Sunum yükleniyor. Lütfen bekleyiniz

Sunum yükleniyor. Lütfen bekleyiniz

Fon müziği: Lili Marlene

Benzer bir sunumlar


... konulu sunumlar: "Fon müziği: Lili Marlene"— Sunum transkripti:

1 Fon müziği: Lili Marlene
ANTAL SZERB ( ) (20. yüzyıl Macar Edebiyatının en önemli yazarlarından biri olarak kabul edilir.) Edebiyat Dergisi’nin Mart-Nisan sayısı için hazırlayan: Can Özoğuz

2 Edebiyattan bir şeyler ummuştum, kurtarılmamı, diyelim söz gelimi; çünkü bir kişinin kurtarılması, bireysel olarak o kişi için terzi elinden çıkmış elbise gibi olmalıdır ve benimkinin yolu edebiyat olmalıydı. Olamadı; yine de, bütün gençliğimi mutlu bir Araf’ta yaşadım, çünkü her zaman anlayamadığım şeyleri birkaç dakikada anlayabileceğim hissi vardı içimde… Sonra, Beatrice peçesini fırlatıp atacak ve ebedi şehir Kudüs, gösterecekti bana kendisini. Antal Szerb

3 Anektodlar: Ticaret Akademisi’ndeki sportmen öğrencinin İngilizcesi çok iyiydi; ama İngilizce dersinde o gün yine sıkıntıdan feleğini şaşırmıştı. Elini kaldırıp öğretmenine her seferinde dersten atılmasını sağlayan o soruyu sordu: “Yerfıstığının İngilizcesi nedir hocam?” “Derhal çık dışarı,” dedi öğretmen. Öğrenci, gözlerinde haylaz bir gülümsemeyle çıktı sınıftan… Soruyu ilk kez sorduğunda, İngilizce öğretmeni “peanut” diye cevaplamış ve bütün sınıf kahkahadan yere yatmıştı. Çünkü Macarcada bu sorunun cevabı, Türkçedeki “Hastanın İngilizcesi nedir hocam?” sorusuna “sick” diye cevap verilmesiyle benzer bir çağrışım yaratıyordu. Yıllar sonra II. Dünya Savaşı başladığında o haylaz öğrenci esir alınıp Rus ordusu tarafından beş yıl boyunca siper kazma işinde çalıştırıldı. Yüksek ateşli bir hastalığa yakalandığında, ölmek üzereyken İngilizce sayıklamaya başlayınca, Ruslar onu İngiliz casusu zannederek tedavi edip yaşattılar. Sevgili öğretmeninin emekleri hayatını kurtarmıştı.

4 Öğretmeni ise savaşın son yılında Almanlar tarafından Balf Toplama Kampı’na gönderilmiş ve orada Rus tanklarının geçmesini engellemek için yapılan derin hendeklerin kazı işinde gece gündüz çalıştırılmıştı. Hayallerini ve gerçek dünyayı paralel yaşayan, bunu birçok eserine de yansıtan Macar Edebiyatının en büyük isimlerinden biriydi o öğretmen. Kalem tutmaya alışık elleri esaretin ağır şartlarına dayanamadı ve savaşın bitmesine kısa bir süre kala sonsuzluğa göç etti. Kısacık son mektubunda ailesine şunları yazmıştı: Sevgililerim, Sonsuz üzüntüm, sadece beni kurtarma planlarınız suya düştüğünden değil; gönderdiğiniz paket bile elime ulaşamadı. Şimdi bulunduğumuz Balf, genel olarak berbat bir yer. Her anlamda çok güç durumdayız ve artık hiç umudum kalmadı. Bir tek, savaşın sonuna yaklaşıyor olmamız yaşatıyor beni. Şu anda hava kararmaya başladı ve gerçekten daha fazla yazabilecek durumda değilim. Hepiniz pek yakında görüşebileceğimize olan inancınızı sakın kaybetmeyin. Sevgilerimle, Sizin zavallı Toni’niz.

