Sunum yükleniyor. Lütfen bekleyiniz

Sunum yükleniyor. Lütfen bekleyiniz

COLLOCATIONS.

Benzer bir sunumlar


... konulu sunumlar: "COLLOCATIONS."— Sunum transkripti:

1 COLLOCATIONS

2 EXAMPLES arm, back, bag, bear, blind, blood, blow, body, boil, bone, bread, bring, call, care, cast, catch, check, cold, come, course, crack, cross, cry, cut, dead, devil, dig, dog, down, draw, drop, ear, easy, elbow, end, eye, fair, feel, feet, finger, fish, fly, give, go, hammer, hand, head, heart, hit, home, live, matter, money, play, sack, side, strike, throw, turn, view

3 arm arm1 n kol; silah; v silahlandırmak; savaşa hazırlamak, silahlanmak; arm in arm kol kola; arm of the law polis, kanun kuvveti; beor arms: silah taşımak, askerlik yapmak in arm/by the arm kucak kucak; sb’s right arm birinin en iyi yardımcısı, insanın sağ kolu; the long arm of the law kanunun pençesi; at arm’s length kolun uzanabileceği mesafede, with in an arm’s reach elaltında, elin erişebileceği yerde; baby in arms yürüyemeyecek kadar küçük çocuk; kucakta taşınan bebek; çok genç ve tecrübesiz kimse; toy; ağzı süt kokan kimse; acemi çaylak; her işte yardıma gereksinimi olan kimse; men under arms: silahlı asker presentarm!: Selam dur! under arms silah altında; armed to the teeth tepeden tırnağa silahlı, take up arms: silaha sarılmak to arm troups: birlikte silah vermek to be up in arms against sth.: bir şeyi protesto etmek Up in arms: 1. Silahlanmış, savaşa hazır. 2. kızmış, öfkeli, ateş püsküren with open arms içtenlikle, canı yürekten

4 back back1 n arka; sırt; adj arka; adv arkada, arkaya; geri(ye); yeniden, tekrar; v geri yürütmek; himaye etmek; desteklemek; para yatırmak; geri gitmek, arkaya götürmek; a house standing back from the road içerlek ev; answer back karşılık vermek; at the back of kötü bir şeyden sorumlu olmak, kötü bir olayın sorumlusu olmak, işin içinde parmağı olmak; at the very back: en geride; back and farth: ileri geri back and fill: dar bir kanalda yelkenleri şişirip boşaltarak hareket etmek. back and forth iki yer arasında sık sık gidip gelerek; ileri geri; bir ileri bir geri; bir öteye bir beriye; bir aşağı bir yukarı; back breaking çok yorucu; back chat karşılık verme; back current ters akıntı; back files: eski dosyalar. back issues: günü geçmiş nüshalar. back number günü geçmiş nüsha; back of beyond kent dışında bulunan, ıssız ve ulaşılması güç yer, merkezden oldukça uzak yerleşim bölgesi; cehennemin dibi; back-pedal a bit geri adım atmak; back sight (silahta) gez…

5 bag bag n çanta; torba, çuval, kese; kese kağıdı; a bag of bones çok zayıf, çok sıska, iskelet gibi, bir deri bir kemik, uçacak gibi, kemik torbası; a bag of nerves çok sinirli, safi sinir, sinir küpü; a gossipy old bag dedikoducu kocakarı. a mixed bag çok karışık, karmakarışık, her türden, envai çeşit; bag and baggage pılıyı pırtıyı toplayarak, tüm eşyası ile birlikte, tüm malıyla beraber; bag of bones bir deri bir kemik; çok sıska; bag of jello sinirli/ürkek/korkak kimse. bags of dolu, çok. holding the bag yüzüstü bırakma; in the bag başarıyla yerleştirilmiş ya da düzenlenmiş, çantada keklik; it’s in the bag emniyette güven içinde; let the cat out of the bag / spill the beans baklayı ağzından çıkarmak, sırrı ortaya vurmak, ağzından kaçırmak; mixed bag karmakarışık grup; practically in the bag çantada keklik; the whole bag of tricks her şey; takım taklavat; tüm donanım; to have/secure a good bag iyi av avlamak pack one’s bags çekip gitmek, pılını pırtısını toplamak

6 bear bear2 v taşımak, götürmek, çekmek; tahammül etmek; katlanmak; doğurmak; üstüne almak; bear a burden yük altında olmak, yük taşımak; bear a charmed life çok şanslı olmak, her türlü hastalık, kaza ya da herhangi kötü bir şeyden hiç zarar görmemek, çok rahat ve şanslı bir yaşam sürmek; bear a date, signature, etc tarih, imza, vb taşımak; bear a grudge/pite kin beslemek/gütmek, garazı olmak; bear sb a hand birine yardım etmek; bear a meaning (bir) anlam taşımak; anlamına gelmek; bear a name isim taşımak; bear a punishment cezaya katlanmak, silahlanmak; bear a resemblance to benzemek, benzerlik taşımak, benzerlik göstermek; bear away yönetimi altına almak, hükmetmek; bear children/young çocuk doğurmak; bear cold/heat soğuğa/sıcağa dayanmak; bear down kuvvet kullanarak bastırmak; bear down upon tehditkâr biçimde üzerine gitmek; üzerine saldırmak, çullanmak, bastırmak…

7 blind blind1 n kepenk; perde, güneşlik; adj kör; kısa görüşlü; çıkmaz; v kör etmek; a thing blind bir şey üzerine gözü kapalı gitmek. (a case of) the blind leading the blind körün rehberininde kör olması, kelin köseye yardımı; (as) blind as a bat yarasa gibi kör; kör mü kör; be blind (to) gözü hiçbir şey görmemek; -e gözü kapalı olmak; -i görememek ya da takdir edememek; blind alley çıkmaz sokak; blind as a bat az gören ya da kör kimse, yarasa kadar kör; blind at one’s own defects kendi kusurlarını görmeyen; blind date hiç tanımadığı biriyle olan randevu; blind drunk körkütük sarhoş, zil zurna sarhoş, fitil gibi, zom olmuş; blind impulse bilinçsiz dürtü, düşüncesiz davranma; blind in one eye bir gözü kör; blind side bir insanın zayıf tarafı, duyarlı noktası, zaaf; blind spot kör nokta; blind to bir şeyi bilmemek, farkında olmamak, görmemek, kör olmak; blind with anger/with possion öfkeden/ihtirastan gözü dönmüş…

8 blood blood1 n kan; soy; a person of hot blood ateşin tabiatlı bir kimse. a prince / princess of the blood kraliyet mensubu; asilzade; soylu kişi; a/the blood bath toplu katliam, kıyım, kan gölü; bad blood=ill blood düşmanlık (duygusu); kin, kızgınlık, öfke; be out for blood kana susamak. blood and iron kan ve ateş, kuvvetlerini merhametsizce kullanma politikası. blood and thunder dramatik dehşetli, acıklı, kanlı; blood brother kan kardeşi; blood blood bank kan bankası. blood bath kıyım, katliam. blood brother kardeş, birader, yakın arkadaş. curdling tüyler ürpertici; blood feud kan davası, kan gütme; blood horse safkan at, iyi cins at; blood lust kana susamışlık; blood money kazanılması başkalarının canına mal olmuş para, kanlı para; blood on the carpet cinayet kanıtı; blood sports (tilki avı, boğa güreşi gibi) kan akıtan sporlar; kanlı sporlar; blood sucker başkalarını sömüren kimse, kan emici; blood thirsty kana susamış…

