. Holistik Model 3. İyilik Modeli 4. Çevre Modeli

10 TIBBİ MODEL Bu model, sağlığın tanımını sadece hastalığın, yani vücudun herhangi bir yerinde bir dizi semptom ve işaretlerle kendini belli eden, bazı patolojik bulguların ya da anormalliklerin yokluğu şeklinde yapmaktadır. Dolayısıyla bu modele göre sağlık, hastalığın olmadığı zamanlarda ya da hastalığın yokluğunda var olmaktadır. Sağlığın negatif yönden tanımlanması, ölçülmesinde de hastalığın esas alınması sonucunu doğurmuştur. Sonuçta da mortalite ve morbidite istatistikleri ile bir toplumun ne kadar sağlıklı veya ne kadar sağlıksız olduğu konusunda karar verilmiştir. Bu modele yönelik en önemli eleştiri Ivan Illich tarafından yapılmıştır. Buna göre, Illich modern tıpta meydana gelen uygulamaların (gereksiz yere ameliyatların yapılması , kullanılan ilaçların yan etkileri vb) kişilerin hastalanmasına ve sağlık statüsünün bozulmasına neden olduğunu savunmaktadır. Bu model, hastalıkların sosyal nedenlerini ve hastalığın tanımlanmasındaki sosyal gelenekleri önemsememektedir.

11 HOLİSTİK MODEL Sağlığı bir insanın bütünüyle sağlıklı olma hali olarak tanımlamaktadır. Bu model sağlığı, tıbbi model gibi, hastalık ve zayıflık gibi negatif açıdan ele alma yerine , sağlığın pozitif yönü ve iyilik hali gibi kavramlar üzerine odaklanmaktadır.

12 İYİLİK MODELİ Bu modelde sağlık, hissetme durumu olarak tanımlanmaktadır. buna göre sağlık kavramı, profesyonel olmayan kişilerin sezgisine göre fiziksel iyilik hali, rahatlık, enerji ve faaliyetleri yerine getirebilme yeteneği olarak açıklanmaktadır. Sağlık kavramı, başarılı, verimli ve yaratıcı bir hayat için kişisel uygunluk olarak da ifade edilmektedir. İyilik modelinin temel hedefi, iyilik halini sağlayıcı koşulları yükseltmektir. Bunlar; 1. Fiziksel aktivite 2. Bilinçli beslenme 3. Stres Yönetimi 4. Kendine karşı sorumluluktur.

13 ÇEVRE MODELİ Çevre modeli, sistem teorisinin ürünlerinden ve sonuçlarından biridir. Sistem teorisi, bireylerin davranışlarını ve sistemleri geniş bir çevre içinde analiz etmektedir. Bu modeldeki sağlık tanımı, oldukça geniş ve evrensel bir tanım niteliği taşımaktadır. Wylie sağlığı, canlı varlığın, organizmanın çevresine uyum sağlayabilmesi için gösterdiği sürekli olarak devam eden mükemmel bir uyum, adaptasyon olarak tanımlamaktadır. Hastalık ise hatalı bir durum ve uyumsuzluk olarak nitelendirilmektedir. Romana ise sağlığı, organizmanın aşırı ağrıdan, rahatsızlıktan, yetersizlikten veya normal faaliyetlerini de içerecek şekildeki kısıtlamalardan etkilenmeyecek şekilde bir denge kurabilme ve sürdürebilme kapasitesi olarak tanımlamaktadır. Sigerist’e göre ise sağlık, yaşama karşı mutluluk dolu tavırlar ve hayatın kişinin önünde koyduğu sorumlulukları mutlu ve anlayışlı bir biçimde kabul etmedir.

14 HASTALIK KAVRAMI Tarihsel süreç içinde, hastalık kavramının yanı sıra hastalık nedenlerinin ve hastalığa özgü tedavi yollarının önemli ölçüde değişiklik geçirdiğini görmekteyiz. Tarım öncesi avcılık ve toplayıcılıkla uğraşan toplumlarda, insanlar hayatlarını genellikle çevresel nedenlerle ve av kazaları sonucu kaybetmiştir. Tarım toplumlarında hava, su, yiyecek ve vektörlerle bulaşan enfeksiyon hastalıkları yaygınlaşmış ve salgınlar çok sayıda insanın ölümüne yol açmıştır. Günümüz modern toplumlarında ise enfeksiyon hastalıkları yerine kronik hastalıklar yaygınlaşmış; dejeneratif hastalıklar, kalp hastalıkları ve kanser ölüm nedenlerinin başında yer almaya başlamıştır. Hastalık kavram olarak iki farklı anlam içerir: 1. Medikal açıdan hastalık (disease) 2. Toplumsal-kültürel içerikli bir kavram olarak hastalık (illness)

15 Medikal açıdan hastalık (disease),
Tıbbi açıdan hastalık, doktorun bakış açısından veya nesnel anlamda bir durumu ifade etmektedir. Tıbbi açıdan hastalık, belirli işaret ve semptomlarla kendisini gösteren patolojik bir anormalliği göstermekte, doktorun hastayı muayene etmesi ve tıbbi literatüre göre kişinin subjektif yakınmalarını bir hastalık tanısına bağlaması anlamına gelmektedir.

16 Toplumsal-kültürel içerikli bir kavram olarak hastalık (illness),
Sağlıksızlığın veya patolojik sürecin sonuçlarının birey tarafından algılanması, bireyin ağrı, acı vb. duyma durumunu belirtir. Subjektif olarak algılanan hastalık (illness) organik bozukluğun neden olduğu sonuçları değişik derecelerde etkiler ve bu sonuçlardan etkilenir. Bu etkileme ve etkilenmenin değerlendirilmesi, hasta bireyin sosyoekonomik, sosyo-kültürel ve psikolojik konumuna göre farklılıklar gösterir.

17 Patolojik bir anormallik olmadan birey kendisini subjektif anlamda kötü hissedebileceği gibi, tam tersine subjektif anlamda hasta ve rahatsız hissetmediği halde patolojik anlamda hasta olabilir. Doktora giderken bireyin hissettiği rahatsızlık durumu “illness”, doktorun saptadığı hastalık durumu “disease”, doktordan evine dönerken kişideki hastalık hali “sickness” olarak ifade edilmektedir

18 Hastalık durumu ikincil kazançlar için kullanılabilir
Hastalık durumu ikincil kazançlar için kullanılabilir. Kişinin başa çıkamadığı durumlarla karşılaşması durumunda bir savunma olarak, bireysel başarısızlığı rasyonalize etmek için, çevrenin dikkatini çekmek için kullanılabildiği gibi, kişinin çevresindekiler üzerinde psikolojik baskı uygulaması yoluyla bir sosyal kontrol aracı olarak da kullanılabilmektedir.

19 HASTALIK DAVRANIŞI Mechanic’e göre hastalık davranışı (illness behaviour), fiziksel belirtilere gösterilen bireysel cevabın değişiklik gösteren yönlerini; bireylerin iç durumlarını nasıl izlediklerini, tanımladıklarını, hastalık belirtilerini nasıl açıkladıklarını, ne şekilde davrandıklarını, çare niteliğinde başvurdukları yöntemleri ve formal ve informal bakımın değişik kaynaklarını ne şekilde kullandıklarını açıklayan bir kavramdır. Herlich insanların hastalıklara üç şekilde baktıklarını saptamıştır; a) Yıkıcı olarak hastalık b) Bir kurtarıcı olarak hastalık c) Bir iş olarak hastalık

20 Hastalık, bireylerin toplum içindeki normal rollerini sürdürmeye bir engel olarak görülüyorsa ve sosyal gruplardan dışlanma ile sonuçlanıyorsa yıkıcı olarak algılanmaktadır. Hastalığı bu şekilde algılayan insanlar sosyal izolasyonu sınırlamak amacıyla sıklıkla hasta olduklarını kabullenmezler ve bu nedenle genellikle doktora danışmazlar. İnsanlar sosyal yükümlülüklerinden muaf tutulduklarında hastalığı olumlu bir deneyim olarak algılamakta ve hastalığa kurtarıcı olarak bakmaktadırlar. Genellikle bu kişiler tıbbi yardımı hasta rolüne yasal girişi sağlamak için ararlar. Hastalık bir iş olarak görüldüğünde ev işleri veya para ödenen işlerde olduğu gibi çalışma zorunluluğu olan bir şey olarak düşünülmektedir. Özellikle kronik hastalığı olan bir birey, gününün önemli bir kısmını hastalığına ve tedavisine göre düzenlemeler yapmakla geçirir.

21 Bireyin kendini hasta olarak algılamasında ve yardım aramaya karar vermesinde hastalık tipinin ve gözlenen belirtilerin önemi vardır. Aniden başlayan ve şiddetli belirtiler gösteren hastalıklarda bireyler yardım almanın gerekliliğine daha çabuk kanaat getirirler. Genellikle şiddetli ağrı ya da yüksek ateş gibi göze çarpan belirtiler gözlendiğinde birey durumu ciddi olarak algılar ve tıbbi yardım aramaya yönelir. Yavaş ilerleyen, günlük yaşam akışını bozmayan, hafif belirtilerle seyreden kronik hastalıkların başlangıç aşamasında ise bireyler doktora başvuru yapmayabilmektedir.

22 Hastalık sürecinin bir göstergesi olarak tanımlanan hastalık belirtileri bulunmasına rağmen bireyler hekime başvuru yapmayabilirler. Zola hastalık belirtileriyle baş etme yeteneğini hastalık davranışının önemli bir belirleyicisi olarak göstermiştir. O, insanların çok hasta olduklarında danışmaktan ziyade, hastalık belirtilerine uyum yetenekleri bozulduğunda daha sık danıştıklarını ileri sürmüştür.

23 Zola tıbbi bakıma karar verme sürecini etkileyen 5 “tetikleyici” saptamıştır.
a) Kişisel bir krizin varlığı ( örneğin, aile içinde bir ölüm gibi) b) Sosyal ve kişisel ilişkilerin engellendiğinin algılanması c) Yaptırımın olması (çevresindeki kişilerin yardım alması gerektiği konusunda baskı yapması) d) Mesleksel ya da fiziksel aktivitelerin engellendiğinin algılanması e) Belirtiler için zaman tanıma (son bir zaman belirleme, örneğin, eğer pazartesi de aynı şekilde hissedersem …….gibi).