5 Bu satırları yazan öğretmen, edebiyat profesörü Antal Szerb’di
Bu satırları yazan öğretmen, edebiyat profesörü Antal Szerb’di. Szerb, 20. yüzyıl Macar Edebiyatının en önemli yazarlarından biri olarak kabul edilir. 1901’de Budapeşte’de doğmuş; Macar, Alman ve İngiliz Edebiyatı eğitimi almış, 1924’de doktorasını vermiştir – 1929 yılları arasında Fransa ve İtalya’da çalışmalar yapmış, Londra’da bir yıl bulunmuştur. Henüz öğrenciyken yazdığı eleştiriler edebiyat dergilerinde yayımlanmış, daha sonra bir öğretim üyesi, editör ve yazar olarak kısa sürede haklı bir ün sahibi olmuştur. 1933’de henüz 32 yaşındayken Macar Edebiyat Akademisi Başkanı olmuş, aynı yıl ilk romanı “Pendragon Efsanesi” yayımlanmıştır. İkinci eserinin yayımlandığı 1937’de Szeged Üniversitesi’nde Edebiyat Profesörü unvanını kazanmıştır ve 1937’de iki kez Baumgarten Ödülü’ne değer görülmüştür. 1941’de yayımladığı “Dünya Edebiyat Tarihi” hâlâ bir referans kitap olarak kabul edilir. “İngiliz Edebiyatı’nın Ana Hatları”, “Macar Edebiyat Tarihi”, dünya edebiyatından Macarcaya tercüme ettiği “100 Şiir” gibi önemli eserler vermiştir. * * *

6 Antal Szerb’in o haylaz öğrencisiyse Rus esir kampından, savaş sonrası Budapeşte’ye sağ salim dönebildi. Şehrin sekizinci bölgesindeki evine döndükten kısa bir süre sonra, konusu o bölgede geçen ünlü roman Pal Sokağı Çocukları’nın gerçek yaşamdaki kahramanlarından birinin kızıyla mutlu bir evlilik yaptı. Ve o evlilikten kendisi gibi haylaz bir kızı oldu. Yaşamımı İstanbul’da paylaşmakta olduğum o haylaz kız, Antal Szerb’in en ünlü öykülerinden biri olan “Madelon Adlı Bir Köpek”in tercümesine son rötuşları yaparken bana yardım ediyordu... Antal Szerb ismi; kitaplarıyla Macar Edebiyat Tarihi’nde, Budapeşte’de adının verildiği bir sokakta ve bir lise binasında yaşamakta... Macar Posta İdaresi ise bastığı posta pullarıyla, o bir daha hiç unutulmasın istemekte... Can Özoğuz Antal Szerb Sokak’ın tabelası

7 Çeviri: Edit Tasnádi – Can Özoğuz
Ö Y K Ü Madelon Adlı Bir Köpek Yazan: Antal Szerb Çeviri: Edit Tasnádi – Can Özoğuz Fon müziğini iyice kısınız.

8 insanın her isteği yerine gelmez, arzular bazen ulaşılamaz bir peri bazen sahte bir hedeftir.
Csongor ve Tünde. (Mihály Vörösmarty’nin şiirinden) Tarih profesörü János Bátky, hayatının renksizliğine çeşitli yollardan çare bulmaya çalışırdı. Söz gelimi çocukluğunda bazen çikolata yerken kendini salam yediğine inandırabilmiş, sonraları karıştırılmış içkileri çok sevmişti. Cin, vermut içinde sanki ölmüş çam ormanlarının güçlü bir hayaletiydi. Kırmızı şaraba Curacaot dökmek de mümkündü, ki bu onaltı yaşında küçük bir kızdı ve o şimdi kesinlikle evlenmiş olmalıydı. Kadınların yüzünü zaten hep unuturdu. − Jenny acaba neye benziyordu? – diye aklından geçirdi; o Londra sonbaharı akşamüstünde. Sarmaşıklarla sarılmış Wales Methodistleri’nin küçük kilisesinin önünde duruyordu. Londra kiliseleri, gerçek inancın naifliğini modern şehir hayatı içinde bile etkileyici bir şekilde korumaktaydı. Düzenli biri olduğundan aklından geçen bu özlü sözleri hemen not etti. Sonra tekrar Jenny’yi düşündü. Saat altıya beş vardı. Zamanında Jenny’nin nasıl göründüğü aklına gelmezse tam bir skandal çıkacaktı. Gerçi Jenny genellikle lacivert takım giyer; fakat bu yine de değişmez bir kural değildi. Kuşkusuz Jenny’de belirgin bir Jenny’lik vardı. Ama bu o kadar solgun bir belirginlikti ki, ancak çay cinslerinin birbirlerinden farklılıkları kadardı. Sonuç itibarıyla her kadın bir Jenny’di.