9 blow blow1 n vuruş, darbe; esinti; v esmek; üflemek; çalmak; uçurmak, sürüklemek; at/with a single blow bir darbe ile, bir hamlede, bir vuruşta; at/with one blow bir vuruşta, bir darbede; Blow it! / Blow the expense, etc Ona aldırma/boş ver!; Lanet olsun! / Allah kahretsin!; blow-by-blow account / blow-by-blow description ayrıntılı döküm; blow one’s lines rolünü unutmak veya yanlış yapmak/okumak. blow one’s stack öfkelenmek, tepesi atmak. blow the lid off bir sırrı birdenbire açıklamak, başkalarının sırrını bulup meydana çıkarmak; Let’s blow tüyelim. to come to blows kavgaya, vuruşmaya başlamak, yumruk yumruğa gelmek. to go for a blow çıkıp hava almak. without striking a blow parmak kıpırdatmadan; you be blowed bıktım senden artık! İllallah!

10 body body n vücut, beden; ceset; kurul, heyet, grup; a large body of people büyük halk topluluğu. body and soul tamamen, tümüyle, bütün varlığı ile; body blow rakibin gövdesine indirilen yumruk. body cavity karın boşluğu. body politic örgüt, örgütlenmiş halk kitlesi; come in a body topluca gelmek. go in a body grup olarak gitmek, yek vücut hareket etmek; here/there in body, but not in spirit kendi burada ama aklı/kafası başka yerde; in a body hep birlikte, tek/yek/beraber vücut olarak, toptan, topluca; keep body and soul together bir lokma bir hırka misali yaşamak, kıt kanaat geçinmek, geçinip gitmek; over my dead body cesedimi çiğneyerek, leşimi çiğneyerek; own body and soul birisi üzerinde tam baskı kurmak, birine tamamen sahip olmak, kontrolü altına almak, birinin ruhuna ve vücuduna sahip olmak; put body and soul into sth canla başla çalışmak; treat sb like a dog’s body hor görmek, adam yerine koymamak, köpek muamelesi yapmak

11 boil boil1 n kaynama; kaynatma; çıban; v kaynamak, haşlanmak; kaynatmak, haşlamak; be on the boil kaynamak; boil away kaynatarak buharlaştırmak; boil down özetlemek, özetini, taslağını ortaya çıkarmak; down to sth ... olmak, sözün kısası demeye gelmek; boil down to -e inmek, küçül(t)mek, azal(t)mak, demeğe gelmek, diye özetlemek; boil over kaynayıp taşmak, köpürmek; boil over with rage hiddetten köpürmek, küplere binmek; boil up kaynayıp kabarmak; bring to a boil kaynatmak; off the boil kaynaması durmuş

12 bone bone1 n kemik; kılçık; a bag of bones/skin and bones bir deri bir kemik, çok sıska; as dry as a bone takır tukur, yerden bitme, parmak kadar; be bone dry takır tukur, yerden bitme, parmak kadar, kupkuru, sultani tembel; bone of contention anlaşmazlık nedeni, çıban başı, tartışma/ihtilaf konusu; azarlamaya/suçlamaya neden olan sorun; feel in one’s bones içine doğmak; iliklerinde hissetmek; find no bones in the matter örtbas etmek; have a bone to pick with sb/pick a bone with sb birinden şikayetçi olmak; biriyle paylaşacak kozu olmak, görülecek hesabı olmak… bone2 v bone up on sth / bone to pick up inceleme yapmak, gözden geçirmek, hafızlamak, bir konuda bilgisini tazelemek/ilerlet­mek

13 bread bread n ekmek; bread and butter ekmek parası, geçim yolu; bread and butter letter teşekkür mektubu; bread and circuses ülke çapında eğlence, göstermelik eğlence, uyutucu eğlence; bread-winner ailenin geçimini sağlayan (kimse); break bread with birisiyle yemek yemek, ekmeğini paylaşmak; butter both sides of one’s bread iki şeyden aynı anda kazanç sağlamak, çift katlı ekmek kadayıfına konmak; cast/throw one’s bread upon the waters iyi bir şans yakalamak; karşılık beklemeden iyilik etmek; para harcamak; sb’s bread and butter kıtıkıtına yaşatacak iş ya da gıda, insanın ekmek ve suyu; sb’s daily bread insanın gündelik gereksinimi, günlük geçimi, günlük nafakası; take the bread out of sb’s mouth ekmeğini elinden almak; to earn one’s bread geçimini sağlamak

14 bring bring v getirmek; neden olmak; be unable to bring oneself to do sth (yapmayı) kendine yedirememek, gönlü elvermemek; bring (a charge) home to one hakkındaki suçlamayı doğrulamak, kanıtlamak; bring/(be wrought) to want/be beggar fakirleştirmek; bring/call into being var olmasını sağlamak; var etmek; bring a charge against birini suçlamak, üzerine suç yıkmak; bring a patient through hastalıktan kurtarmak; bring a work to an end bir işi bitirmek / sonuna getirmek; bring about başına getirmek, yol açmak, sebep olmak; bring along/ on yetiştirmek, eğitmek, yüreklendirmek, teşvik etmek çabuk büyümesine yardımcı olmak, gelişmesini hızlandırmak; bring an action/ suit at law against one birinin aleyhine dava açmak, birini mahkemeye vermek; bring around yardım etmek, tedavi etmek, ayıltmak…

15 call call1 n çağırma, bağırış, sesleniş; çağrı, davet; uğrama, kısa ziyaret; arama, telefon etme; v seslenmek, bağırmak; çağırmak; aramak, telefon etmek; uyandırmak; adlandırmak; demek; uğramak; call girl tele kız; close call az daha, ramak kaldı; come at call çağrıldığı zaman gelmek. give a call telefon etmek. local call şehir içi (telefon) konuşması. no call to (olmasına) gerek yok; on call hazır, kullanıma hazır; pay a call çiş yapmak, küçük abdest yapmak. pay a call on birini ziyaret etmek; port of call geminin uğradığı liman; put a call through uzak mesafeye telefon etmek, şehirlerarası telefon etmek; toll-call şehirler arası telefon; to call a case to court bir davayı mahkemeye götürmek; to call s.o. as a witness birini tanık olarak getirmek

16 care care2 v care a damn umurunda olmak; care about/for önem vermek, dikkat etmek, önemsemek; hoşlanmak; care about sb/sth ilgi duymak, yakınlık duymak; care for sevmek, hoşlanmak, ilgisini çekmek; bakımını üstlenmek; care for sb/sth bakımını üstlenmek; sevmek, hoşlanmak, ilgisini çekmek; care nothing about sb/sth for sb/sth ilgi duymamak, aldırış etmemek; -e hiç önem vermemek; hiç aldırmamak; ilgilenme, aldırma, umursama; couldn’t care less umurunda olmamak, vız gelmek; umurunda değil; not to care a fig/ pin for -e önem vermemek; not to care a pin for kulak asmamak; not to care about sth/sb umurunda olmamak; only care about oneself benlik davası gütmek, kendi çıkarına bakmak, özünü dünyanın göbeği saymak; take care dikkat etmek, dikkatli olmak…