24 Mechanic ve Volkart tıbbi yardım alma kararını etkileyen hastalığa ilişkin dört boyut saptamışlardır. a) Bir toplumda hastalığın ne sıklıkla ortaya çıktığı b) Hastalık bulgularının iyi bilinmesi c) Hastalık sonuçlarının tahmin edilebilirliği d) Hastalıktan kaynaklanması muhtemel kayıp ve tehdidin büyüklüğü

25 Bireylerin hekime başvurma sürecinde yalnızca hastalık varlığının değil aynı zamanda bireylerin hastalık belirtilerini nasıl yorumladıklarının anlaşılması önem taşır. Mechanic bireyin hastaneye gitme sürecini etkileyen 10 değişken belirlemiştir. a) Belirti ve işaretlerin olağandışı algılanması ya da bu belirti ve işaretlerin görünebilir, tanınabilir olması b) Belirtilerin ne ölçüde ciddi olarak algılandığı (yani kişinin şimdi ve gelecekteki olası tehlikeyi hesaplaması) c) Belirtilerin aile, çalışma yaşamı ve diğer sosyal aktivitelerini ne ölçüde bozduğu d) Belirti ve işaretlerin ortaya çıkış sıklığı ve ısrarcılığı e) İşaret ve belirtileri değerlendiren kişinin dayanma gücü

26 f) Kişinin algıladığı belirtilere ilişkin ön bilgisi, kültürel tutum ve anlayışı
g) Hastalığı reddetmeye neden olan temel ihtiyaçlar h) Hastalık tepkileriyle mücadele etmeye yönelik ihtiyaçlar i) Hastalık tanımlandığında, belirtilere atfedilen olası yorumlarla mücadele etmeye hazır olma j) Tedavi kaynaklarına ulaşabilme durumu, fiziksel yakınlık, yardım almanın psikolojik ve parasal giderleri (yalnızca fiziksel mesafe, para, zaman ve çaba harcama yönünden değil, aynı zamanda küçük düşürülme duygusu, sosyal mesafe konması ve damgalanma gibi giderlerinin olması)

27 SAĞLIK ANTROPOLOJİSİ Sağlık konusu her ne kadar özelde tıp, genel olarak da sağlık bilimlerinin uğraşı alanı olarak gözükse de, sosyal bilimler her zaman sağlık konuları ile ilgilenmiş, sağlık ve hastalık kavramları, konu ve sorunları üzerinde çalışmıştır”. Sosyal bilimler ve Tıp biliminin yakınlaşmasından doğan yeni bilimsel disiplinlere en iyi örneklerden biri “Sağlık Antropolojisi” ya da “Medikal Antropoloji”dir. Elmacı’ya göre sağlık antropolojisi, “sağlık ve hastalıkla ilgili bir olguyu kültürün bütünü içerisinde açıklayan; toplumda yoğunluk gösteren sağlık sorunlarının kültürün öteki öğe ve kurumlarıyla ilişkilerini, etki ve etkileşimlerini inceleyen, farklı sosyal-kültürel yapılarda hastalık ve sağlık anlayışının, tedavi biçimlerinin nasıl farklılaştığını göstermeye çalışan bir disiplindir”

28 Sosyal Kültürel Antropoloji’nin uygulamalı uzmanlık alanlarından biri olan Sağlık Antropolojisi, sağlık hizmetlerinin sosyalleştirilmesi çalışmalarının başarıya ulaşmasında çok önemli bir rol oynamaktadır. Çünkü sağlık hizmetlerinin sosyalleştirilmesi için öncelikle hizmet götürülen toplumun sosyal kültürel yapısının ve geleneksel sağlık-hastalık sisteminin iyi tanınması gerekmektedir. Geleneksel sağlık sistemi içinde yer alan inanç ve uygulamalar kendi içinde sistemleşmiş bir bütünü oluşturur. Geleneksel kültürde hastalığın nedeni ve kaynağı konusunda farklı algılamalar söz konusudur. Sağlık, insanın doğaüstüyle ilişkisi ile sosyal ve doğal çevresiyle olan ilişkilerinin dengeli olması iken; hastalık ise bu ilişkilerdeki dengenin bozulması olarak algılanmaktadır. Tedavi biçimi de hastalığın nedeni belirlendikten sonra tayin edilmektedir.

29 Tıp, büyü ve din, insanların kendilerini çevreleyen dünya karşısındaki davranışlarını belirleyen geniş bir sosyal süreçler kümesini ifade eden soyut kavramlardır. Modern toplumlarda yaşayan insanlar, bu üç süreci aşağı yukarı kesin çizgilerle birbirinden ayırabilirler. Ancak ilkel ve geleneksel toplumlarda bu üç süreç birbiriyle yakından ilişkili ve iç içe geçmiş bir durumda olduğu için tıp ya da sağlıkla ilgili davranışlar genellikle dinsel ve büyüsel inanç ve uygulamalardan etkilenmektedir . Geleneksel kültürde de modern sağlık hizmetlerinin kabul edilmesini engelleyen sosyo-kültürel faktörlerden en önemlilerinden birinin de dinsel ve büyüsel inançlar olduğu söylenebilir. Hastalıktan kurtulmak için dinsel ve büyüsel inanç ve uygulamaların en yoğun olarak görüldüğü mekânlar ise adak yerleri, özellikle de türbelerdir.

30 Tıbbi Antropoloji alanında yapılan ilk araştırmalar 1900’lü yılların başında daha çok Etnomedicine İncelemeler olarak karşımıza çıkmaktadır. Özellikle antropolog ve Doktor William Halse R. Rivers’ın 1924’de yazdığı «Tıp, Büyü ve Din» eseri ilk örnek arasında gösterilir. Bunun yanında tıbbi antropolojinin hastalık ve sağlığı etkileyen sosyo-kültürel etkenlerle ilgilenmeleri daha geç dönemlere rastlar. Bunun en temel sebebi ise antropoloji biliminin o dönemde yanlış tanınmasıyla alakalıdır. Özellikle yeraltı bilimi, kafatası bilimi ve arkeoloji gibi alanlarla karıştırılması tıp mensuplarının konuya ilişkin çalışmalara ilgi duymamalarında son derece etkili olmuştur.

31 1950’li yıllara gelindiğinde, özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında halk sağlığı ve epidemiyolojideki gelişmeler tıp mensuplarını sosyal bilim verilerini kullanmaya zorlamıştır. Bu dönemde beklenmedik salgınlar yaşanmış ve salgınlara neden olan etkenleri kontrol altına almak tıp mensuplarınca güç hale gelmeye başlamıştır. Salgınların sebepleri üzerinde yapılan yoğun çalışmalar sonucundan sosyal etkenlerin önemi daha iyi anlaşıldı. Bunun yanında özellikle farklı coğrafyalarda modern tıbbi uygulamaların uygulamada işe yaramaması nedeniyle, tıp alanında toplum, kültür ve değişme kavramlarına ilgi duyulmaya başlandı.

32 Tıbbi antropoloji çalışmalarında 1970’li yıllar ve sonrasında bir patlamanın yaşandığını görmekteyiz. Afrika’da gerçekleştirilen çalışmalar bu alanda göze çarpmaktadır. Tıbbi antropolog Suzanne Leclerc-Madlala’nın Güney Afrika’nın Kwa- Zulu-Natal eyaletinde gerçekleştirdiği çalışmada, geleneksel şifacılara cinsel yoldan bulaşan hastalıklar ve HİV üzerine bölgedeki şifacılara dönük bir eğitim programı düzenlenmiştir. Hastalığın bulaşma yolları, hastalığı önlemek için yapılabilecekler, belirtilerin teşhisi, kayıtların tutulması ve hastaların yerel kliniklere ve hastanelere yönlendirilmesini hedef alan çalışmada “etkin” özelliğe sahip geleneksel tedavi yöntemleri modern HİV/AIDS ile mücadele yöntemleri bir arada uyum içinde ve tamamlayıcı nitelikte sunulmaya ve Zulu şifacılarının bunları benimsemesi sağlanmaya çalışılmıştır.

33 Bu çalışmada Suzanne, Afrika’daki geleneksel şifacılığın AIDS çağında geliştiğini vurgulayarak, bunun nedenini anlamak için sağlığı anlama, açıklama ve yorumlamada kullandığımız kavramsal çerçeveyi değiştirmemiz gerektiğini savunmaktadır. Yöntemleri, karşılaştırmalı ve bütünsel bakış açısıyla antropoloji, AIDS sorunu çözmek için gereken anlayış değişikliğini başka hiçbir disiplinin yapamayacağı şekilde gerçekleştirebileceğini belirtmiştir.

34 Bir başka çalışmada ise ABD’nin Maliye Bakanlığının Program Değerlendirme ve Yöntembilim Bölümünde sosyal bilimler çözümlemeleri yapan bir antropolog olan Dr. Margaret Boone, 1979’da Washington D.C.’nin devlet hastanesinde gerçekleştirilen uzmanlık çalışmalarındaki sonuçlar dikkat çekmektedir. Çalışmanın amacı, kentsel alanda yaşayan siyahlar arasında sağlık durumu kötü olan anne ve bebeklerin toplumsal-kültürel temellerini anlama ve bulguları ilgili resmi ve özel kuruluşlara iletmekti. Boone, durumu şöyle özetliyordu: “ Sorun ölümdü. ABD’de görülen en yüksek bebek ölüm oranıdır. Washington D.C.’de yaşamlarının ilk yıllarında ölen bebek oranı, ABD’nin diğer büyük şehirlerine göre çok daha yüksekti ve kimse nedenini bilmiyordu.”

35 Washington’da, ABD’nin geri kalanında olduğu gibi, olumsuz koşullarda yaşayan siyah kadın sayısının artmasından dolayı bebek ölümleri Afrika kökenli Amerikalılar için önemli bir sağlık sorunu hale gelmişti. Bu kadınların bebekleri beyaz bebeklere göre iki kat daha yüksek bir oranda ölüyordu. Boone’nin çalıştığı hastanede hizmet sunulan kitle, ağırlıklı olarak yoksul Afrika kökenli Amerikalılardı. Boone, bir buçuk yıl boyunca doğum, ölüm ve sağlık kayıtlarını gözden geçirdi, istatistiksel çözümlemeler yaptı; bebeği ölen kadınlarla, hemşirelerle, doktorlarla, sağlık görevlileriyle ve yöneticilerle görüştü. Bu arada kendisinin de belirttiği gibi, kayıtlar ve istatistiksel çözümlemeler ne kadar önemli olursa olsun, kentli siyahların üreme sorunlarını anlamada esas bilgi kaynağı, doğum ve ölüm merkezinde, yani hastanede çalışma deneyimi olmuştu.

36 Boone’un vardığı sonuçlara göre, bebek ölümleri ve düşüklerin sebeplerini şu şekilde sıralamaktadır.
• Doğum öncesi sağlık hizmetlerinin alınamaması • Alkol ve sigara kullanımı • Hamilelik ve hastanede kalma dönemlerinde yaşanan psikolojik sıkıntılara • Şiddet vakalarına • Etkin olmayan doğum kontrol yöntemlerine • Erken yaşta hamile kalmaya • Birkaç uyuşturucunun aynı anda kullanımı

37 Kültürel etmenler arasında ise,
• Ölen bebeğin yerine yenisini yapma isteği • Çocuklara verilen büyük değer • Doğacak çocuğu hesaba katmadan hamile kalma • Aile planlaması yapmama • Kadın ve erkeğin birbirine güvenmemesi • Babanın aile oluşumunda rol almaması

38 Boone’un çalışmasının sonuçları göz önünde bulundurulacak bebek ölümlerine ilişkin politika ve programlarda önemli değişiklikler yapılmıştır. Artık sorunun yalnızca tıbbi çözümlerle halledilemeyeceğini kabul etmektedir. Kentli Afrika kökenli Amerikalıların sağlık durumuyla bağlantılı toplumsal ve kültürel etmenleri ele almak bile büyük ilerleme sağlayacaktır. Ve yeni hizmet sunma sistemleri, bu gerçeği yansıtmaya başlamıştır.

39 Batılı toplumlarda biyo-medikal mikrop kuramı kabul edilse de dünyanın diğer toplumlarında bu durum geçerli değildir. Örneğin, Afrika’nın güneyinde Swaziland’da çoğu hastalığın kara büyüden ya da atalarının kendilerini korumaktan vazgeçmesinden kaynaklandığına inanılır. Batılı tıbbın etkili olduğunun kabul edildiği alanlarda bile şu soru egemendir: neden bu hastalık bu insanın başına geldi? Bu nedenle, hastalığın tedavisi için Swaziler şifalı bitki uzmanlarına, ataların ruhlarıyla iletişime geçtiğine inandıkları medyumlara ve yakın zamanda da Hıristiyan şifacılara başvurmuşlardır. Ne yazık ki, geleneksel şifacıların kullandığı bitkisel ilaçlar etkili olsa da ve yapılan ayinlerde hasta ve ailesinin stresinin ve kaygılarının azaltılması, hastanın iyileşmesinde önemli rol oynasa da bu gibi insanlar tıp çevreleri tarafından birer soytarı olarak görülmektedirler.