9 − Hullo, is it you? Siz misiniz? - dedi Jenny, gelirken.
Soru tam yerindeydi. «Her randevunun ilk ve en zor işi kimliğin tespiti» diye not etti Bátky, bu sefer yalnızca zihninde... İşte yabancı bir hanım, aptal aptal konuşan ve anlaştığımız yerde değil, başka bir yerde beklediğim için kızan. Bátky, Jenny’ye istediği kadar kızmaya vakit bıraktıktan sonra: − Bana çay içmeye gelmez misiniz? − diye sordu. − İmkansız − dedi Jenny. Korkudan ölecekti sanki; bu olasılık ortaya atıldığında istisnasız her sefer olduğu gibi. Sonra, yine her sefer olduğu gibi Bátky’ye çay içmeye gittiler. Jenny evde müşterilerden bahsetti. Yaşlı bir beyefendi Georges dönemi bir küskü, ayrıca tahtadan bir Meryem Ana ve bir zenci yontusu satın almış. Aman ne kadar da uzun sürmüş! Timsahlara karşı talep de hâlâ çok büyükmüş. Ha! sonra iki genç adam gelmiş, sanatçıymışlar herhalde; Jenny’ye, bir İtalyan portresi gibisin, demişler. O meşhur İtalyan ressamın adı neymiş peki? − Giovinezzo Giovinezzi − diye attı Bátky. Tabii akşam yemeğine de davet etmişler. Fakat o gitmemiş. Bir hanımefendi gider mi hiç? Bütün bunlar Jenny’nin çalıştığı antikacının günlük olaylarıydı.

10 Kontes Rothesay da dükkanın müdavimlerindenmiş ve o gün o da gelmiş.
− Ne diyorsun, gerçekten geldi mi? − diye sordu Bátky, hafiften uyanarak. Rothesay... ne muhteşem! Tarihi bir isim. Dedelerinden birini İskoç Kralı I. Jacques asmıştır muhtemel, St. Albans’ta bir yerde. Kontrol edeceğim bu hususu. − Peki, Kontes Rothesay nasıl biri? − Oh, çok ilginç. Evet, kesinlikle çok enteresan bir kişiliğe sahip olduğunu söyleyebilirim. Girer girmez, bir objeyi işaret eder, söz gelimi bir şamdanı ve sonra hemen alır götürür. Bátky düşüncelere daldı. Evde Jenny çay hazırlarken (ki bu aşk hayatının en samimi tatminiydi), Bátky Rothesay’ları araştırdı. Aileden biri gerçekten asılmıştı. İskoçya’da bir göl hayal etti; kıyısında bir şato, önünde iki tazı, depresif bir Kont, tabii ki fildişi kolleksiyonu var ve gizlice, şafak vaktine doğru tek başına pencerenin önünde şarhoş oluyor. Kontes kalben Katolik olmasına rağmen hekim rolüne bürünmüş Jizvitleri gizli bir kapıdan içeriye alıyor, gökte trajik bir hava yansıtan bulutlar toplanıyor. Çaydan sonra Jenny hiç heyecan duymadan, kadınlığının kaderine boyun eğmek üzere bekledi. Bátky sessizdi.

11 Jenny şimdi Kontes Rothesay olsa, şöyle derdim: − Mylady, bunu nasıl yaptınız? Şanınızı nasıl bu kadar riske attınız? Komşu dairedeki Mrs. Bird sürekli burayı gözetlemekte... Ayrıca bir Rothesay, ki aile büyüğünü o kadar trajik koşullar altında asmışlar; kendisini bana, orta sınıftan, sıradan bir bilim adamına teslim edip nasıl alçaltabilir? Kontun hayfiyeleri izimizdeler... Kaçın hanımefendi, hemen uzaklaşın... Ve o giderken birden kapının ağzında başı dik durup, kızgın bir bakışla bana döndüğünde şöyle derdim: − Oh Mylady, bir saniyecik daha kalın, sonu ne kadar korkunç olursa olsun... Ve kendini Jenny’nin ayaklarına attı. Jenny, onun saçlarını biraz şaşkın okşadı; fakat böyle garip değişimlere pek alışıktı. Sonra her şey normale döndü. Jenny bir giysisini orada unutmuştu ve geri döndüğünde son derece ekşi suratlı bir Bátky ile karşılaştı. Bátky, çocukluğundan beri Kontes Rothesayları arzuladığı halde, bütün hayatını değersiz küçük Jennylere boşuna harcadığını düşünüyordu. Tarih kendisi için, başkalarının tiyatro soyunma odalarını bulduğu kadar erotik bir dünyaydı ve gerçek büyük bir aşk için ise en azından birkaç yüzyıllık tarihe ihtiyacı vardı. Ve karşısındaki Jenny... bir yalan ya da bir orgazmdı ancak. − Neyiniz var? − diye sordu Jenny. − Hiç. Ancak bir daha gelmeyin. Bakımsız karılar evlerinde kalsınlar. Ve kalçalarınızı inceltin. Yani yok olun.