17 cast cast1 n atma, fırlatma, atış; dökme, kalıp, döküm; tip, kalite; oynayanlar, oyuncular; v atmak, fırlatmak, saçmak; dökmek; rol vermek; a man of cast iron sert adam; a man of his cast onun tipinde/karakterinde bir adam.cast a glance at s.o. birine kaçamak bakıvermek. cast a spell upon büyü yapmak. cast down 1-aşağı atmak, indirmek, devirmek. 2-canını sıkmak, keyfini kaçırmak. cast into jail hapsetmek, hapse atmak. cast in the eye şaşılık; cast on the barrelhead parayı görelim, paranın ucunu görelim; to cast a horoscope yıldız falına bakmak; to have one’s leg in a cast bacağı alçıda olmak

18 catch catch1 n çengel, kanca, kilit dili; tutma, yakalama; av; tuzak; v tutmak, yakalamak; kavramak; yetişmek; avlamak; yakalanmak; a catch of the breath birdenbire nefesi tutulma; a good catch devlet kuşu, kelepir koca; catch dead zaafını/zayıf tarafını yakalamak/mahçup duruma düşürmek; catch in the catch suçüstü yakalamak. catch some rays güneşlenmek; catch some 2’s (horul horul) uyumak; catch 22/catch twenty two keleğe gelme, mandepsiye basma; catch penny gösterişli ama değersiz, ucuz mal; there is a catch in it bit yeniği var, işin içinde iş/çapanoğlu var; catch-as-catch-can kıran kırana; rasgele, plansız, herkesin kendi başının çaresine bakmak durumunda olduğu zor dönem; catch-word kalıp söz; catch up to üstüne almak…

19 check check2 v check back eski kayıt ya da eşyaların arasında aramak; karar vermek ya da konuşmak için birini tekrar görmek; check in to sth kaydolmak, gelişini bildirmek; check in birinin gözetimine bırakmak; otel vs’ye girerken kaydolmak, gelişini bildirmek; işe başlama tarih ya da saatini deftere kaydetmek; yazılı bir kayda tekrar göz atmak, çek etmek; check in one’s armour araştırmak; check off bozmak, işaret koymak, liste üzerindeki maddeleri işaretlemek; check on sb/sth doğruluğunu araştırmak, çek etmek; check out of sth hesabı keserek ayrılmak, kaydını sildirmek; check out gözden geçirmek, kontrol etmek, çek etmek; check over sınamak, denemek amacıyla gözden geçirmek; çek etmek; tepeden tırnağa sağlık muayenesi yapmak; check sb in/check in sb gelişini deftere kaydetmek…

20 cold cold adj soğuk; n soğuk algınlığı, nezle; üşüme; soğuk hava; (as) cold as charity buz gibi; soğuk nevale, buzdolabı gibi; be a cold fish soğuk kimse olmak, soğuk nevale olmak; blow hot and cold hem lehinde hem aleyhinde bulunmak; catch cold soğuk almak; cold as charity çok soğuk, aşırı dondurucu soğuk, Sibirya gibi; soğuk, buz gibi; cold as marble duygusuz, buz gibi; cold-blooded soğuk kanlı, kanı soğuk. cold call habersiz çağrı/ziyaret. cold cash hazır para, elde mevcut para; cold comfort avutma; züğürt tesellisi; cold cream cilt kremi. cold enough to freeze the balls of a brass monkey (hava için) çok soğuk, aşırı soğuk, dondurucu soğuk, buz gibi; cold feet korku, cayma; cold fish soğuk nevale; cold front soğuk hava kütlesi; cold-hearted katı kalpli, merhametsiz, ilgisiz…

21 come come1 v gelmek; varmak; a come-back replik; come full circle 1-tamamen aksi kanaate varmak 2-dönüp dolaşıp aynı noktaya varmak. come hell or high water koşullar ne olursa olsun; tüm zorluklara rağmen; come high pahalıya mal olmak. come it over sb hükmetmeye kalkışmak; come off it! atma!, yeme bizi!, bırak şimdi palavrayı!; come on in the water’s fine haydi atla su tertemiz, haydi gir su pırıl pırıl, haydi gir su durgun, haydi çekinme gel; haydi canım bu iş nefistir, düşünme gel; come on now! elini çabuk tut!; come to hand ele gelmek/geçmek; come to heel 1-(köpek) sahibinin arkasından gitmek 2-itaat etmek 3-aynı fikirde olmak; come up in the world hayat standardı yükselmek, zenginleşmek; come your ways sen kendi işine bak! Bırak onun yakasını! Vazgeç!…

22 course course n kurs, ders; yol, rota, yön; akış, gidiş(at); pist; vade; yemek; a matter of course normal ya da beklenilen işlem; bir işin tabii sonucu olarak yapılan işlem; doğal olarak yapılan işlem; rutin; adopt a course belirli bir hedef/amaç saptamak; kesin bir tavır takınmak; kendine bir yön seçmek; as a matter of course elbette ki, gayet tabii, tabii olarak, kendiliğinden, hiç düşünmeden; be a matter of course revaçta olmak, moda olmak, adet üzere olmak; change course yön değiştirmek, rotayı değiştirmek; course of events olayların gidişi/akışı; embark on/continue a course denizde sefere çıkmak; birbirine bağlı bir dizi işe başlamak/koyulmak; go over the course kursu gözden geçirmek; hold on one’s course tuttuğu yoldan/rotadan ayrılmamak; in the course of -in süresince/zarfında, boyunca…

23 crack crack1 n çatlak, yarık; çatırtı, şaklama; darbe; a fair crack of the whip (bir şeyin yapılması konusunda) şans verilmesi, verilecek uygun şans; crack againist çarpmak. be up at the crack of dawn erkenden kalkmak; crack of dawn sabahın ilk ışıkları, sabahın körü, şafak sökmesi; crack of (the) doom kıyamet günü, mahşer günü, dünyanın sonu, kıyamet; crack shot keskin nişancı; get up at the crack sabahın köründe kalkmak; give a fair crack of the whip kendini göstermek; hard nut to crack çetin ceviz; make cracks about sb/sth şaka yapmak, espri yapmak, tefe koymak; paper/past over the craks yaptığı hatayı aceleyle örtbas etmek, pisliğini örtmek

24 cross cross3 v cross a bridge before one comes to it dereyi görmeden paçayı sıvamak; cross a bridge when one comes to it sorunla karşısına çıktığı zaman ilgilenmek; cross as two sticks küplere binmiş; cross by air hava yoluyla geçmek; cross my heart (and hope to die) Allah canımı alsın ki!, Yemin ederim ki!, Ekmek mushaf çarpsın ki!; cross one’s heart (and hope to die) başının üzerine yemin etmek, ant içmek; cross one’s legs bacak bacak üstüne atmak; cross one’s mind aklına gelmek; aklından geçmek; cross one’s path karşılaşmak; cross oneself haç çıkartmak, istavroz çıkartmak; cross out/off işaretlemek, çizgiyle bozmak, üstünü çizmek, iptal etmek; cross over/ through geç(ir)mek, karşıya geçmek; cross sb birinin yoluna çıkmak; cross sb/sth off/cross off sb/ sth iptal etmek, üstüne çizgi çekmek, silmek…