40 Her yüz on kişiye bir geleneksel şifacının, her on bin kişiye bir doktorun düştüğü bir ülkede doktorlar ve şifacılar arasında yapılacak bir işbirliğinin yararı ortadır. Bunu ilk ortaya koyan kişi antropolog Edward C. Green olmuştur. Harward Halk Sağlığı Okulu’nda araştırmacı olan Green 1981 yılında, Birleşik Devletler Uluslararası Kalkınma Kurumu tarafından desteklenen Kırsal Alanda Sudan Kaynaklanan Hastalıkların Denetimi Projesi çerçevesinde araştırmacı olarak Swaziland’a gitti. Su ve sağlık hizmetleriyle ilişkili bilgi, tutum ve uygulamaları anlamak için oraya giden Green, klasik anketlerin eksikliklerinin bilincindeydi. Bunun yerine açık uçlu görüşmeler yaptı ve katılımcı gözlem yöntemini kullandı. Görüşme yaptığı ve kendisine bilgi veren kişiler, geleneksel şifacılar, hastaları ve kırsal sağlık eylemcileriydi. Yaptığı bu çalışma sayesinde Green Swazilerin hastalıklar ve tedavi kuramları konusunda derin bilgi sahibi oldu.

41 Geleneksel uygulamaların olumlu katkısını anlamaya dönük bir niyetle yola çıkmış olan Green, doktorlarla işbirliği yapmanın da yollarını bulmuştur. Örn. Geleneksel şifacılar Afrika’ya dışardan gelmiş hastaların tedavisinde Batı kökenli tedavilerden yararlanıyordu ve geleneksel ilaçlara çocuklara, soluma ya da bir tür aşıyla veriliyordu. Yani geleneksel olmayan ilaçlar ve aşılar, geleneksel yöntemlerle sunulduğunda kabul ediliyordu. Her iki tarafın da kuşkularını göre Green ve Swazilili ortağı Lydia Makhudu, sağlık bakanlığına hem sağlık görevlilerinin hem de yerli şifacıların üzerinde çalıştığı bir sorun olan bebek ishali konusunda işbirlikli bir proje önerisinde bulundu, ishal sorunu halkta kaydı yaratıyordu ve şifacılar bu gibi hastalıkları önlemek için bir yöntem arıyordu. Aslında ishali önlemek için geleneksel tedavilerle uyum gösteren bir tedavi yöntemi mevcuttu: Ağızdan sıvı alma, yani bir dönem boyunca ağızdan bazı bitkisel karışımların alınması tedavisi.

42 Pilot projede şifacılara ağızdan alınacak tuzlu sıvılar dağıtıldı ve talimatlar verildi. Sonuçlar olumlu gelişti. Böylece sağlık görevlileri işbirliğinin yaralarına ikna oldular; şifacıları da paketlerin kendilerine verilmesinin hükümetin kendilerine duyduğu güvenin göstergesi olarak algıladılar. O zamandan beri AIDS, cinsel yolla bulaşan hastalıklar ve tüberkülozun önlenmesinde ortaklaşa çalışma konusunda önemli adımlar atıldı. Bütün bu çabalar, yerleşik inanç sistemleriyle uyum içinde yürütülebilecek yöntemlerin bulunmasının önemini göstermekteydi. Çok sık yapıldığı gibi, geleneksel inançlara doğrudan karşı çıkmak, insanlar arasında gerginlik, karmaşa ve kızgınlık yaratmak dışında bir işe yaramamaktadır.

43 Medikal antropolojinin kuramsal bir bütünselliğe ulaşması ve bir disiplin olarak ortaya çıkması on dokuzuncu yüzyılın ortalarına denk düşer. Bu tarihten sonra medikal antropolojinin üç ana eksende geliştiği söylenebilir. Bunlardan ilki ‘medikal ekoloji’dir. Bu yaklaşımı benimseyenler insan topluluklarını ‘biyokültürel’ bakış açısıyla ele alırlar ve sağlığı/hastalığı ekolojik sistemdeki ilişkilerin karşılıklı etkileşiminin bir ürünü olarak görürler. Ayrıca medikal ekologlar zaman zaman analizlerinde evrimci bakış açısına da müracaat ederler. Bu sayede insan-kültür-çevre ilişkilerini analiz etmede tarihî boyut da işin içine katılmış olur. İkinci araştırma alanını tanımlamak için ‘etnotıp’ ya da ‘etnotababet’ terimleri kullanılır. Etnotıp incelemeleri, farklı kültürlerde hastalıkların nasıl algılandığı ve Batının rasyonelliğine aykırı görünen sağaltım sistemlerinin iç mantığını anlamaya yönelmiştir.

44 Bu iki kuramsal açılımın yanı sıra, ‘uygulamalı medikal antropoloji’ denen üçüncü bir alt disiplinden söz edilebilir. Her ne kadar başlığında ‘uygulamalı’ sıfatı yer alsa da bu alan aslında yalnızca ‘uygulama’dan ibaret değildir; dünyanın değişik bölgelerinde ve kültürlerinde tıbbî uygulamaların sosyal ve ekonomik yapılarla ilişkilerini analiz eder. Buradan da anlaşılacağı üzere uygulamalı medikal antropoloji bir yandan değişik coğrafya ve kültürlerde ortaya çıkan sağlık sorunlarına etkin şekilde nasıl müdahale edileceği üzerine kafa yorarken diğer yandan da sağlık-kültür-toplum-ekonomi-siyaset ilişkilerini çözümlemeye yönelik teorik açılımların peşindedir

45 Uygulamalı medikal antropoloji konusu gereği sağlığın ve hastalığın toplumsal olarak nasıl inşa edildiğiyle yakından ilgilidir. Medikal ekoloji ve etnotıp yaklaşımları çerçevesinde çalışmalarını yürüten araştırıcılar inceledikleri topluma ilişkin sosyal ve kültürel dinamikleri analizlerine dâhil etmektedirler. Ancak bu bakış açısının yeterli olmadığı, daha bütüncül çözümlemeler için küresel ve bölgesel politikaların ve ekonomik ilişkilerin de dikkate alınmasının gerekliliğini dile getiren çevreler bulunmaktadır. İşte bu çevreler geliştirdikleri yeni bakış açısı ve analiz metodu için ‘eleştirel medikal antropoloji’ terimini kullanmayı tercih etmektedirler.

46 Türkiye’de Sağlık Antropolojisi
Türkiye’de 1970 ve sonrasında Hastalık-sağlıkla ilgili folklorik çalışmalar dışında tıbbi antropoloji alanına yönelik sosyal bilimciler tarafından yapılmış üç araştırmacı göze çarpmaktadır. Bunlar Türkdoğan(1972), Gençler(1974) ve Elmacı(1976). Özellikle Nurten Elmacı’nın Diyarbakır polikliniklerinde gerçekleştirdiği çalışmasında kadınların %62.7’sinin doğumda yerli ebeyi tercih ettiğini saptamıştır. Sebeplerine baktığın da ise kadınların hastanede doğum yapmayı pahalı ve masraflı bulması, hastanede azarlanma korkusu ve hastane işlemlerinin zor gelmesi gibi nedenleri gün yüzüne çıkarmıştır. Bu ve bunun gibi tıp alanında yapılan tıbbi antropoloji çalışmaları, birçok toplumsal sağlık sorununda sosyo-kültürel ve sosyo- ekonomik unsurları açığa çıkarmaktadır.

47 Günümüzde tıbbi antropoloji çalışmaları iki ana kolda gelişiminiz sürdürmektedir. Bunlar, antropologların hastalık ve sağlık alanında yaptıkları araştırmalar ve tıp mensuplarının antropoloji verilerine ilgi duymaları sonucunda yapılan araştırmalar şeklinde sıralanır. Günümüzde tıbbi antropoloji tıbbi alanda hastalıkların evrimsel tarihi ve gelişimi üzerinde de pek çok çalışma yapılmaktadır. Şeker hastalığı gibi yaşadığımız yüzyılın en önemli kronik hastalıkların evrimsel tarihteki izlerine bakarak bu hastalıkların nasıl ortaya çıktığı konusu aydınlatılmaya çalışılmaktadır. Bunun yanında antropogenetik alanında yapılan çalışmalar hem insanlık tarihi konusunda önemli bilgiler sunar hem de günümüzün genetik hastalıklarının kökenine inmemize yardımcı olarak, bu hastalıkların tedavisi ya da önlenmesi konusunda ciddi gelişmeler sağlanmasında yardımcı olmaktadır.

48 Eleştirel Medikal Antropoloji
Son çeyrek yüzyıl içerisinde gelişen bu yeni yaklaşım, sağlık ve hastalık olgularının toplumsal inşasını anlamak için konuya iki farklı düzlemden yaklaşılması gerektiğine vurgu yapar. Birinci düzlem, küresel ekonomik ve siyasal gelişmelerin sağlık yapısı üzerindeki etkilerine değgindir. Bu çerçevede, dünya ekonomik sistemi, emperyalizm, sömürgecilik ve neo-liberalizm gibi yoksulluğu ve eşitsizliği üreten yapılar tetkik edilmeden ve bunların ilgili toplumsal birim(ler)e yansımaları açığa kavuşturulmadan hastalığın/sağlığın toplumsal inşasını anlamak mümkün değildir. Daha genel bir ifadeyle, sağlığı ve hastalığı ekonomik ve siyasî gelişmelerden ayrı düşünmek ve anlamaya çalışmak resmin genelini görmemekle eşanlamlıdır. Gerçekten de yaşanan siyasal ve ekonomik gelişmeler, söz konusu olguların her geçen gün nasıl daha derinden metalaştırıldığını ve yeniden üretildiğini açıkça gözler önüne sermektedir.

49 Eleştirel medikal antropolojinin vurgu yaptığı ikinci düzlem toplumsal yapı ve ilişkilerin kendi iç dinamiklerine değgindir. Her ne kadar sağlık ve hastalığın toplumsal inşasının anlaşılmasında küresel politikalar önemli bir yer tutsa da, daha kapsamlı ve bütüncül analizler için bu da yeterli değildir. Bunun gerçekleştirilebilmesi için, toplumdaki iktidar ve güç ilişkilerini de masaya yatırmak gerekir. Bu çerçevede sınıf ilişkileri, toplumsal cinsiyet, ırkçılık ve ırksallaştırma süreçleri ve gelir adaletsizliği gibi olguları da analizlere katmak ihtiyacı vardır.

50 Eleştirel medikal antropolojiyi ve benimsediği yaklaşım tarzını, yakın zaman önce Peru’da meydana gelen kolera salgınından hareketle daha iyi açıklayabiliriz . Bilindiği üzere kolera patlak verdiğinde yapılması gereken ilk iş semptomların hemen tedavi edilmesidir. Çünkü gerekli sıvı ve elektrolit replasmanı yapılmazsa salgına yakalanan bireyler 24 saat içerisinde kaybedilebilir. Bu sırada vakit kaybetmeden koleranın kaynağı tespit edilmelidir. Üçüncü aşamada ise halk sağlığına özgü yaklaşımlar benimsenerek, toplumun geneline temiz su kullanımı ve bu suyun nasıl elde edileceği eğitimi verilmelidir. Dördüncü ve son aşamada ise, halkın tümü için içilebilir nitelikte su temin edilmelidir

51 Eleştirel medikal antropoloji bu dört aşamanın ötesine geçerek, koleraya neden olan sosyal, ekonomik ve siyasal faktörleri araştırır. Aslına bakılırsa eleştirel medikal antropologlar için kolera ikincil bir konudur. Asıl yapılması gereken toplumun sağlık anlayışı ve siyasal iktidarların izlediği sağlık politikalarının büyük ve orta ölçekli analizidir. Bu analizler yapılmadan alınacak önlemler sorunlara kalıcı çözümler getirmekten uzak olacaktır. Peru’da yaşanan kolera salgınında hastalığa yakalananlarla yapılan görüşmelerde bireylerin hemen hepsi hastalığa yakalanmalarını kader olarak gördüklerini ifade etmişlerdir. Bu, mevcut yapı ve ilişkilerin toplumca nasıl içselleştirildiğinin ve devamının sağlandığının güzel bir örneğidir.