12 İngiliz aristoklarının Londra’da yaşadığı semtlerin sonsuz sessiz sokaklarında saatlerce dikilip duruyordu. Bazen, üzerinde kimi meşhur Londra ikram şirketlerinin adı yazılı kamyonetler geçiyordu. – Büyük ihtimalle bir yerde balo olacak − diye düşündü heyecanla. Bilgi toplamak için şu ya da bu kapıcının aile fertleriyle sohbet etmeyi becerebildi. «Aristokrasinin en önemli kriteri görünmezliktir», diye not etti. Sonra biraz düşündü ve şunu da ekledi: «Sarışın kadınlar balık sevmezler fakat deniz böceği ikram edersen, kendilerinden geçerler.» Ancak pazar günü aristokratik yalnızlığını artık can sıkıcı olarak hissetmeye başlayıp, gezgin satıcı kızlardan birini kadın repertuarına eklemek için Regent Park’a gitti. En çok sincaplar dikkatini çekti; kalabalık sürüleri parkta yürüyen insanları ve köpekleri eğlendiriyordu. Önünde çok ilginç siyah bir köpek yürüyordu, Scotch Terrier’e benziyordu; fakat çok daha büyük ve çok daha şeytaniydi. Büyük ihtimal, yeni bir türdü. Köpeğin arkasında bir hanımefendi vardı, huysuz köpek onu ardından sürükledi. Köpek bir şey arıyor görünüyordu. Toprağı merakla kokluyordu. Nihayet bir tarihi anıt önünde durdu. Hedeflerine ulaşanların mutlu heyecanıyla gezisinin asıl ve en önemli programını gerçekleştirmek üzereydi. Fakat planı görünüşe göre iç engellerle karşılaşmış ve uzun süreceğe benziyordu. Köpek fevkalade münasebetsiz bir manzara ortaya koyarak acı içinde kamburlaştı. Bir grup İngiliz küçük oğlan, köpeğin sergilediği bu hareketleri ilgi ve uzmanca açıklamalarıyla izlediler. Zarif kadın köpeğe sinirli sinirli sırtını döndü.

13 − Emrederseniz köpeğe ben bakarım … dedi Bátky
− Emrederseniz köpeğe ben bakarım … dedi Bátky. – İsterseniz siz bu arada sincapları besleyin. −Fena fikir değil – diyen hanımefendi köpeği Bátky’ye verdi. − Affedersiniz köpeğin adı ne? − diye Bátky hanımefendinin ardından seslendi. − Madelon, – deyip uzaklaştı bayan. O akşam Bátky küçük evine bir köpekle zenginleşmiş olarak döndü. Bayanı kalabalıkta kaybetmişti. Köpeklerin harika içgüdüsü var diye kendisini Madelon’un yönetimine bıraktı. Geze geze Hamestead Heath’e kadar gittiler. Tepede inşa edilmiş bir göle hayranlıkla baktılar. Madelon sessizce ve dalgın dalgın yoluna devam etti. Saatler boyunca yürüdüler. Akşamın geç saatlerinde Londra’nın sonu olan Golder's Green’e vardılar. Buradan Madelon dönerek rahatça şehre doğru yol aldı. Bátky köpeğin kendisini aldattığını anladı. Taksi tuttu ve ertesi günkü öğle yemeğinin feda edilmesi pahasına Madelon’u eve götürdü. Gecesi rahatsız geçti. Köpek hiç bir şey yiyip içmedi. Bátky’nın mobilyalarına kuşkuyla baktıktan sonra bir köşeye sığınarak uludu. Sabahın köründe Bátky artık dayanamadı, gece boyunca açık olan bir çayhaneye gidip bir mermer masaya başını koyarak birkaç saat kestirdi. Sabahleyin güneş doğar doğmaz köpek endişesiyle uyandı. Eve döndüğünde Madelon hayatta olmakla kalmayıp Bátky’nin yatağında rahat rahat uyuyordu. Görüntüsü püsküllü bir siyah örtüye benziyordu. Bátky’yi görür görmez sinirle homurdanmaya başladı. Yemek istemedi.