25 cry cry1 n bağırma, çığlık, feryat, haykırma; ağlama; v bağırmak, haykırmak; ağlamak; cry havoc (tehlikeye/felakete karşı) uyarmak, ikaz etmek a cry baby sulu göz; a far cry from -den çok farklı; a shoulder to cry on ağlanacak/yaslana­cak bir omuz, güvenilecek insan far cry -den çok değişik başka; have a good cry doya doya ağlamak in full cry of sth birşeyin en curcunalı anı, en heyacanlı ve gürültü anı; crying shame rezalet, kepazelik, büyük ayıp; for crying out loudly çok ağlayıp sızladığı için verilen; give s.o. something to cry about bir kimseyi cezalandırdıktan onra ağladığı için daha şiddetli cezalandırmak. sb/sth isn't worth crying over ağlamaya değmeyen kişi/şey to cry one’s wares çığırtkanlık etmek within cry of (bağırınca) duyulabilecek uzaklıkta

26 cut cut2 v be cut out for birisi/bir iş için biçilmiş kaftan olmak, uygun olmak, yapabilecek nitelikte olmak, yerinin adamı olmak, yerini almak; be cut up üzülmek; umudu kırılmak; cut/wounded to the quick çok incinmiş; kalbinden vurulmuş; cut a class derse gitmemek, derste bulunmamak, okulu/dersi kurmak; cut a dash/figure gösteriş yapmak; caka satmak, çalım satmak, gösteriş yapmak, boy göstermek, dikkati çekmek; cut a notch in wood çentik açmak/kesmek; cut a person biriyle ilgiyi kesmek; cut a tooth diş çıkarmak; cut a wide/big swath caka satmak; cut about parçalamak, parça parça etmek, yaralamak, kesmek, berelemek; cut above sb/sth ortalamanın üstünde, oldukça iyi; cut across kestirme gitmek; cut and come again! her şey bol, buyrun!/gene buyrun!; cut and dried kupkuru; sıradan; yavan, sıkıcı; iç karartıcı; önceden planlanıp hazırlanmış, hazır…

27 dead dead adj ölü, ölmüş; solgun; duygusuz; at dead of night gece yarısı; be a dead loss işe yaramaz olmak dead-air space havasız/havalandırılmayan yer dead-alive=dead-and-alive ölü gibi, cansız, sıkıcı, şevksiz dead duck başarısız/mahvolmuş kimse dead end 1-çıkmaz sokak 2-ucu tıkalı boru 3-çıkmaz, içinden çıkması zor/imkansız durum dead ground menzil dışı, ateş sahasının dışında kalan alan dead hand geçmişin takıntısı, mazinin yavaşlatıcı önleyici etkisi dead beat berabere biten yarış dead letter 1-hükmü kalmamış kanun 2-sahibi bulunamayıp postanede kalan veya göndericisine iade edilne mektup dead load sabit ağırlık dead men tell no tales ölüler konuşmaz (bir sırrı açıklanmasın diye öldürülen kimse için söylenir)

28 devil devil n şeytan, iblis; an unlucky devil bahtı kara; be a cunning devil şeytan; be the devil başbelası kişi ya da şey; between the devil and the deep (blue) sea iki arada bir derede, aşağı tukürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık; iki tehlike arasında; devil of a job / devil’s own job çok zor iş, şeytan işi; devil-may-care vurdumduymaz, dünyayı umursamaz, pervasız, dikkatsiz kimse; full of the devil şeytanlık peşinde, sürekli yaramazlık yapan; give the devil his/her due hakkını yememek, sevilmeyen kötü bir kişiye dahi hakkını vermek; Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek; go to the devil cehenneme kadar yolun var!, toz ol!, cehennem ol, yıkıl karşımdan!; have got the devil in one içi kötü olmak; have the devil in one yerinde duramamak; have the devil/ hell to pay kıyamet kopmak…

29 dig dig v kazmak; anlamak, çakmak; beğenmek, tutmak; be a dig at hedef alınmış; dig a pit for sb birisine tuzak kurmak, tuzak hazırlamak; dig at bağırıp çağırmak, kötüleyici biçimde konuşmak; dig for victory bahçede, serada vs. kendi yiyeceğini yetiştirmek; dig in siper kazmak; uzun bir işe hazırlanmak; yemeğe başlamak, yemeye başlamak; dig in one’s heels/dig one’s heels in inat etmek, Nuh deyip peygamber dememek, kendi bildiğini okumak; dig into çok çalışmak; dig one's own grave mezarını kazmak; dig oneself in bir iş ya da yerde sürekli olarak kalmak, kazık çakmak; dig out arayarak elde etmek, kazıp çıkarmak; kaçmak, hızla itmek, hızla ayrılmak; dig out/out of titiz bir araştırmayla bilgi elde etmek/edin­mek/sağlamak; dig over yeniden gözden geçirmek, ayrıntılarıyla incelemek; dig some dirt up on sb birinin kirli çamaşırlarını ortaya çıkarmak…

30 dog dog1 n köpek, it; a dog’s chance çok küçük şans; hiçbir şans (yok); a dog’s dinner karmakarışık şey, kötü ve düzensiz yapılmış iş, rezalet; a dog’s life köpek hayatı; sefillik; a dog in the manger kendi işine yaramayan ya da kendini eğlendirmeyen şeyleri başkalarının kullanmasını ya da başkalarının bunlarla eğlenmesine izin vermeyen kimse; be dog-eared köşelerini kıvırmak; be dog-tired iflahı kesilmek, canı burnundan gelmek, turşu gibi olmak; die like a dog köpek gibi yalnız, mutsuz ve acı içinde ölmek, gebermek; dog’s ear kitap sayfası köşesinin kıvrılması; dog eared sayfaları kı­rışmış/kıvrılmış, köşeleri kıvrılmış kâğıt; dog eat-dog kıran kırana mücadele etmek, göze göz dişe diş mücadele etmek; dog’s breakfast/dinner karman çorman; dog’s life çok sıkıntılı yaşam; dog in the manger ne yer ne yedirir (kişi), ne kendisi yapabilir ne de başkasına yaptırır (kimse)…

31 down down prep aşağısına; aşağısında; boyunca; adv aşağı, aşağıya; aşağıda; n hav, ince tüy; kumul, eksibe; adj keyifsiz, hüzünlü; v yere devirmek, indirmek; be down on sb birine karşı zıt, gitmek; catch one with one’s trousers down/pants rezil olmak, mahcup olmak, kötü durumda yakalanmak; climb down hatayı kabul etmek, yenilgiyi kabul etmek; come down hard on sb/sth azarlamak, paylamak, haşlamak; come down in the world daha kötü bir konuma düşmek, attan inip eşeğe binmek; come down to earth ayakları suya ermek, ayağı suya değmek, gerçekleri görmek; come down with sth hastalığa yakalanmak; down a person birini alt etmek, birinin üstesinden gelmek; down and out evsiz, barksız, işsiz, beş parasız; bitkin, nakavt; down at heel dağınık, perişan halde; down at the heels pejmürde giyinip fakirliğini belli etmek; down in the dumps süngüsü düşük, morali bozuk, Karadeniz’de gemileri batmış…