52 Eleştirel medikal antropolojinin sağlık/hastalık konularına bakış açısını ortaya koyan en çarpıcı örnekleri beslenme alanında bulabiliriz. Gerek tüketilen besinlerin gerek beslenme tarzının toplumsal ilişkiler ağıyla (örneğin güç ilişkileri ve toplumsal cinsiyetle), ekonomik koşullarla (örneğin kapitalizmin hangi ürünleri öne çıkardığıyla) ve kültürel pratiklerle (yemek hazırlama ve tüketme alışkanlıklarıyla) yakın ilişkileri vardır. Eleştirel medikal antropologlar objektiflerin işte bu noktalara da odaklanması gerektiği konusuna vurgu yapmaktadırlar. Sözgelimi kapitalizmin simgesi haline gelen kolalı içecekler son yıllarda hızla geleneksel içeceklerin yerini almaya başlamıştır. Dünyanın en ücra bölgelerinde, hatta yerleşimin bile olmadığı alanlarda karşımıza çıkan kola kutuları ve pet şişeleri bu istilanın ulaştığı boyutlar hakkında bilgi vermektedir. Bu durumu, uygulanan ekonomik modelden (kapitalizm) ve bu modeli kendine şiar edinmiş politik anlayıştan (neo-liberalizm) bağımsız düşünebilir miyiz?

53 ANTROPOLOJİK KURAMLARIN SAĞLIK KAVRAMINI ELE ALIŞI

54 EVRİMCİ VE TARİHSELCİ KURAMLAR
19. yüzyılda antropoloji içinde antropolojinin ilk kuramsal modeli olarak ortaya çıkan evrimcilik, bütün toplum ve kültürleri bir gelişme çizgisi içinde görmeye çalışmıştır. 19. Yüzyıl'ın hâkim bilim anlayışını yansıtan biyoloji ve jeolojide ortaya çıkan evrimci yaklaşım, evrenin, yeryüzünün ve canlıların başlangıçtaki hallerinden değişerek bugüne geldiklerini ortaya koyuyordu. Antropolojik evrimcilik de, tıpkı doğadaki gibi insan kültürlerinin de geniş zaman dilimleri içinde, ilkel olandan ileri aşamalara doğru değişime uğradığını öne sürmüştür. Bütün evrimci görüşler, insanlığın ve onun kültürünün ilkel (ya da vahşi) olandan uygar olana doğru giden tek hatlı bir evrim sürecinden geçtiği konusunda hemfikirdiler. Evrimci yaklaşım, kendi çağının ilkellerini ya da vahşilerini ise yaşayan kültürel fosiller ya da evrimin başlangıcındaki insan topluluklarının çağdaş kalıntıları olarak görmekteydi.

55 Malthus, insan nüfusunun var olan gıda kaynaklarına göre çok hızlı arttığını, gıda kaynaklarının aritmetik tarzda artmasına karşılık nüfusun geometrik olarak çoğaldığını söyledi. Mevcut gıda kaynaklarının yetersizliği; fakir, beceriksiz ve güçsüz olanların, bu kaynaklara diğerleri kadar başarılı bir şekilde erişememelerine ve böylece ölerek elenmelerine sebebiyet verecektir. Bu, güçlü olanın yaşaması, güçsüzün ise doğal seleksiyona uğraması anlamını taşımaktadır.

56 Darwin’in ‘doğal seleksiyon’ fikrine ulaşmasında, Malthus’tan aldığı etkiler kadar hayvan yetiştiricileri üzerinde yaptığı gözlemler de etkili olmuştur. Gerçi Malthus da hayvan ve bitki yetiştiricilerinin ‘yapay seleksiyon’ yolu ile tür içinde düzeltme yapmalarından bahsetmiştir; fakat o, Darwin’in aksine, bu ‘yapay seleksiyon’un belli sınırları olduğunu vurgulamıştır. Darwin için ise ‘yapay seleksiyon’ fikri çok önemliydi, o ‘doğal seleksiyon’nu birçok defa ‘yapay seleksiyon’ ile analoji kurarak temellendirmeye çalışmıştır. Hayvan yetiştiricisi istediği türün bireyini seçmekte ve gelecek nesli bu bireyden üretmektedir. Böylece türün içinde istediği özelliklerin nesilden nesile aktarılmasını sağlamaktadır. Darwin’in Evrim Teorisi’ne göre bir sürü zürafa varyasyonu önce oluşur, otlar ortadan yok olduğu bir dönemde, boynu kısa zürafalar ‘doğal seleksiyon’a uğrar ve yüksek dallardaki yaprakları yiyebilen zürafalar hayatta kalır. Daha sonraki nesilde zürafalar, yaprakları yiyebilen uzun boyunlu zürafanın dölleri olarak uzun boyunlu doğarlar. Bu görüş, Lamarck’ın, canlıların ihtiyaçları sonucunda hareket edip, bu hareketle değişikliğe uğramaları (zürafaların uzun dallara erişmek için boyunlarını hareket ettirip uzatmaları) ve bunu sonraki nesillere aktarmalarına dayanan görüşünden farklıdır. Darwinizm’de önceden oluşan varyasyon, çevrenin elemesine yakalanır (doğal seleksiyon) veya yakalanmaz (en uygunun yaşaması), ama çevreye uymak için canlı kendi kendini farklılaştırmaz.

57 Darwin’in çok önem verdiği ‘yapay seleksiyon’ aslında Evrim Teorisi açısından birçok güçlüklerle doludur. Hayvan yetiştiricileri, yıllardır inek, koyun, at gibi birçok hayvanla uğraşmaktadırlar, fakat hiç kimse yeni bir cinsin, familyanın ortaya çıktığına tanıklık edememiştir. Bilinçli müdahaleler ile bile yeni tek bir cinsin, familyanın oluşması mümkün olamamışken, doğada oluşan rastgele değişiklikler ile milyonlarca türün, cinsin, familyanın ortaya çıkmasını açıklamak önemli bir sorun olarak görünmektedir. Teorinin savunucuları, evrimin oluşumunu çok uzun bir zamana yayarak bu sorundan kaçınmaya çalıştılar: “Güçlü ve avantajlı olan canlı, gıda kaynaklarına ulaşmadaki ve cinsel ilişkiye girmedeki avantajından dolayı yaşamayı ve genetik özelliklerini sürdürmeyi başarıyor olabilir” dediler.

58 Herbert Spencer ( ), ‘evrim’ (evolution) kavramının popüler bir kavram olmasını ilk sağlayan kişidir. Darwinci çizgide Evrim Teorisi’ni savunan birçok biyolog, Evrim Teorisi’nin, her bir sonraki formun mutlak surette bir önceki formdan daha gelişmiş olması gerektiğini ileri sürmediğini (veya sürmemesi gerektiğini) söylemelerine rağmen; Evrim Teorisi, yaygın olarak ‘evrim’in, sürekli gelişmeyi ifade eden anlamında anlaşılmıştır. Spencer’ın Evrim Teorisi; ‘evrim’in, Güneş Sistemi’nden Dünya’mıza, Dünya’mızdan tüm canlıların bedenlerine, canlıların bedenlerinden sosyolojik yapılarına kadar gerçekleşen bir kanun olduğunu ileri sürer.

59 Spencer, her alana uyguladığı ‘evrim’ kavramını dillere bile uygular ve dillerin, ortak ilkel bir kökenden yavaş aşamalarla evrimleştiğini savunur. Çeşitli kelimelerin ve tamlamaların kökenine inerek, genel evrim kanununun dillerde nasıl rol oynadığını göstermeye çalışır. Spencer, dinlerin, ilk ve temel kaynağını atalara tapınmada bulduğunu söyler ve kişisel tanrılara tapınmaya geçişi de dildeki değişimlere bağlar. Ernst Cassier, Spencer’in bu görüşüne karşılık; “İnsan kültürünü salt bir yanılsama ürünü, sözcüklerle hokkabazlık yapma ve adlarla çocukça oynama olarak düşünmek, çok inandırıcı ve akılla bağdaşır bir varsayım değildir” der.

60 Spencer, kendi döneminde büyük etkisi olan Newton’un fizik sistemi ile, Comte’un toplumlara evrimci yaklaşımının ve pozitivizminin etkisi altındadır. O, etkisi altında olduğu fiziksel yaklaşımdan sosyolojik yaklaşıma kadar geniş bir alanı evrim ile birbirine bağlamıştır. Diyebiliriz ki, Hegel dâhil hiçbir felsefeci, ‘evrim’ kavramına Spencer kadar felsefesinde merkezi bir rol vermemiştir. O, Hegel’in ‘evrim’i Mutlak’ın gerçekleştirdiği tinsel bir süreç olarak açıkça tarif etmesinden de, etkisinde olduğu Comte’un pozitivizmindeki çizgisinden de ayrılır. Evrim’in, bir zorunluluk olduğunu ve Bilinemez’in, Kavranamaz Kudret’in kendisini belli etmesine yarayan bir gerçeklik olduğunu söyler. Ayrı ayrı olguların değerlendirilmesinde evrimin sentetik bir düzen içinde anlaşılacağını ve tecrübelerimizi aşan gayesel bir gerçek olduğunu belirtir. Spencer’a göre, somut yorumlamaların hepsini birleştirip bütünleştiren tek gerçek; belirtileri daima değişen, ama geçmiş ve gelecek zamanda değişmez olan bir Kuvvet’i tanıyıp kabul etmektir. Bilimin de, metafiziğin de, teolojinin de kendisine gitmekte oldukları hedef böyle bir neticedir.

61 Spencer’ın genel ‘evrim’ yaklaşımında, basit ve homojen bir halden kompleks ve heterojen duruma geçiş esastır. O, yeni bir yapı evrimleştiğinde, vücudun geri kalanının ona uyum sağlaması gerektiğini ve tesadüfi değişikliklerin hep beraber doğru zamanda gerçekleşmesini beklemenin mümkün olmadığını ileri sürdü. ‘Doğal seleksiyon’ bir tek organdaki değişikliği açıklayabilirdi, ama birbirine entegre tüm bir vücudu açıklamakta yetersizdi. Ayrıca Lamarckçılık, kullanılmayan organların toptan yok olmasını açıklayabiliyorken, ‘doğal seleksiyon’ bütünüyle elenmeyi açıklamakta zorluklara sahipti. Spencer, kullanılan organların geliştiğini ve kullanılmayan organların yok olduğunu söyleyen Lamarckçılığın, evrim için açıklayıcı bir mekanizma ileri sürdüğünü düşünüyordu

62 YENİ DARWİNİZM Günümüzde Evrim Teorisi veya Darwinizm denince akla gelen biyolojik teori, temelde Darwin’in ‘doğal seleksiyon’ fikriyle genetikteki gelişmelerin bir sentezidir ki bu yaklaşım Yeni-Darwinizm (Neo-Darwinizm) olarak da anılır. Yeni-Darwinizm’in en önemli özelliği, sonradan kazanılan özelliklerin aktarılamayacağı konusundaki ortak kanaattir. Embriyoloji veya geçmiş dönem fosillerinin incelenmesi üzerine yoğunlaşan Yeni-Darwinci, bir Lamarkçı’dan farklı olarak, sonradan kazanılan özelliklerin aktarılamayacağı kabulünden yola çıkarak embriyo gelişimini veya fosiller arasındaki benzerliklerin değerlendirmesini yapar. 