14 Bátky kendisini bir koltuğa atıp sistematik düşünmeyi denedi
Bátky kendisini bir koltuğa atıp sistematik düşünmeyi denedi. Madelon ile ne yapacaktı? Kensington Müzesine hediye etse, orada bir sürü içi doldurulmuş köpek gibi sergilenirdi. Fakat hümanist kalbi bu planı kabul etmedi. Köpeği yetiştirse ve onunla dost olmaya mı çalışsa? İnsan iradesi bazen harikalar yaratır. Yavaş yavaş bu düsünceyle rahatlandı. − Birbirimize alışırız − dedi kendi kendine. − Böylesine yalnız olmayayım diye bir hayvan sahibi olmak eski bir arzumdu. Ne yazık ki Madelon, yataktan ancak şöminenin önündeki mermeri sulamak için indi. Sarhoş temizleyici kadının sitemlerini başı önüne eğik dinledi. İnsanların kendisini yanlış anlamasına alışıktı. − Bir iki ay geçince belki de benimle gezmeye ikna edeceğim. Sonra, güzel bir ilkbahar akşamüstü, Regent Park’ta yürüyüşe çıkacağız. Birden bire Madelon’u aldığım bayan karşıma çıkacak. «Hanımefendi − diyeceğim − işte, emanetinizi sadakatle korudum. Madelon bu arada biraz büyümüş, değil mi? Belki biraz kilo da aldı, fakat bu kadarı hatlarını pek bozmadı. Hali, son aylarını bir entellektüelle beraber geçirdiğini gösteriyor; zararlı geliştiğini hiç sanmam...» −Böylece sohbete dalacağız, sonrasında çay içmeye ya da sinemaya gidinceye kadar. Hatırladığı kadarıyla hanımefendi hoş ve alımlıydı, dikkat çekecek kadar dik duruyordu. Basit fakat gusto ile giyinmişti. Herhalde genç, fakat hali vakti yerinde bir tütün tüccarının eşiydi. Babası büyük bir sigorta şirketinin namusuyla çalışarak ihtiyarlamış memuruydu. Küçük müstakil bir evleri olmalıydı bir yerde, belki East Ealing’de, her iki tarafında birbirinin aynısı altmışar ev bulunan bir sokakta. Bu evler içinde hayat da eksiksiz birbirlerinin aynısıdır kuşkusuz. Eski İngiliz orta sınıfı: dakik çay saati, şöminenin önünde sakin kış akşamları, yarım saatte bir söz, o da Galler Prensi hakkında...

15 Öğleden sonra zil çaldı
Öğleden sonra zil çaldı. Bátky orta sınıf rüyalarından kendisini zar zor uyandırıp kapıyı açtı. Kapıda o hanımefendi duruyordu. − Madelon için geldim − dedi gayet rahat bir eda ile. − Oh! Oh! Hatta oh! − dedi Bátky, kaderin harika cilvelerini düşünmeye dalarak. − Buyrun oturun. Madelon hâlâ hayatta. Fakat beni nasıl bulabildiniz? Ne de olsa Londra büyük bir şehir... − Çok kolay oldu, − dedi bayan. − Dün bu kitabı elime vermiştiniz, siz Madelon’a bakarken ben tutayım diye. Kitap içinde bir mektup vardı, János Bátky’ye; Londra, Fransız Sokak... herhalde sizsiniz diye düşündüm. Evde bulayım diye öğleden sonra geldim. Çünkü özür dilemek istiyorum... Madelon’un gece boyunca yaptıklarını tahmin edebilirim... zavallı dostum! − Yoo, artık gerçekten dost olmaya başlamıştık. Bütün gece okşayıp durdum çünkü sizin elinizin de ona değdiğini düşünüyordum − dedi Bátky çekingenlikle. − Çok hoş −dedi bayan ve şapkasını çıkardı. Ne kadar muhteşem olduğunu ancak o zaman fark etti Bátky. Tütün tüccarlarının eşlerini her zaman severdi. Saçları sanki Virginia tütününün asil rengini çağrıştırıyordu. Beraberce çay hazırladılar ve hanımefendi servis yaparken Bátky fırsatı yakalayarak bir pusulaya şöyle yazdı: «Aşklar Eylül’de ya da Ocak’ta başlar.»