32 draw draw n kura çekilişi; çekme, çekiliş; çekilen şey; çok rağbetli şey; berabere biten oyun; v çizmek, resim yapmak; çekmek, almak; germek; ilerlemek, gelmek; draw a bead on göz koymak; draw a blank hava almak, sonuç alamamak; şanssız çıkmak; boş çekmek; draw a cheque çek imzalamak; draw a conclusion bir yargıya/sonuca varmak; draw a curtain over sth bir şeyin üstüne bir perde çekmek; draw a red herring dikkati asıl konudan çeken bilgi vermek, oyalamak; draw a tooth diş çekmek; draw aside perdeleri açmak; birini diğerlerinden ayırarak bir kenara çekmek, yana çekmek, bir tarafa çekmek; draw attention to sth dikkatini bir şeye çekmek, çevirmek; draw sb’s attention to oneself hava atmak; draw away ayrılmak; çekilmek; kaçınmak; draw back -den geri çekilmek, uzaklaşmak, tereddüt geçirmek, sözünden dönmek, gerilemek, geri çekmek; bir yükümlülükten vazgeçmek; draw blood kan akıtmak, vurup yaralamak…

33 drop drop2 v drop a bombshell bombayı patlatmak; drop a brick çam devirmek, pot kırmak; baltayı tasa vurmak; patavatsızlık etmek; drop a broad hint dikkatini çekmek; drop a clanger çam devirmek, baltayı taşa vurmak, pot kırmak, gaf yapmak; drop a hint imada bulunmak, isteyerek söylemek; drop a line kısa bir not (pusula) göndermek; bir iki satır yazmak; drop a remark kasten söylemek; drop asleep uyuya kalmak; drop behind arkada/geride kalmak; dökülmek; drop by/in/on uğraşmak, çıkagel­mek, sürpriz ziyaret yapmak; drop dead birdenbire ölmek, nalları dikmek; drop dead! Git başımdan!, Beni rahatsız etme!; drop down uğraşmak, çıkagelmek, birdenbire gelivermek, sürpriz ziyaret yapmak, düşmek, düşmek, yıkılmak; akıntıya kapılmak; drop in on sb çıkagelmek, birden gelmek, sürpriz ziyaret yapmak; drop in at uğramak…

34 ear ear n kulak; başak; a box on the ear şamar; a flea in one’s / sb’s ear birini azarlama; a word in your ear gizli söz; an ear for doğal sezi, doğal sezgi, doğal duyma yeteneği; beam/grin from ear to ear ağzı kulaklarına varmak; bend sb’s ear birinin kulağını bükmek; by ear işleri oluruna bırakarak, plansız; kulaktan, duyarak; ear-splitting kulak zarını patlatan; kulakları sağır eden; from ear to ear geniş ve yaygın, ağzı kulaklarında; get/have sb’s ear dinlemesini sağlamak, kulağını kendisine vermesini sağlamak; give a thick ear kulağını kızartacak biçimde vurmak, kulak tozunu patlatacak kadar sert vurmak; kulağı vurularak kızartılmış; give ear to kulak vermek, dinlemek; go in at one ear and out at the other bir kulağından girip öbüründen çıkmak, aldırış etmemek, kulak asmamak; have a good ear kulağı iyi duymak; kulak kesilmek, kulak kabartmak; dikkat kesilmek, toplumun düşüncelerine kulak vermek, olayların gidişini dikkatle izlemek…

35 easy easy adj kolay, basit; rahat, sakin, sıkıntısız; (as) easy as falling off a log/(as) easy as pie işten bile değil, peynir ekmek yer gibi, kopkolay be not so easy çetin ceviz olmak, demir leblebi olmak; easy come, easy go haydan gelen huya gider; Easy does it! Ağırdan al!, Acele etme!; easy going yumuşak huylu, gevşek; easy in mind -e aldırmayan, kalender; easy manners tabiî davranış, kibarca davranış; easy mark aptalcasına cömert, eli açık; easy of access kolay görülür, yanına yaklaşılır, kolay elde edilebilir; kendisinden kolayca para alınabilen kimse; kolayca yolunabilen/aldatı­labilen kimse; yolunacak kaz, kolay kazanılan para; easy to come by kolayca bulunan, kolayca alınabilen; kolay okunabilen; go easy on sb/sth yumuşak davranmak, nazik olmak; özenle kullanmak; easy virtue ahlak düşkünlüğü/yoksunluğu…

36 elbow elbow n dirsek; v dirsekle dürtmek; at sb’s elbow el altında, kullanılmaya hazır, kolunun dibinde, hemen yanında, dirseğinin dibinde, elinin altında; yanıbaşında, yardım için her zaman hazır; bend/ tip the/one’s elbow içmek ya da içmeye gitmek, kafa çekmek ya da kafa çekmeye gitmek; elbow/raise the elbow too often kafayı bulmak; elbow grease / elbow-grease alın teri; gayret, çaba; el emeği, zor iş; elbow one’s way across/ along/back through kalabalığı yararak ilerlemek, kalabalığı yara yara ilerlemek; elbow one’s way into/out of dirsekleriyle yol açıp girmek/çıkmak, ite kaka ilerlemek; elbow one's way forward ite kaka ilerlemek; elbow room/elbow-room fiziksel çaba ve enerji; bedensel güç; bilek gücü; kuvvetlice ovma ya da parlatma; geniş yer; hareket serbestliği…

37 end end1 n son, bitim; amaç, gaye; v sona ermek, bitmek; sona erdirmek, bitirmek; a dead end çıkmaz, bir yere götürmez; çıkmaz; at a loose end/ at loose ends şimdilik boş; boşta; meşgul değil; işi gücü yok; işsiz güçsüz, başıboş, avare; çıkmazda bulunmak, çıkmaza düşmek, çıkmazda olmak; at one’s wits’ end bir çözüm bulamaz durumda; ne yapacağını bilemez bir durumda; kafası karışık; aklı başında değil; şaşırıp kalmış; kararsız; at the deep end işin kötü yanı, işin en zor yanı; at the end of nowhere cehennemin dibinde; at the end of the day günün sonunda; eninde sonunda; be approaching the end of one's days hayatının sonuna gelmek; be at the end of one's days hayatının sonuna gelmek; be at the end of one's tether sıfırı tüketmek; bring sth to an end/bring sth to a close; bring sth to a halt sona erdirmek, son vermek…

38 eye eye n göz; iğne deliği, ilik; budak; v göz atmak (-e); a black eye morarmış göz, mosmor olmuş göz; all my eye (and Betty Martin) baştan aşağı saçmalık, haydi canım sen de; an eagle eye keskin göz, keskin bakış; an eye for an eye (and a tooth for a tooth) göze göz dişe diş, kısasa kısas, misilleme; aynısıyla karşılık verme; be able to put the evil eye on sb nazarı değmek; beauty cast/run an/one’s eye over göz atmak, göz gezdirmek, çabucak göz gezdirmek; catch one’s/sb’s eye (birinin) gözüne çarpmak/ilişmek/takılmak; gözünü ısırmak, dikkatini çekmek; gözgöze gelmek, bakışına yakalanmak, dikkatini çekmek; do sb in the eye göz göre göre aldatmak, gözünün içine baka baka kazıklamak; eagle eye keskin göz; easy on the eye göze güzel gözüken, gözü alan…