63 EVRİMCİ TIP Tıp bilimi hastalıkları mekanik biyoloji yaklaşımı ile açıklamaya çalışır: Bu hastalık nasıl oluşuyor sorusu temel alınır. Hastalığın fizyopatolojisi açıklandıktan sonra da ona uygun tedaviler geliştirilir. Oysa günümüzde yeni bir anlayışla bazı tıp bilimcileri evrim teorisinden esinlenerek hastalıkları anlamak için niçin sorusuna yönelmiş durumdalar: Bu hastalık niçin oluşuyor? Yüksek tansiyon hastalığı (hipertansiyon) günümüzde en sık görülen ve ölümcül sonuçlara yol açan ciddi bir halk sağlığı sorunudur. Kalp krizleri ve inme (felç) çoğu kez yüksek tansiyonla ilişkilidir. Tıp bilimi yüksek tansiyon hastalığına nasıl sorusu ile yaklaşır ve kan dolaşımı ile ilgili hangi mekanizmaların bozularak tansiyonun (kan basıncının) yükseldiğini ortaya koyar. İçinden kanın geçtiği damarların daralması ile basıncın yükseldiği anlaşıldığında bunu gidermek için damarı genişletecek bir ilaç üretilir ve tansiyon hastalarının tedavisinde kullanılır. Günümüzde yeni bir yaklaşımla Darwinci tıp yaklaşımı ile tüm hastalıklara ve edinilmiş bilgilere yeniden bakılmaktadır. Niçin ilk insanlarda yüksek tansiyon hastalığı görülmemiş iken modern toplumlarda böyle bir sağlık sorunu ortaya çıkıyor?

64 İŞLEVSELCİLİK İşlevselcilik, kültürel öğelerin kültür bütünü içinde nasıl işlev gördüğünü ve bu bütünle nasıl uyum sağladığını antropolojik araştırmanın temel meselesi sayar. İşlevselciler, antropoloji içinde uzun süreli alan araştırmasını ilk uygulayan grup olarak öncellerinden ayrılırlar. İngiliz işlevselciliğinin kurucusu ve başta gelen kuramcısı Bronislaw Malinowski’dir. Malinowski’ye göre bütün insanların, yeme, içme, barınma, giyinme, türün devamını sağlamak gibi bazı ortak temel ihtiyaçları vardır. Diğer ihtiyaçlar bu temelin üzerinde yükselir, yani temel ihtiyaçların karşılanması ikincil ihtiyaçları ortaya çıkarır. Malinowski, kültürel işlevlerin hem temel hem de bunlardan türeyen ikincil ihtiyaçları karşıladığını söyler ve öncelikle bu ihtiyaçları gidermeye yönelik olmayan bir kültürün var olamayacağını vurgular.

65 Böylelikle, ilk bakışta anlamsız ya da temelsiz, başka neden veya sonuçlarla bağlantılandırılamayan gelenek ve göreneklerin anlamlı› olduğu ortaya çıkacaktır. İşlevcilik, belirli işlevlere sahip öğelerin karşılıklı ve bağımlı ilişkileri biçiminde görülen bir kültür bütününe vurgu yaparak, daha önceki kültür tarihi yaklaşımından ayrılmıştır.

66 YAPISAL- İŞLEVSELCİLİK
Bu yaklaşımın kurucusu ve ilk kuramcısı olan İngiliz antropolog Radcliffe-Brown, toplumu birbirini destekleyen öğe ve kurumların karşılıklı ilişkilerinin toplamı olarak gören ve kültürün tek tek bireylerin değil, bu toplumsal işleyişin bir ürünü olduğunu söyleyen Durkheim’dan etkilenmiştir. Bu çerçevede Radcliffe- Brown’ın ağırlık verdiği odak, Malinowski’nin aksine psikolojik ve biyolojik değil sosyolojiktir. O yüzden bu kuram sosyolojinin temel kavramlarından biri olan toplumsal yapı kavramıyla ilişki kurmayı seçmiştir. Durkheimci sosyoloji kuramında toplumsal yapıyı kuran en önemli unsur ortak bilinç durumudur. Ortak bilinç bireyi aşar ve bireysel eylem ve inançlar bu geniş çerçevenin tezahürlerinden oluşur. Durkheim, toplumsal gerçekliğe ilişkin herhangi bir unsurun ancak toplumsal gerçekliğe ait başka bir unsurun sonucu olduğunu söyleyeb toplumsal belirleyicilik ilkesini getirmiştir. Dolayısıyla toplumun karşılıklı ilişkiler içinde olan bireylerden oluştuğunu kabul etmekle birlikte, bu bireylerin bireysel davranışlarıyla açıklanamayacağını öne sürmüştür. Durkheim’a göre toplumsal gelenekler ve yapılar, bireysel bilinci en bilinçli bireyin bile farkında olamayacağı şekilde biçimlendir. Farklı toplumlar farklı düşünce kalıplarına ya da kolektif temsillere sahiptir. Sosyal bilimin temel inceleme konusu da budur.

67 Radcliffe-Brown da bu görüşlerden etkilenerek toplumu bir organizmaya benzetir. Buna göre varlığını kuran ve devamını sağlayıcı biçimde Radcliffe-Brown da, bu görüşlerden etkilenerek toplumu bir organizmaya benzetmiştir. Buna göre varlığını kuran ve devamını sağlayıcı biçimde, denge halinde çalışan bir bütündür. Öte yandan Durkheim’ın temel aldığı birey- toplum ilişkisinde olduğu gibi birey, onu aşan toplumsal yasalara boyun eğen, bu yasalar gereğince hayatını sürdüren bir unsurdur. Bireysel farklılıklar ancak bu çerçeve içinde ortaya çıkabilmektedir. Malinowski^nin kültür kuramında birey esastır ve kültürün bireyi nasıl desteklediği öne çıkar. Yapısal işlevselcilikte ise konu bunun tersine, toplumsal yapının farklı öğelerinin toplumsal düzen ve dengeyi nasıl ayakta tutacak biçimde çalıştığı olmuştur.

68 Her iki yaklaşım arasında vurgu açıktır: Malinowski bireyin temel ihtiyaçları üzerinde dururken, Radcliffe- Brown toplumsal yapının işler biçimde sürdürülmesine dikkati çeker. Her iki görüş de bütüncü kültür anlayışına katkı yapmış, alan araştırması tekniklerinin gelişiminde büyük bir rol oynamıştır. Kültür gelenekleri, kurumları, alışkanlıkları tek başına olgular olarak ele almak yerine, içinde var oldukları ve geliştikleri toplumsal bağlama bakmak gerektiğini vurgulamalarıyla bu kuramlar, antropolojinin bütüncü yönünün gelişmesinde önemli bir katkı yapmıştır. Bununla birlikte her iki kuramsal yaklaşımda tarihsel gerçekliği dışarıda bırakmalarıyla eleştirilmiştir. Ayrıca hem kültürel değişme meselesi hem de fiziksel ve biyolojik çevrenin kültür üzerindeki etkileri bu kuramlarda ihmal edilmiştir. İşlevselci yaklaşım, toplumu yaşayan bir organizma olarak kabul etmektedir. Temel kavramları arasında uyum ve denge ilk sıralarda yer almaktadır. Her kurumun bir işlevi bulunmaktadır. Bireyin topluma sorunsuz bir şeklde uyum göstermesini sağlamak temel işlev olarak kabul edilmektedir. Bu işlevlerinin yerine getirilmesi, toplumsal düzenin devam etmesini sağlamaktadır.

69 İşlevsel Kuramda Sağlık ve Hastalık
Bu yaklaşımın sağlık ve hastalık olguları hakkındaki temel görüşlerinin amacı, hastanın doktora tabi olmasını sağlamaktır. Bu uyumu sağlamada etkili olan güç çeşitleri ile ilgili olarak French ve Raven tarafından geliştirilen sınıflama şöyledir: Zorlayıcı Güç: Ceza korkusuna dayanır. Burada algılanan ceza önemlidir. Ödüllendirici Güç: Ödül beklentisi yaratma temeline dayanmaktadır. Burada da algılanan ödül önemlidir. Uzmanlık Gücü: Etkileyen kişiye üstün bilgi ve yetenek atfedilmesinden kaynaklanmaktadır. Uzman kişinin verdiği bilgiler, diğerleri için bilgiye pratik bir şekilde ulaşma imkanı vermektedir. Doktorun söylediklerini yapmak bu duruma örnek verilebilir. Sevgi ve Özdeşim Gücü: Gücü kullanan kişinin kişisel özellikleri temelinde karşıdaki kişinin algısına dayanmaktadır. Diğer bir deyişle doktorun, hastaların kendisi tarafından sevdiği kişilerin yerine konulması söz konusudur. Bu durum ise, hastanın doktorun önerilerini dikkate almasına neden olabilmektedir. Meşru Güç: Meşru olmasından kaynaklanan güçtür. Ataerkil sistemde kadının, kocasına itaat etmesi, meşru olan davranışları yerine getirmesi anlamına gelir. Bilgi Gücü: Tarafların birbirlerini sahip oldukları bilgi aracılığı ile etkilemeleridir. Bu noktada uzmanlık gücü ile benzerlik gösterdiğini ileri sürmek mümkündür.

70 İşlevselci yaklaşım içinde öncelikle ele alınması gereken isimlerden biri Tacott Parsons’dur. Ona göre, çağdaş toplum kapitalist olarak kavramsallaştırılmamalıdır. Modern toplum olarak kabul ettiği bu toplumsal oluşum kapitalist ekonomiyi içermekle beraber kapitalist olmayan sosyal unsurları da barındırmaktadır. Bunun en iyi örneği tıpta görülmektedir. Tıp profesyonelleri fedakârlık içinde, etik kuralları çerçevesinde çalışmaktadırlar ve bu durum ekonomik kaygılardan uzaktadır. Buna ek olarak, Parsons, hastalığın salt biyolojik bir olgu olarak kabul edilmesine karşı bir duruş sergilemektedir. Bununla beraber hasta olmanın, hasta rolüne girmeyi ve tıp profesyoneli tarafından kontrol edilmeyi gerektirdiğini ifade etmektedir.

71 Tıbba verdiği değere rağma Parsons tıbbı eleştirmiş, tıbbın bilimselliğini hem sosyal bilimsel açıdan hem de tıbbın kendi paradigması açısından sorgulamıştır. Parsons’a göre iyileşme süreci sadece bir sistem meselesidir. Bu sistem bilim olduğu kadar sihir ya da din de olabilir. Önemli olan tedavi başarılı olursa sistemin meşruluk kazanacağı; tedavi başarısız olursa sistemin olduğuna bağlı olarak başarısızlığın bilgi eksikliğine, doğaya veya şeytana atfedileceğidir. Parsons ayrıca, tıptaki placebo etkisini örnek göstererek tıbbın, kendi paradigması içinde de her zaman bilimsel olmadığını ortaya koymuş, insanların aslında, tedavinin etkisinden çok, iyileşmeyi umdukları için iyileştiklerini vurgulamıştır. Parsons’un placebo gibi Batı tıbbının açıklayamadığı çeşitli noktaları vurgulaması ve tıbbın bilimselliği iddialarını sorgulaması, tıbba bilimselliği nedeniyle değil, dayandığı meslek ilkeleri nedeniyle değer verdiğini göstermektedir.