16 Çaydan sonra kadının ayaklarının dibine oturup başını kucağına yasladı
Çaydan sonra kadının ayaklarının dibine oturup başını kucağına yasladı. Onun evinde, East Ealing’de olduklarını hayal etti. Duvarda yağlıboya aile resimleri; içlerinde büyükbaba uzun favorileriyle... Gramofonda Noel şarkıları çalıyordu. Herşey o kadar sakin ve gelenekseldi. Britanya İmparatorluğu sağlam temellere dayanır. Madelon şöminenin önünde küçük bir kediyle oynuyordu. Kadının dudaklarının tadı ev yapımı çilek reçeline benziyordu. Soyunurken hareketleri o kadar sakin ve yumuşaktı ki, yarının bugünün devamı olacağını gösteriyordu. Kişiliği çok kararlıydı, Bátky beklenmedik zaferine şaşıramadı bile. Demek ki çay içtikten sonra böyle oluyor… Jenny de böyle yapmıştı, diye düşündü. − Yine gelirim − dedi bayan akşama doğru. − Çok sevinirim − dedi Bátky samimiyetle. – Adınızı lütfeder misiniz? − Oh! Tanıdığınızı sandım. Gazetelerde fotoğraflarımı yeterince görmüşsünüzdür, adım Kontes Rothesay. Ve gitti. Bu son cümle, doğruluğa çok büyük önem veren Bátky’nin gücüne gitti. Başka erkeklerle vakit geçirirken diş çektirdiklerini söyleyen kadınlarla hemen ilişkisini keserdi. Genç ve hali vakti yerinde bir tütün tüccarının eşi olduğundan niçin utanç duyuyor acaba? İngilizlerin snopluğu iflah olmaz. East Ealing’de küçük bir evim olsa ve büyükbabamın resmi upuzun favoriyle duvarda dursa, ben bunu hiç inkâr etmezdim.

17 Bu yalana canı o kadar sıkıldı ki ona aşık bile olamadı
Bu yalana canı o kadar sıkıldı ki ona aşık bile olamadı. Yalnızlığı, üstüne yavaş yavaş inen bir tavan gibi sıkıştırdı onu. Londra sokaklarında tam güneş batarken, ince ince yağmur serpiştiriyordu; Camden Hill sokaklarında yaşlı beyefendiler sonsuz istirahata doğru yürüyorlardı. Kensington bölgesinde iki milyon kadar yaşlı hanım otururdu. Hayatın hiç bir anlamı kalmamıştı. Bilinmeyen bir yerde, belki bir İskoç şatosunun içinde veya asırlık ağaçlar altındaki loş bir patikada, hayal kırıklığına uğramış bir Kontes, şu an kendi eliyle hayatına son vermek üzereydi. Bir gün hanımefendi tekrar ziyarete geldi. Yine çok hoş zaman geçirdiler. Bátky candan ve duyarlı bir havadaydı; Budapeşte’den dem vurdu, şehrin loş ışıklı kahvehanelerinden, müdavimlerinin okuduğu gazeteleri bilen garsonlarından ve geceleyin karları küreyen gizemli fakirlerinden bahsetti. Hanımın artık samimi olacağını beklediğinden, − Adınız ne? − diye sordu. − Söylemiştim size. Kontes Rothesay’ım. Bátky soğuk ve ölçülü kesildi. Bu kadınla hiç yakınlaşamayacağını hissetti, oysa insanlar arasında ruhsal temas yokken aşk neye yarar. − Yarın yolcuyum. Babam Fransa’da, Notre-Dame’ın kamburudur, dedi. − Ne zaman döneceksiniz? − diye sordu bayan. − Hiç dönmeyeceğim − dedi Bátky kara kara. − Siz bilirsiniz − dedi kadın ve omuz silkip umursamaz bir tavırla merdivenlerden indi.

18 Bir kaç gün sonra Sunday Pictorials’ta bir münasebetle Kontes Rothesay’ın fotoğrafı yine çıktı.
Oydu. «Kadınlar anlaşılamayacak kadar gizemli,» diye not ettiği pusulayı Bátky ihtimamla ve iyi bir yere sakladı. * * * Antal Szerb

19 Antal Szerb Lisesi “Torocko utca 9, Budapeşte” adresinde bir zamanlar yaşadığı ev. Sembolik mezarı Eski basım bir kitabı

20 Denemelere dönüş: Ana sayfaya dönüş:


"Fon müziği: Lili Marlene" indir ppt

Benzer bir sunumlar


Google Reklamları