39 fair fair n fuar, sergi, panayır, pazar; adj insaflı, doğru, dürüst, adil; haklı; orta, vasat; güzel; sarışın, kumral, açık renkli; şöyle böyle; (by) fair means or foul ya doğrulukla ya da eğrilikle; ya mertçe ya da namertçe; ne yapıp, ne pahasına olursa olsun; a fair copy temiz ve düzgün kopya; asıl kopya; a fair deal her iki taraf da tatmin eden adil bir ticari işlem/ muamele; dürüst alışveriş; be in a fair way to olması kuvvetle muhtemel olmak; fair and square adil; dürüst; doğru; haklı; fair copy temiz kopya, temize çekilmiş yazı; fair crack of the whip başarı imkânı, işi yapma fırsatı; fair deal her iki taraf için de uygun olan anlaşma, iş, adil anlaşma; fair do’s hakça davranış; Fair do’s! Adil ol!, Mantıklı ol!; fair enough uygun, doğru, akıllıca, iyi; fair faced sarışın; fair fame iyi nam/şöhret…

40 feel feel n his, duygu; v hissetmek, duymak; yoklamak, dokunmak; feel after el yordamıyla aramak; feel an interest in -e ilgi duymak; feel as fit as a fiddle kendini bomba gibi hissetmek, ağzı kulaklarında olmak, şen şakrak olmak, keyfi yerinde olmak, yüreği ferahlamak; feel as right as rain kendini turp gibi hissetmek; feel at home with kendini birine çok yakın hissetmek; feel blue üzgün olmak, üzgün hissetmek, mutsuz olmak, morali bozuk olmak; feel cheap/feel like thirty cents yerin dibine geçmek; bıkmak, gına getirmek; utanmak, kendini aşağılanmış hissetmek; feel cold üşümek; feel for -e acımak, sempati duymak; üzüntü duymak; üzülmek; feel hot hava sıcak gelmek, sıcaklık basmak (üzerine), fazla ısınmak (vücut); feel in one’s bones benliğinde hissetmek…

41 feet feet n ayaklar; always to fall on one's feet ayağa kalkmak, kendini toparlamak; at one’s/sb’s feet birinin etkisi altında, ayağının dibinde, elinin altında; birinin dalkavuğu; be carried out feet foremost toprağa verilmek; be on one’s feet ayakta olmak, ayakta dikilmek; be run off one’s feet canını dişine takmak; carry/sweep one off his feet kendinden geçirmek, çok memnun etmek; fall on one's feet dört ayak üstüne düşmek; feet foremost/first ölüm; ceset; cesedimi çiğneyerek; ölü olarak; find/feel one’s feet/ have/get yeni duruma alışmak, kendi ayakları üzerinde durmak; kendi başına hareket etmek, kendi yetenek ve becerileri yardımı ile bir şeyler yapmak, kendi yarasını kendi sarmak, kendi kanatları ile uçmak; get back on one’s feet ayağı düze basmak…

42 finger finger1 n parmak; crook one’s finger dikkat çekmek, birine bir şey yaptırmak vb. için parmağını sallamak, parmağını bükmek, parmak sallamak; get one’s finger burnt bir şeyden ağzı yanmak; get/pull one’s finger out boşa zaman geçirmeyi bırakıp hevesle işe sarılmak, hızlı ve canlı biçimde çalışmaya başlamak, işe girişmek; have a finger in every pie her işte parmağı olmak, aynı anda bir sürü işle uğraşmak, her tarakta bezi olmak, her köfteye maydanoz olmak, her işe bulaşmak; have a one’s finger in the pie işe karışmak; el atmak, bir işte parmağı olmak; çorbada tuzu bulunmak; have at one’s finger tips çok iyi bilmek; have more in one’s little finger than başkalarından çok daha fazla yeteneği, becerisi, çekiciliği vb. olmak, başkalarından üstün olmak, küçük parmağında bütün vücudundan fazla özelliği olmak…

43 fish fish n balık; v balık tutmak / avlamak; be big fish in a little pond çok sayıda insan üzerinde etkin olmak, çok küçük bir alanda söz sahibi olmak, küçük gölde büyük balık olmak, körler ülkesinde tek gözü ile padişah olmak; a fish out of water doğal yapısından ya da çevresinden uzak kalan kimse; sudan çıkmış balık; a pretty kettle of fish çarşamba pazarı; a queer fish garip insan, olağanüstü insan, eksantratik insan, değişik özellikleri olan insan, orijinal insan; dağdan inme, kaba saba; cry stinking fish kendisi, ailesi, işi vb. hakkında kötü konuşmak, kendini, yakınlarını işini vb. yermek, kötülemek; drink like a fish fazla içki içmek; feel like a fish out of water sudan çıkmış balığa dönmek; fish for seçip almak; fish for compliments iltifat peşinde koşmak…

44 fly fly1 n sinek; uçuş; v uçmak; uçakla gitmek; çabuk gitmek; kaçmak; uçurmak; a/the fly in the oinment belalı şey, neşe kaçıran, keyif/herhangi bir şey, ortalığı karıştıran, soruna yol açan, plan bozan şey/kimse, çıbanbaşı, mide bulandıran şey/sinek; be unable to hurt a fly karıncayı bile incitmemek; find a fly in the ointment öküzün altında buzağı aramak, gözünün üstünde kaşın var demek; fly in the ointment sakınca, kusur, her şeyi bozan terslik, keyfe keder veren şey; fly leaf kitabın başında ve sonunda basılmamış sayfa; fly off at a tangent bir konuyu bırakıp bambaşka bir konuya girmek; fly off the handle birden öfkelenmek, parlamak, zıvanadan çıkmak; fly-by-night kapkaççı, vurguncu; ipiyle kuyuya inilmez kişi, karanlık işler çeviren; go fly a kite canın cehenneme!; defol!...

45 give give1 v vermek, bağışlamak; don’t give a damn / don’t give a tinker’s cuss umursamamak, önem vermemek; give oneself up to (kendini) -e kaptırmak/ kapılmak; give sb/sth a wide berth -den uzak durmak, -e fazla yaklaş­mamak; give sb up for umudunu kaybetmek, diye kabul etmek; teslim etmek; give the raspberry to -e gülmek, ile alay etmek; give/get the run around gereksiz olarak bir yere gönderilmek; give/lend coun­tenance (bir projeyi) desteklemek, kabul etmek, iyi karşılamak; give/ lend dignity to -e önem kazandır­mak/onur vermek; give/show sb the cold shoulder birini soğuk karşılamak; give/yield place to -e yer vermek; yerini -e bırakmak; give a broadside bordalama ateş açmak, saldırmak; give a comment emir vermek; give a dinner ziyafet vermek…

46 go go1 n gayret; deneme, girişim; başarı; v gitmek; hareket etmek; kalkmak; çıkmak; gezmek; işlemek, çalışmak; olmak; a good rule to go by iyi bir yasa, izlemeye değer; go a begging dolaşıp dilenmek, rağbet görmemek; go about orda burda görünmek, orda burda dolaşmak; yayılmak, ordan oraya ulaşmak, kulaktan kulağa/ağızdan ağıza/dilden dile yayılmak, dillerde dolaşmak; işe koyulmak, kollarını sıvayıp işe başlamak; tiramola etmek; birlikte dolaşmak, birlikte görülmek, birlikte olmak; go about a task bir işe başlamak; go about one’s business kendi işine bakmak, başkasının işine burnunu sokmamak; go abroad yurt dışına çıkmak, yabancı ülkeye gitmek; go across diğer tarafa geçmek, karşıya geçmek; kesişmek…