72 Parsons, tıbbın bilimsellik iddialarını bu şekilde sorguladıktan sonra, hasta olmanın öncelikle biyolojik ya da psikolojik bir durum değil, bir toplumsal rol olduğu, insanların hastalıkları hakkında seçim yapabildikleri, hastalığa bürünebildikleri sonucuna varmıştır ve hasta rolü kavramını geliştirmiştir. Parsons’a göre sağlık değerli bir toplumsal kaynaktır. Bireysel başarı da toplumsal düzenin uygun şekilde işlemesi de sağlığa dayanmaktadır. Bu açıdan, Parsons’a göre hastalık normalden sapma durumudur. Çünkü hastalık durumunda birey, normalde (sağlıklıyken) yerine getirmesi gereken rolleri yerine getiremez. Bununla birlikte, Parsons’a göre insanlar toplumsal rollerin yarattığı baskıdan ve rollerinden kaçmak istediklerinde, gönüllü olarak hasta rolüne bürünebilir. Parsons bunu hasta rolü kavramıyla açıklamaktadır.

73 HASTA ROLÜ Parsons, hastalığın fiziksel bir varlık değil, toplumsal bir olgu olduğunu savunur. Bireyler, gündelik yaşamda uymaları beklenen normlara uymak istemedikleri ya da genel kültürel ölçütlere ulaşamadıkları zaman hasta rolüne girerek bu rollerden ve beklentilerden kaçarlar. Hasta rolü, bu role giren kişiye toplum tarafından verilen tepki üzerinden tanımlanır. Yani kişi, ancak toplum onu meşru olarak hasta kabul ederse hasta sayılır. Hasta rolünün meşru sayılması ise iki koşula bağlıdır. İlk olarak hastanın hasta rolünün sağladığı hakları en kısa sürede terk etmeyi istemesi gerekir. Diğer bir ifadeyle hasta, iyileşmeyi istemelidir. İkinci koşul ise hastanın, iyileşmek amacıyla doktorla ve ilgili diğer profesyonellerle işbirliği yapması ve onlara itaat etmesidir. Bu koşulları yerine getiren kişi meşru olarak hasta kabul edilir. Bu zorunlulukları yerine getirerek hasta rolüne giren kişi, bu role girerek iki avantaj elde eder. Bunlardan birincisi kötü sağlığından ötürü kişisel olarak sorumlu tutulmamaktadır. İkincisi ise bu rol içinde olduğu sürece normal toplumsal rollerden muaf tutulacak olmasıdır.

74 Hasta rolü kavramı ile Parsons, insanların gönüllü olarak hasta olmaya karar verebileceklerini yani sosyal yaşamlarının gerekliliklerinden kaçmanın sapkın bir yolu olarak hasta rolünü benimseyebileceklerini belirtmiş olur. Parsons’a göre tıbbın en önemli işlevlerinden biri kimin hasta olarak kabul edilip kimin edilemeyeceğini belirlemesidir. Çünkü ona göre çok fazla sayıda insanın hasta rolüne girmesi sosyal sistemin sürekliliğini tehlikeye sokacaktır.

75 Parsons’ın Görüşlerine Eleştiriler
Parsons’un hem tıp mesleğine yönelik analizi hem de hasta rolü kavramı, çeşitli açılardan eleştirilmiştir. Hasta rolüne girme konusunda hastalığın ciddiyeti, sınıf, ırk, cinsiyet gibi faktörleri görmezden gelmekle ayrıca toplumsal rollerden muaf olanın toplumsal sorumluluklardan muaf olmak anlamına gelmediğimi görmemekle eleştirilmiştir. Bunun yanında hasta rolünün sadece bazı hastalıklar için geçerli olabileceği, kronik hastalıklar için söz konusu olamayacağı ileri sürülmüştür. Parsons’ın tıp mesleğine ilişkin analizi de eleştirilmiş, doktorların sadece bilimsel verilere dayanarak karar vermedikleri, kararlarında hem kendi toplumsal geri planlarından hem de ilaç firmalarıyla olan ilişkilerinden etkilendikleri savunulmuştur.

76 YAPISALCILIK Antropolojide yapısalcı düşünce, dilbilimci Saussaure’den etkilenen Claude LéviStrauss tarafından geliştirilmiştir. Yapısalcılık da tıpkı işlevselci ve yapısal işlevselci bakış açılarında olduğu gibi tarihi dışarda bırakan bir analiz çerçevesi oluşturmuştur. Yapısalcılık, toplumsal olgu ve öğelerin ancak toplumsal yapı denilen ve sadece bir model kullanılarak erişilebilecek gizli bir boyutun varlığı üzerinden anlaşılabileceğini öne sürer. Bu gizli boyut dilde saklıdır. Zira dil, insan aklını düzenleyen mekanizmaların dışa vurumudur ve kültür dediğimiz şey, aslında bu mekanizmaların dışsal yansımasından başka bir şey değildir. Dolayısıyla insanların zihinsel algıları, insanla nesnel dünya arasındaki yegane ilişki biçimidir. Doğal ya da nesnel dünya, insanın zihinsel kavrayışı dışında bir gerçeklik değildir. Bu dünya zihnin temel mekanizmaları tarafından zihinde inşa edilmekte ve dille dışa vurulmaktadır. Yapısalcı antropoloji bu temel mekanizmaların ilkelerini bulmaya çalışır. Yapısalcılığın temel kabulüne göre bu ilkeler zaten insan düşüncesini yöneten süreçlerinin yapısında mevcuttur.

77 POST- YAPISALCILIK Post yapısalcılık içinde, sağlık ve hastalık sosyolojisine en çok katkı sağlayan kişi Foucault’tur. Foucault, tıbbın bilgiyi biçimlendirişi ile ilgilenir. Kliniğin Doğuşu adlı eserinde hastalıkların bedene bakışın ürünü olduğunu, hastanın bedenini görme biçimi değiştikçe tıbbi uygulamaların yeni biçimlerinin ortaya çıktığını gösterir. Foucault sağlıkla ilgili düşüncelerinde daha çok, hastalık kategorisinin gelişimine ve tıp mesleğinin üretilmesine odaklanmıştır. Foucault, modern tıpta dahil olmak üzere birçok akademik disiplinin Avrupa’da kapitalizmin geliştiği, nüfusun ve kentleşmenin arttığı bir dönemde doğmasının tesadüfi olmadığını savunur. Endüstriyel kapitalizmin gelişmesi, nüfusun artması ve kentleşmenin hızlanması sonucunda nüfusun kontrolüne yönelik eski biçimler yeterli olamamış, yeni iktidar rejimleri gelişmiş ve insanlar sayılmaya , izlenmeye ve incelenmeye başlanmıştır. Foucault, bürokratik toplumların bu şekilde toplanan bilgiyi, toplumsal planlamalar yapmak için kullandıklarını ve bunun sonucunda, modern akademik disiplinler olan modern tıp, kriminoloji, penaloji, psikoloji, sosyoloji ve psikiyatri gibi bilim dallarının doğduğunu belirtir. Bu disiplinlerin amacı, nüfusu tahmin ve kontrol etmektir, bu akademik disiplinler aynı zamanda insanların kabul etmeleri gereken davranış normlarını ve benimsemeleri gereken yaşam tarzlarını oluşturup, bu normlar üzerinden insanlara nasıl davranmaları gerektiğini bildiren disiplinlerdir.

78 Bu disiplinlerden amaçları bireylerin davranışlarını tahmin ve kontrol etmek ve devlete bu bireyleri izlemesi ve kontrol etmesi için gerekli bilgiyi sağlamak olan meslek grupları doğmuştur. Bu meslek grupları da devlet lehine insanları hasta, deli, suçlu, sapkın gibi çeşitli kategorilere sokmaya başlamıştır. Bu yeni disiplinler, toplumsal kontrolün bilgisini üretir ve insanları deli, akıllı, özürlü, suçlu ve hasta gibi kategorilere bölerken kullanılacak bilimsel kriterleri oluşturarak, kendi ürettikleri bu bilginin insanlar tarafından öznel gerçeklikler olarak içselleştirmesini ve iktidarın disipline edici güce sahip olmasını sağlar. Kısacası toplum yönetilen bir toplumdur. Bu toplum içinde mesleki gruplar, yönetici devletin lehine insanları hasta, deli, suçlu, sapkın gibi çeşitli kategorilere sokarlar. Foucault’ya göre tıp, yönetici bürokratik devletin bir ürünüdür. Tıp, normal davranışın tanımlanması yetkisini kendi kontrolünde tutar.

79 MARKSİST YAKLAŞIM Marksist yaklaşım, sağlık bakımını ve tıbbı, kapitalizmin bir parçası olarak ve kapitalizmle ilişkisi üzerinden açıklar. Hastalıklar da tedaviler de kapitalist ekonomik sistemin ürünüdür. Marksist yaklaşıma göre tıp, kapitalist ekonominin bir parçasıdır ve tedavi açısından bir faydası olmasa da kar amacıyla teknolojik gelişmeleri desteklemektedir. Bu yaklaşıma göre tıbbi bilgi de kapitalist sistemin verdiği zararları doğal ve biyolojik göstererek, hastalıkların politik ve ekonomik nedenlerini gizleyen bir ideolojik araçtır.

80 Bu yaklaşım içinde sağlığa değinen ilk eser, Engels’in İşçi sınıfının Durumu’dur. Engels bu eserde tifo, verem, raşitizm gibi hastalıkların doğrudan kapitalist üretim koşullarıyla ilişkili olduğunu, bu nedenle tek başına tıbbi müdahalenin, bu hastalıkların ortadan kaldırılması için yeterli olmayacağını savunmaktadır. Engels, hastalığa kaderin, önlenemez biyolojik olayların ya da bireylerin psiko-sosyal özelliklerinin neden olduğu yönündeki açıklamaları reddetmiştir. Ona göre hastalık, endüstriyel kapitalist örgütlenme biçiminin, dayatmacı yönetim tekniklerinin ve kapitalistlerin barınma ve yiyecek güvenliği pahasına kar peşinde olmalarının bir sonucudur. Buradan hareketle, hastalıkların kötü barınma koşulları ve yoksulluk nedeniyle oluştuğunu savunan Engels, hastalıkları bireyi suçlayan bir yaklaşımla değil, toplumsal örgütlenme biçimiyle ilişkilendirerek açıklar.

81 Marksist yaklaşıma göre çağdaş kapitalm içindeki sağlık bakım örgütleri (hastaneler, klinikler) sağlığı insanların işgücü piyasasında emeklerini satmaya devam edebilmeleri açısından ihtiyaç duyulan zindelik durumuna indirger ve hastalıkları sigara, içki, hareketsizlik gibi bireysel yaşam faktörlerinin sonucu gibi göstererek dikkati toplumsal, politik, ekonomik ve mesleksel ve çevresel nedenlerden uzaklaştırırlar. Kapitalist tıp, hastalıktan korunmak için gerekli önlemleri almak yerine hastane temelli tedavileri destekleyerek iyileşmeyi tüketime indirger. Tıp mesleği, hasta raporlarını kontrol edebildiği için emeğin ve işçi sınıfının kontrolü üzerinde önemli bir yere sahiptir. Kapitalist tıp, ayrıca kadınların cinsiyete dayalı rollerini meşrulaştırarak onları, işçi sınıfının sonraki nesillerinin bakımından sorumlu tutat. Böylece kadınları ücretsiz ev içi işçisi olarak kullanır.