47 hammer hammer1 n çekiç; tüfek horozu; v çekiçle işlemek, çekiçle vurmak / çakmak; hammer down/up etc. çivilemek, (çivileyerek) asmak, tesbit etmek; hammer together çivilerle tutturmak. hammer and sickle orak ve çekiç (Sovyet Rusya’nın 1923’ten beri simgesi olan orak ve çekiç resmi) hammer and tongs alabildiğine, bütün gücü ile, olanca kuvvetiyle. hammered work dövme işi, çekiçle dövülerek yapılan madeni eşya between the hammer and the anvil iki ateş arasında, güç durumda; bring to the hammer mezada koymak claw hammer tırnaklı çekiç pick hammer tek ağızlı kazma come/go under the hammer haraç mezat satılmak; go at it hammer and tongs dört elle sarılmak; under the hammer açık artırma ile; müzayede ile…

48 hand hand1 n el; akrep, yelkovan, ibre; işçi; v el ile vermek, elle uzatmak; teslim etmek; a big hand coşkunca alkışlama; a free hand istediğini yapma özgürlüğü, sonsuz özgürlük; a heavy hand sertlik, zulüm; an action to strenghten at s.o’s hands ... yüzünden/sebebiyle. at the hand/hands of aracılığı ile, vasıtasıyla hand and foot 1-kıskıvrak, elini ayağını, tamamıyla, kımıldayamaz bir halde. 2-her arzusuna/emrine amade, el pençe divan, bir dediğini iki etmeden. have a hand in (içinde) parmağı olmak, ilgisi olmak, kısmen sorumlu olmak in one’s hand elinde, yetkisi dahilinde lay hands on 1-birisini yakalamak/tutuklamak/enselemek 2-(dini törende papaz) elini birinin başına koymak, kutsamak 3-el uzatmak, tecavüz etmek, dövmek, saldırmak. one’s hand birinin durumunu kuvvetlendirecek girişim…

49 head head1 n baş, kafa; akıl, beyin; lider, başkan, şef; üst kısım, baş taraf; v -in başında olmak, önde gelmek; sorumlu olmak, yönetmek; gitmek, yönelmek (-e doğru for); topa kafa vurmak; a head akşamdan kalmalık; a swollen/swelled head kibirli, burnu büyük, burnu büyümüş kişi; above/over sb’s head birinin kavrayışı dışında, anlayamayacağı kadar zor, anlama yeteneğinin ötesinde, anlayışının ötesinde, bilgisinin dışında, anlaması zor, kavrayışı dışında, anlayabileceğinin ötesinde; a crowned head kral(içe) Don’t lose your head itidalini kaybetme bring matters to a head işi kesin bir sonuca bağlamak by the head=down the head baş tarafı suya batmış head over heels 1-tepetaklak, tepeüstü 2-adam akıllı, çok şiddetli, baştan aşağıya, tepeden tırnağa. head a head (sarhoşluktan sonra) fena halde başı ağrımak…

50 heart heart n kalp, yürek; gönül; iç; cesaret; kupa; (one’s heart) is in the right place tüm eksikliklerine/hatalarına rağmen (gene de) samimi ve mantıklı fikirlere sahip (olmak); aslında iyi kalpli/niyetli (olmak); göründüğü gibi kötü niyetli değil; after one’s own heart kafa dengi, tam istediği gibi, gönlüne/zevkine göre; after sb’s own heart hayatının er­keği/kadını, ciğerpare, gönlünün kadını/erkeği; at heart içten, kalben; candan; gönülden; gerçekte, doğrusu, temel olarak; at/from the bottom of one’s heart yürekten, içten, yüreğinin en derin köşesinden, içtenlikle, tüm içtenliğiyle, canı gönülden; bare one’s heart kalbini açmak; be near/dear to sb's heart gönlünde özel bir yeri olmak; become heart and soul with sb canciğer olmak, aralarından su sızmamak…

51 hit hit2 v have been hit where it hurts canı sıkılmak; hit (up)on sth çıkış yolu/çözüm bulmak; hit a man when he’s down düşene tekme at­mak; hit against -e çarpmak/vur­mak; hit and/or miss gelişigüzel; hit at vurmak, isabet ettirmek; hit below the belt (mecaz) haksızlık etmek; hit hard hızlı/sert/kötü darbe indirmek; hit home can evinden vurmak; taşı gediğine koymak; hit it off with sb arkadaş oluvermek, kaynaşmak, anlaşmak, uyuşmak, iyi geçinmek; hit off taklit etmek, bir şeyi birine çok benzer şekilde yazmak; ustalıkla ve çabuk yapmak; tam üstüne basmak, doğru olarak nitelendirmek; hit on/ upon karşılaşmak, rastlamak, rast gelmek; hit one’s head against a brick wall akıntıya kürek çekmek; hit one’s stride en yüksek düzeye ulaşmak, en yüksek yeteneklerini ortaya koymak/göstermek…

52 home home n ev, aile ocağı, yuva; vatan, yurt; adj ev ile ilgili, yerli; adv eve, evine; ülkesine; evde; feel at home with s.o. birisine karşı hiç yabancılık hissetmemek home consumption iç tüketim, yurt içinde tüketilen maddeler home trade iç ticaret chickens come home to roost (bir kimse) ettiği budur, layık olduğu cezaya er geç çarpılır. drive a point/an argument home bir şeyi birinin zihnine yerleştirmek, kafasına sokmak go home 1-eve/memleketine/sılaya gitmek 2-isabet etmek, tam teline dokunmak. nothing to write home about Zikretmeye/bahse değmez home base 1-(beyzbol) ev kalesi 2-ana, üs, merkez, ana yurt üssü. home-bird evine sadık/bağlı kimse home brew evde yapılmış içki home front cephe gerisi(savaşta), sivil sektör home guard sivil savunma (örgütü)…

53 live live1 adj diri, canlı; doğrudan, naklen, canlı (yayın); [lIv] v yaşamak; oturmak, ikamet etmek; geçinmek (ile on); ben yaşadığım sürece, ben hayatta olduğum sürece; have to live with sth katlanmak zorunda olmak, ile yaşamak zorunda olmak; live a double life iki yüzlü hayat yaşamak; live ambers sönmemiş ateş korları live long! Çok yaşa! Varol! a live problem güncel sorun. a live issue çok önemli mesele..; live a lie sahte hayat geçirmek; live and learn yaşadıkça daha çok şey gör­mek/öğrenmek; live and let live hoşgörülü olmak, bir kulağını sağır etmek; live at a place bir yerde oturmak/yaşamak; live by ile geçinmek, geçinip gitmek; live down an evil rumour about oneself kendi hakkında kötü bir söylentiyi unutturmak/örtbas etmek/kendini temize çıkarmak…