82 Bu çerçevede Marksist yaklaşıma göre, sağlık bakımı örgtüleri üç ideolojik işlevi yerine getirirler:
1. Yetersiz de olsa sağlık bakımını sağlayarak temelde toplumsal olan problemleri bireysel düzeye aktararak statükoyu meşrulaştırırlar. 2. Sağlık bakımını, hastane bakımı ve ilaç tüketiminden ibaret görerek kapitalist üretim tarzını yeniden üretirler. 3. Hem sağlık işçilerinin örgütlenişiyle hem de yarattığı tüketim desenleriyle kapitalist sınıf yapısını yeniden üretirler. Marksist yaklaşımın temel ilkesi, sağlık hedefi ile kar hedefi arasında bir çelişki olduğudur. Günlük yaşamın parçalarının, piyasada mal olarak satılması süreci olan metalaştırma, sağlık sektöründe giderek artmış sağlık sektöründe son yıllarda ücretsiz olarak bireylerin erişimine açık olan alanlar giderek azalmış ve sonuçta tıbbi- endüstriyel kompleks olarak adlandırılan yapı ortaya çıkmıştır.

83 Sağlık bakımı, alınıp satılan bir mal haline geldikçe yani metalaştıkça, girişimci ve şirketleşmiş tıp gelişmiştir. Şirketleşmiş tıp, sağlık hizmeti veren kuruluşların mal piyasasındaki diğer şirketler gibi sadece kar amacına yöneldiğini vurgulamak için kullanılan bir terimdir. Şirketleşmiş tıp, hastanın ihtiyaçlarını karşılamaktan çok, sağlık hizmeti veren kuruluşun ihtiyaçlarını karşılamaya önem vermekte, endüstriyel rekabetin yarattığı yöntemler hem herkese sağlık hizmeti verilmemesine hem de tedavi olan hastaların doktorlarının değişmesi ve başka nedenlerle, tedavilerinin yarıda kalmasına yol açabilmektedir.

84 Ivan Illich, Sağlığın Gaspı adlı eserinde tıbbın yararsız tedavilerle hastalara yarardan .ok zarar verdiğini, toplumu sağlıksız kılan koşulları iyileştirmek yerine kötüleştirdiğini ve bireylerin kendi kendilerini iyileştirme, acı çekme ve ölme özgürlüklerini ellerinden aldığını savunur. Bu durumu klinik, sosyal ve kültürel- simgesel iatrojenez kavramları ile açıklar. İatrojenez, tıbbın kendisinden, doktorların uygulamalarından ve tedavilerinden kaynaklanan hastalıklar anlamına gelmektedir. Illich her ne kadar son yüzyılda tıp ilerlese de difteri, tüberküloz gibi çeşitli hastalıklarının azalmasının nedeninin tıptaki gelişmeler değil, toplumun yaşam şartlarının, beslenme ve barınma koşullarının iyileşmesi olduğunu savunur.

85 Illich ölüm ve hastalanma oranlarındaki iyileşmenin, tıbbi müdahalelerden çok çevresel faktörler sayesinde gerçekleştiğini, tıp kurumunun çıkara dayalı teşhis ve tedavilerinin yarardan çok zarar sağlayarak ölüme, hastalığa, ağrıya ve acıya neden olduğunu belirtir. Illich, sağlığın doktorların yanlış teşhis ve tedavileri, aşırı ilaç yazmaları ve benzeri müdahalelerle kötüleştirmesini klinik iatrojenez olarak adlandırır. Sağlık politikalarının, ilaç firmaları gibi sağlıksızlık yaratan endüstriyel kuruluşları desteklemesi ya da devlet bütçelerinin, halk genellikle yararlanamadığı halde ağırlıklı olarak tıbba aktarılması da sağlığı kötüleştirmektedir. Bu durum sosyal iatrojenez olarak ifade edilir. Illich ayrıca, tıbbın acıya ve ölüme karşı verdikleri tepkileri de engellediğini, bireylerin kendi bedenleri, acıları, hatta ölümleri üzerindeki kontrollerinin tıp tarafından ellerinden alındığını belirtir ve bu durumu da kültürel ve simgesel iatrojenez olarak ifade eder.

86 YORUMLAYICI YAKLAŞIM Bu yaklaşım içinde en önemli katkı köklerini fenomenolojiden alan toplumsal inşacılık yaklaşımından gelmiştir. Toplumsal inşacılık yaklaşımı, tıbbi bilginin toplumsal inşası üzerinde durmuş, tıbbın pozitivist paradigma içinde doğa bilimi olmasından kaynaklanan ayrıcalıklı pozisyonunu eleştirmiş, tıbbın sosyal bilimlerin inceleme konusu olmasına büyük bir katkı sağlamıştır. Toplumsal inşacılık yaklaşımının temel argümanları özetle üç başlıkta toplanabilir.

87 1. Beden ve Hastalığın Toplumsal İnşası
Toplumsal inşacı yaklaşım, hastalıkların basit gerçekler olmadığını, toplumsal muhakemenin ve toplumsal pratiklerin sonucu olduğunu iddia eder. Bu yaklaşıma göre beden , bedene ilişkin tanımlara bağlıdır. Hastalıkların gerçekliği de sorunludur. Örneğin RSI (Tekrarlanan Zorlama Yaralanması ve Tekrarlayan Gerilim Deformasyonu) hastalığı işverenlere göre işçilerin zinde olmamasından ve yanlış durmalarından; sendikacılara göre çalışma koşullarının uygunsuzluğundan, işin kontrolünün içinde olmamasından ve işlerin ağırlığından kaynaklanan bir hastalıktır. Psikiyatrlara göre ise tazminat nevrozunun ve/veya histerik sendromların bir biçimidir. Yani RSI’nin hastalık olup olmadığı hatta hastalık haline gelip gelmeyeceği biyolojik faktörlerin değil, toplumsal ilişkilerin sonucudur ve politik bir konudur. Toplumsal inşacılık yaklaşımı içinde, çeşitli hastalıklar için benzer analizler yapılmıştır. Bu yaklaşıma göre, bilginin kendisi, inşa edilen bir şey olduğu için tıbbi inanç sistemi-, diğer inanç sistemlerinden farklı değildir. İçerikleri de uygulamaları da kültürel ve toplumsaldır. Bu nedenle söz konusu yaklaşıma göre, diğer iyileştirme sistemleri gibi modern tıbbın sağlamlığının da sorgulanmaksızın kabul edilmemesi, bir sosyal ve kültürel sistem olarak incelenmesi gerekmektedir.

88 2. Tıbbi Bilgilerin ve Uygulamaların Toplumsal Bağlamı
Toplumsal inşacı yaklaşım, tıbbi bilginin ve tıbbi teknolojinin kullanılış biçiminin toplumsal ilişkilere bağlı olarak değiştiğini savunur. Bu yaklaşım içinde yapılan çeşitli çalışmalar, çeşitli hastalıkların özellikle de meslek hastalıklarının, hastalık olarak kabul edilmesinin aslında işverenler, işçiler, doktorlar, sigorta şirketleri ve avukatlar arasında yaşanan bir dizi tartışma ve uzlaşmanın ürünü olduğunu göstermektedir.

89 Yorumlayıcı yaklaşım, tıbbi bilginin, bilimin rasyonel ilerleme sürecinden çok toplumsal ilişkiler tarafından üretildiğini ileri sürer ve bu süreci, tıbbi kozmolojiler kavramıyla açıklar. Tıbbi kozmoloji, tıbbi bilginin üretilmesindeki toplumsal ilişkilere gömülü, toplumsal etkileşim biçimleridir. Beş tip tıbbi kozmoloji vardır:

90 1. KOZMOLOJİ: YATAK YANI TIBBI
1770’lerden 1800’lere kadar süren bu dönemde hasta, doktorun patronu konumundadır. Doktorun yaptıklarını değerlendiren hastanın kendisidir. Bu nedenle, müşterinin doktor üzerinde önemli bir etkisi vardır. Doktor, rekabet ortamı içinde diğer doktorlara yönelmemesi için müşterisinin kişisel isteklerini dikkate almaktadır. Bu dönemde tıbbi uygulamalar, doktorların ücretlerini ödeyebilecek derecede zengin olan, küçük bir azınlık tarafından kontrol edilmektedir. Bu dönemde hasta, tüm yönleriyle bir bütün olarak görülür. Hastalık da sadece bedene değil, bütün olarak insana olan bir şey olarak hem fiziksel hem de manevi öğeleri içeren insan dengesindeki bir eksiklik ya da bozulma olarak kabul edilir.

91 2. KOZMOLOJİ: HASTANE TIBBI
Hastane tıbbı,1800’lerde hastanelerin doğuşuyla başlayıp ve 1840’lara dek devam etmiştir. Bu dönemde hastanelerin doğuşuna bağlı olarak hasta doktora bağımlı hale gelmiş, doktorlar kendi tasarruflarında bulunan fakir bir hasta kitlesine sahip olmuşlardır. Tıbbi bilginin kontrolü artık, hastadan doktora geçmiştir. Hasta doktora itaat etmezse tedavi hakkını kaybedecektir. Bu dönemde hastalık, bireyin bir bütün olarak var oluşundan ayrılır, belirli bir organın patolojisi olarak, organik yaralar, işlev bozuklukları olarak görülür. Yatak yanı tıbbı, doktor bireye bir bütün olarak yöneldiği için özyönelimli bir kozmoloji olarak, hastane tıbbı ise doktor hasta bireyin sadece belirli bir fiziksel bölgesine yöneldiği için nesne yönelimli olarak tanımlanabilir.

92 3.KOZMOLOJİ: LABORATUVAR TIBBI
Bu dönem, 1840’lardan 1870’lere kadar sürer. Bu dönemde tıbbi bilgiyi artık bilim insanları, yani laboratuvardakiler kontrol etmektedir. Doktorun da hastanın da yerini bilimsel testler almıştır. Bu dönemde artık hastanın duygusal varlığı tamamen kapsam dışındadır. Hasta, analiz edilecek maddi bir şey haline gelmiş, hastalık da doktorlardan çok biyolog ve kimyacıların alanına giren ve laboratuvarda saptanabilecek biyolojik ve kimyasal bir süreç olarak görülmeye başlamıştır.

93 4. KOZMOLOJİ: GÖZETİM TIBBI
Gözetim tıbbı, 20. yüzyılda gelişmiştir. Bu dönemde nüfusun sağlıkla ilgili bilgileri anket gibi tekniklerle toplanmaktadır. Tıbbi bilgi büyük ölçüde sağlığa yönelik risklere odaklanmakta ve bu risklerden korunmak adına doğumdan ölüme kadar insan yaşamının tamamı, medikalize edilmektedir. Bu dönemde hastalık henüz gerçekleşmemiş ama her an gerçekleşebilecek bir potansiyel,bir risk olarak görülmektedir. Bu risklerden korunmak için, nüfusa ait bilgiler toplanarak nüfus gözetim, denetim ve kontrol altında tutulmaktadır.

94 5. KOZMOLOJİ: İNTERNET TIBBI
Tıbbi bilgiye artık internet üzerinden ulaşılması, bir yandan bilginin farklı biçim ve yorumları nedeniyle tıbba olan güveni azaltmakta bir yandan da hastalarla doktorlar arasındaki ilişkinin niteliğini değiştirmektedir. Bu dönemde, kendi sağlığı için tıbbi bilgi arayan, önceki kozmolojilere kıyasla kendi bedeni ve sağlığı hakkında çok daha fazla bilgiye sahip olan uzman hastalar söz konusudur. Tıbbi kozmolojiler, tıbbi bilginin bilimin rasyonel sürecinden çok, toplumsal ilişkiler tarafından üretildiğini göstermektedir. Tıbbi bilgi bilimin basit, rasyonel sürecinden çok, belirli toplumsal ilişkiler tarafından üretilmektedir.

95 Toplumsal inşacılık, sayılan kozmolojiler çerçevesinde tıbbi bilginin ve tıbbi teknolojilerin, bilime dayalı, nesnel ve değerden arınmış uygulamalar olmadığını, kültürel, ekonomik ve politik faktörler tarafından biçimlendirilen toplumsal ilişkilerin sonucu olduğunu savunur. Bu yaklaşım içinde yapılan çeşitli çalışmalar, hastalıkların teşhis ve tedavi süreçlerinde ırkçı ve ayrımcı uygulamalar olduğunu göstermektedir. Toplumsal ilişkilerle hastalık arasında iki yönlü bir ilişki vardır. Bir yandan toplumsal ilişkiler hastalıkların yaratılmasına katkıda bulunur, diğer yandan da yansız olduğu kabul edilen hastalık dili, toplumsal ilişkilerin doğasını gizlemeye hizmet eder. Böylece tıp, bir toplumsal kontrol mekanizması olarak işler. Tıbbın, neyin hastalık kabul edilip neyin kabul edilmediğini belirlemesini, bir toplumsal kontrol mekanizması olarak işlemesini sağlayan ise medikalizayon sürecidir.

96 MEDİKALİZASYON Medikalizasyon, tıbbın önceden tıbbi sayılmayan alanlarını tıplaştırması ve önceden tıbbi olduğu düşünülmeyen konularda uzman olduğunu iddia ederek tıbbın kapsamını bu alanları da içine alacak şekilde genişletmesi olarak tanımlanabilir. Medikalizasyon tezine göre tıp profesyonelleri, günlük yaşamın ya da toplumsal sorunların normal olan yönlerini, tıbbi sorunlar olarak kavramlaştırarak bunlara tıbbi ya da teknik çözümler önermeye eğilimlidirler.

97 Medikalizasyon, tıbbın modern toplumda sahip olduğu toplumsal kontrol mekanizması işlevini yürütmesini sağlayan bir araçtır. Neyin hastalık olarak tanımlanacağına karar verme konusunda doktorlar, sıradan insanlardan çok daha fazla güce sahiptirler. Bu durum, sıradan insanları tıp profesyonellerine bağımlı kılmakta, kendi sorunlarını çözme becerilerini ellerinden almaktadır. Tıp bir sorunu hastalık olarak etiketlediği andan itibaren kişi, sağlık profesyonellerinin denetimine girecek ve tıp uzmanları bireyi izleme, müdahale etme ve yargılama otoriteleri olacaktır. Böylece tıp, normal ya da düzgün davranışın ne olması gerektiği konusunda politik değerlendirmeler yapmakta ama bunları bilimsel gerçekler gibi sunmaktadır. Kendi belirlediği normlara uymayan bireyleri hasta olarak gösteren tıp, bireyleri klinik müdahalelerle tedavi ederek bu normlara uymaya zorlamaktadır.

98 Örneğin yüzyıllarca doğal bir kadın deneyimi olarak kabul edilen doğumun modern tıp tarafından tıbbi bir sorun olarak tanımlanması, doğumun medikalize edilmesidir. Bu medikalizasyon, hamileliğin ve doğumun kontrolünün, erkeklerin baskın olduğu tıp profesyonellerinin elinde toplanmasına ve kadınların doğumlarını hastanede yapmaya teşvik edilmelerine neden olmuştur. Oysa yapılan çalışmalar, kadınların doğumu evde yapmalarının enfeksiyon ve teknolojik müdahale riskini azalttığı için daha güvenli olduğunu göstermektedir. Benzer şekilde tıbbın eşcinselliği, kumarbazlığı, alkolizmi, disleksiyi ya da toplumsal cinsiyet rollerine uymak istememe gibi tepkileri, hastalık olarak etiketleyip tedavi etmeye çalıştığını gösteren çeşitli çalışmalar vardır. Kısacası, bir toplumsal kontrol mekanizması olarak tıp, medikalizasyon sürecinde normal davranışın ve hastalığın ne olduğunu, kendi politik görüşü doğrultusunda tanımlar ve teknoloji üzerindeki hakimiyetini ve yetkisini kullanarak bireyleri kendi tanımladığı normlara uymaya zorlar.

99 Medikalizasyon sürecinin analizi son derece önemlidir
Medikalizasyon sürecinin analizi son derece önemlidir. Çünkü bazı toplumsal faktörleri tıbbi sorunlar olarak kavramlaştırmak çok önemli sonuçlar doğurur. Medikalizasyon intihar, alkolizm ya da uyuşturucu kullanımı gibi olayları bireyin sorunu haline getirir, bireyin sorumluluğu olarak görür. Bireyleri bu davranışlara iten toplumsal, ekonomik ve politik nedenleri gizler. Medikalizasyon süreciyle daha genel nedenlerden kaynaklanan bu sorunları, insanların bireysel sorunları gibi gören tıp, sorunları çeşitli tıbbi tedavi ve müdahalelerle iyileştirmeye çalışır. Böylece aslında bireysel nedenlerden kaynaklanmayan sorunlara bireysel tedaviler uygular. Toplumsal inşacılık yaklaşımı, dış gerçeklikleri tamamen göz ardı ettiği için eleştirilmiş ve tıbbın bilimsel bilgilerinin ve uygulamaların geçerliliğini onaylamak için topluma kazandırdığı somut faydaların yeterli olacağı ileri sürülmüştür.

100 FEMİNİST YAKLAŞIM Genel olark bütün feministlere göre ataerki, erkek bedenine rasyonellik, akıl, sağlık gibi değerli sayılan özellikleri atfederek onu yüceltir. Diğer taraftan hastalık, akılcı olmayan davranışlar ve kontrol eksikliği gibi özelliklerin kadın bedenine atfederek onu, eksik bir beden olarak inşa eder. Feminist çalışmaların sağlık ve hastalık kavramları açısından en önemli işlevleri, cinsiyet ve toplumsal cinsiyet arasındaki farkı ortaya koyarak kadın bedenini ikincil olarak inşa eden toplumsal süreci tanımlamak, eleştirmek ve sağlık alanındaki cinsiyete dayalı eşitsizlikleri analiz etmektir.

101 Feministler temel olarak, toplumda kadın ve erkek rollerine bağlı şekilde toplumsallaştığımızı ve bu rollerin sağlığımız ve hastalığımız üzerinde etkili olduğunu, tıbbın da toplumsal cinsiyete dayalı rollere uyum konusunda çok kritik bir pozisyonu olduğunu savunurlar. Sermayenin mirası açısından, kapitalist toplumda çocukların meşruiyetinin sağlanması gerekir. Bu nedenle ataerkil kapitalist toplumda kadınların yeniden üretim becerilerinin kontrol edilmesi çok önemlidir ve bu kontrol işlevini de tıp üstlenmektedir. Tıbbın kadınlara yönelik ilgisinin neredeyse tamamen biyolojik yeniden üretim organlarına ve doğurganlıklarına yönelik olması bundan kaynaklanmaktadır.

102 Çağdaş kapitalizmde tıp mesleği, kadınların özel alanda ev içi rollerinin meşrulaştırılması işlevini yüklenmiş, doğruma ve beslenme işlevlerine odaklanarak kadınların ev içi rollerini doğanın bir gerçeği gibi sunmuştur. Böylece tıp, bir yandan kapitalist sınıf için yeni işçi nesillerinin doğmasını ve beslenmesini minimum maliyetle garantilemiş olur, bir yandan da nüfusta ekonomik açıdan kar getirmeyen çocukların ve yaşlıların bakımından kadınları sorumlu tutarak devletin masraflarını azaltır.

103 Radikal feminizm, diğer feminist yaklaşımlara oranla kadın sağlığına daha çok odaklanır. Radikal feminist tartışmaların merkezinde beden kavramı ve bedenlerinin erkekler tarafından kontrol edilmesinin, bütün kadınların paylaştığı ortak bir deneyim olduğu düşüncesi yer alır. Radikal feministler, ataerkinin kadınlar üzerindeki baskıyı temel olarak üreme (biyolojik yeniden üretim) üzerinden kurduğunu ileri sürerler. Bu nedenle bazı radikal feministler kadınların ataerkinin tahakkümünden kurtulmak için teknolojiyi kullanarak üreme işlevinden kurtulmaları, yani çocuk doğurmayı bırakmaları gerektiğini savunurlar.

104 Radikal feminizm, biyolojik cinsiyet ve toplumsal cinsiyet arasındaki ilişkiyi vurgulayan ve kadın bedeninin ayırt edici özelliklerine olumlu değer atfederek erkek bedeninin ataerkil avantajını ortadan kaldırmaya çalışan bir yaklaşımdır. Erkeklerin, kadınları bedenleri üzerinden nasıl kontrol ettiğini gösteren çeşitli çalışmalarda kadınsılığın hastalıkla eşanlamlı kılındığı, üremenin kadınların yaşamdaki tek amaçları olarak görüldüğü ve doktorların baş ağrısından boğaz ağrısına ve hazımsızlığa kadar kadınların neredeyse her türlü şikayetinin arkasında rahim ve yumurtalık bozuklukları bulunduğu ortaya konmuştur. Radikal feminizm, erkek bedenine karşı kadın bedenine güçlü bir pozisyon sağlamakta ve onu erkek bedenine üstün kılmaktadır.

105 Tıbbi Antropolojinin Çalışma Alanları
• Biyomedikal uygulamalarını etkileyen ekonomik, sosyal, politik etkenlerin incelenmesi • Sağlık ve hastalıkla ilgili gelişmeler • Sağlık kurumları • Sağlık hizmetlerini kabulünü etkileyen inanışlar, değerler ve uygulamalar • İletişim sorunları • Sağlık politikaları • Etno-medicine incelemeler • Antropometri, ergonomi gibi antropolojinin tekniklerinin sağlık çalışmaları alanındaki uygulamaları • Epidemiyoloji • Ana-çocuk sağlığı • Nüfus • Beslenme

106 Sağlık Eğitimi ve Toplumların Kültürü isimli eserin yazarı olan John Burton, sağlık alanında çalışanların, hastalığın nedenleriyle ilgili çeşitli düşünceleri olduğunu söyler. Sosyal bilimlerin sağlık eğitimcisine yapacağı hizmetlerden biri, toplumun değişik problemlerinin sağlık alanında çalışanlara göstermeye yardımcı olacağını söyler. Ona göre, sağlık çalışanı toplumun aktif işbirliğini istiyorsa, çalışmalarına öncelikle toplum için önemli konulardan başlaması gerekir. Ayrıca sağlık çalışanlarının en az bir yabancı kültürü iyi anlamak, kendi kültürüne karşı daha temkinli olmasını sağlayacağını düşünür. Böylece kültürün sağlık alanındaki önemini vurgulayan Burton, aslında bizlere tıbbi antropolojinin çalışma alanlarını işaret etmektedir.

107 Özetle, bilimsel ya da modern tıp bireyi yalnızca fiziksel olarak iyileştirmeye çalışırken; tıbbi antropoloji kültüre göre iyileştirmeyi önerir. Bu açıdan tıbbi antropolojinin sağlık ve sosyal bilimlerin aynı platformda buluştuğu ve disiplinler arası çalışmalara ortam hazırladığı bir bilim dalı olarak karşımıza çıkmaktadır. İnterdisipliner ve multidisipliner takım çalışması gerektiren bir alan yaratan tıbbi antropoloji hastalıkların toplum tarafından düşünülen sebepleri ve bertaraf edilme şekillerine dair bilgi edinmede yardımcı olur. Sağlık hizmetlerinin toplumun kültürel davranış kalıplarıyla uyumlu olmasında çok etkilidir.


"TEMEL KAVRAMLAR." indir ppt

Benzer bir sunumlar


Google Reklamları