54 matter matter1 n madde, cisim; iş, sorun, mesele; konu; neden, sebep; aksilik; irin; v önemli olmak, önemi olmak; a matter of life and death hayat memat meselesi; varolma ya da yokolma sorunu; as a matter of course her zamanki gibi; olağan bir biçimde; doğal olarak; as a matter of fact aslında, gerçekten, aslına bakarsanız, aslını ararsanız; işin doğrusu, gerçekte; be quite another matter başka bir hikaye/konu/mesele; be the heart of the matter sözün kısası; coloring matter renkli madde; printed matter basılı evrak. a trival matter önemsiz bir iş; setle the matter işi/meseleyi halletmek/çözmek; let the matter drop/rest işi oluruna/yüzüstü bırakmak, peşini bırakmak; matter of/for sebep, neden, vesile, konu. it dosen’t matter önemi yok, zararı yok, fark etmez…

55 money money n para, nakit; a (good) run for one’s money kök söktürme; a tidy sum money avuç dolusu para, bi yığın para; be made of money para babası olmak, para içinde yüzmek; be money down the drain şapa oturmak, güme gitmek, deve olmak, rezil olmak; burn money from/off sb otlamak (sigara, puro); come into Money paray kanmak, para sahibi/zengin olmak; hard money madeni para, sikke, nakit. throw good money after bad zararlı bir işe devamda ısrar etmek; to put money on (bir işe) para yatırmak, yatırım yapmak; money-grubber para düşkünü; money spinner gelir sağlayan (iş, kimse, ürün); cadge from money from/off sb otlamak (sigara, puro); earn money para kazanmak; easy money kolay kazanılmış para; for one’s/sb’s money ilgilendirdiği kadarıyla, -e kalırsa…

56 play play2 v play (the) devil’s advocate önermenin doğruluğunu sınamak için kasten karşı fikri savunmak; play a double game saman altından su yürütmek, madik atmak; play a joke/jape/prank on dalga geçmek, alaya almak, sarsmak; play a trick on aldatmak, hile yapmak; play about/around gezip tozmak, sorumsuz davranmak, oynamak; play along uyumlu hareket etmek, uyum içinde olmak, uymak; play along with ile işbirliği yapmak, -in yoluna gitmek; play along with sb/sth aynı fikirdeymiş gibi yapmak; play around with sb/sth / play about with sb/sth vakit geçirmek, oyalanmak, eğlenmek; play around with -in üzerinde düşünmek (fikir); bir kadınla vakit geçirmek; play at sth oyalanmak; ciddî olarak yapmamak, oynamak; play at cross purposes çatıştıkları halde aynı amaca hizmet etmek…

57 sack sack n çuval, torba; yağma; v yağma etmek; işinden çıkarmak; be given the sack/be sacked işten kovulmak; kapı dışarı edilmek; pasaportu eline verilmek; sepetlenmek; be ready to hit the sack gözlerinden uyku akmak; get the sack/axe işten kovulmak, sepetlenmek; sevgilisi tarafından terk edilmek; give sb the sack/axe işten kovmak/atmak, sepete havası çalmak, bohçasını koltuğuna vermek; pabucunu eline vermek, kapıyı göstermek; hit the sack yatmak; hold the sack çaresiz kalmak, eli boş kalmak; sack out yatmaya gitmek, yatmak, uyumak be left holding the sack müşkül mevkiide bırakılmak, çıkmaza saplanmak. sack coat düz kısa ceket. sack race çuval yarışı

58 side side n yan (taraf); kenar; yön, taraf; takım; be on the side of -in tarafını tutmak; brush to one side hiç dikkat etmemek, önemsememek, ö­nem vermemek, özerinde durmamak, bir tarafa atmak; by my side yanımda; get on sb’s good side birinin sevgisini kazanmak; get on the good side of sb birinin gözüne girmek; get out of the wrong side of the bed sol tarafından kalkmak, güne keyifsiz başlamak; gloomy side of life kötümser; have a bit on the side kirli çıkın olmak; keep on the good side of sb gözdesi olarak kalmak; let the side down işleri bozmak, işleri karıştırmak, bir çuval inciri berbat etmek, durumu aleyhine çevirmek; look on the bright side bir durumun, işin vb. yalnızca iyi yanlarını, avantajlarını düşünmek…

59 strike strike1 n vurma; çarpma; grev; v grev yapmak; saat çalmak; vurmak, çarpmak (-e); indirmek (i); çakmak (-i); kesmek (-i); bulmak (-i); dikkatini çekmek; a lucky strike turnayı gözünden vurma; be on strike grev halinde olmak; be out on strike grevde olmak; go out on strike greve gitmek, grev yapmak; on strike grevde; strike his flag (amiral) forsunu indirmek (kumandasını terk etmek); to strike fear into a person bir kimseyi korkutmak; strike with grief mateme gark etmek strike dumb şaşırtmak; strike hands pazarlıkta anlaşıp el sıkışmak

60 throw throw n atış, atma, fırlatma; v atmak, fırlatmak; üstünden atmak; make one throw up midesini bulandırmak; make sb want to throw up/puke midesini bulandırmak, midesini ağzına getirmek; throw a fit çok kızmak, çok öfkelenmek, tepesi atmak, kriz geçirmek; throw a fly sıyırtma oltayı atmak; throw a kiss eli ile öpücük göndermek; throw a party for sb parti vermek, toplantı yapmak, ziyafet çekmek; throw a race/game bir yarışı/oyunu hileyle kaybetmek; throw a soap to önüne kemik atmak; throw a spanner in the works planlarını bozmak, tekere çomak sokmak; throw about money parayı çarçur etmek; throw about öteye beriye atmak; throw against fırlatıp atmak; throw away bir kenara atmak; çöpe atmak…

61 turn turn2 v not to know which way to turn hangi kapıya baş vuracağını bilmek; not to turn a hair kılını bile kıpırdatmamak, sakin sakin durmak; kendini hiç zorlamamak; istifini bozmamak; turn a blind eye to sb/sth görmezlikten gelmek, göz yummak; turn a cold shoulder to yüz çevirmek, yüz vermemek, aldırmamak, omuz çevirmek; turn a deaf ear to sth kulaklarını tıkamak, duymazlıktan gelmek; dinlemeyi reddetmek; kulak asmamak; turn a somersault perende/takla atmak; turn about geri dönmek; sırayla, dönüşümlü olarak; turn adrift akıntıya bırakmak; başıboş bırakmak; akıntıya kapılıp sürüklenmek; turn again geri gelmek; turn against sb/sth düşman olmak, yüz/dirsek/sırt çevirmek…

62 view view n bakış; manzara; görüş; görünüş, görünüm; v bakmak (-e); görmek; incelemek; düşünmek; air one’s view fikrini söylemek; bird’s-eye view kuşbakışı; şöyle bir bakma; alçaktan yatay bakış; bring into view göze yakınlaştırmak, göze yaklaştırmak, görünür kılmak, gözler önüne sermek; görüntülemek; göstermek; extreme view karşıt görüşler, aykırı görüşler, aşırı görüşler, çıkıntı /sivri düşünceler; form a view of sth gözünün önüne getirmek; have in view kafada tasarlamak, yapmayı tasarlamak; niyetinde olmak; planlamakta (olmak); planlamak; have one's view count for nothing sözü para etmemek; in full view of (tarafından) açık seçik görünen; tamamen görülen; -in gözlerinin önünde/burnunun dibinde…


"COLLOCATIONS." indir ppt

Benzer bir sunumlar


Google Reklamları