Sunum yükleniyor. Lütfen bekleyiniz

Sunum yükleniyor. Lütfen bekleyiniz

Edeb. Bilg. Ve Kuramları 2-B

Benzer bir sunumlar


... konulu sunumlar: "Edeb. Bilg. Ve Kuramları 2-B"— Sunum transkripti:

1 Edeb. Bilg. Ve Kuramları 2-B
EDEBİYAT KURAMLARI Edeb. Bilg. Ve Kuramları 2-B

2 ANLATIMCILIK 1 Anlatımcılığa kadar sanat eseri dış dünyayı, hayatı, insanı ve toplumu yansıtmaktaydı. Bunu için sanatçının duyguları ve yaşantısı önemsenmiyordu. 19.yy’da Romantizm ile iş değişir… Artık sanat eserinin merkezinde SANATÇI vardır… «Şiir, şairin duygularını dile getirmesidir…» İngiliz Wordsworth’a göre… (Lyrical Ballads, 1800)

3 Artık; Sanat eseri bir ayna değildir,
Sanatçının iç dünyasına açılan bir «pencere»dir. Tabiat da anlatılsa, dış dünya da anlatılsa «sanatçının süzgecinden» geçmiştir… Bu anlayışa göre sanatçının fikirleri kendine özgü değildir… Bunları başkalarından öğrenmiştir!!!!! Ancak duyguları kendine özgüdür, tektir!…

4 «Sanat duyguların dilidir…»
Ancak, Neo-klasiklerden farklı olarak, bu duygular herkesin ortak duyabileceği şeyler değil; «Sadece sanatçıya özel, onun duyabileceği duygulardır… Çünkü sanatçı «üstün adam» dır… «Tanrısal !» Kendine özgü kişiliği vardır… Bundan dolayı eser ortaya koymak onun için bir «ihtiyaç» bir zorunluluktur… «Yazmasam deli olacaktım…»

5 Lirizmin öne çıkışı… Bu değişimin ana sebebi; 18.yy’da lirik şiirin değerinin öne çıkmasıdır… Nihayet Romantikler, gerçek şiiri «duyguların anlatımı» olarak tanımlarlar… Eugéne Véron’a göre; «Eserin değeri sanatçının değerinden doğar…»

6 Yaratma olarak Anlatımcılık…
Bir takım sanat felsefecilerine göre sanatın özü, «yaratma» dır… Yaratma ise «duyuların adlandırılması» değil, «Duyuların anlatılması – ifadesi - dır…» Onlara göre Anlatım, adlandırma değildir… Yani; «Öfkeliyim» diyen bir insan, duygusunu anlatmış olmaz… İsimlendirmiş olur…

7 Çünkü; Duygunun dile getirilişinde adını söylemenin yeri yoktur… ve gerçek bir sanatçı bu yola baş vurmaz… Duygunun adını vermek genellemeye yol açar… Halbuki sanatçı; «bireyselleştirmeli»dir… Duygunun belli bir hâl alması ancak dile çevrilmesi ile olur…

8 Anlatımcılara göre «Sanatın İşlevi»;
Geleneksel görüşe göre «Sanat, faydalı bir eğlence» olmalıydı… Yani onlara göre sanat; şekerle örülmüş bir hap gibi idi… «Yani şeker ayrı, hap ayrı…» Elma şekeri gibi… Yani bu görüşe göre; «Fikir ile estetik yön birbirine kaynaşmış değil…»

9 İlaç ve Şeker… Gerçek sanat eserinde, bunların birbirine «kaynaşmış» olması gerekiyor… Yani; Anlatımcıların İsteği; «İlaçla şeker birleşip başka bir madde meydana getirmeli…» Fikir + Estetik değer yerine; Bunlar birbirinin içinde «eritilmeli»…

10 Anlatımcılık 2 Yani «Aktarım Olarak Anlatımcılık» da diyebiliriz…
Bunlara göre de «sanat» bir duygu işidir… Öncekilerden farkı ise; «Sanatçının sadece duygularını dile getirmesi yeterli değildir… Okur ile sanatçı arasında da bir ilişki kurulmalıdır…»

11 Bu yaklaşıma göre; Sanat, aynı duyguların okura da duyurulması ve aynı heyecanların, yaşantıların onda da uyandırılması ile meydana gelir… Okura da duyurmak Şarttır… «Sanatçı önce, sevinç, aşk, korku, bezginlik gibi bir duyguyu duyar, sonra bu duyguyu bir eserle dile getiri, okuyanlar da bu duyguyu aynen hissederler…» «Duygu aktarımı…»

12 Peki bu mümkün mü? 1. Sanatçının yaşantısı ile okuyucunun yaşantısı aynı değildir 2. Sanatçının dile getirdiği duygu ile okuyucuda uyandırdığı duygu farklı olabilir… Yani; Yemek ustası bir aşçının heyecanı ve yemeği yaparken duyacağı zevk ile, Yemeği yiyen kişinin duyacağı zevk aynı değildir… Ancak ortak yön; Yemeğin Kalitesi’dir…

13 Tolstoy’a Göre Aktarım…
Tolstoy’ a göre biz konuşma yoluyla ancak düşüncelerimizi aktarabiliriz… Duygularımızı ise ancak «sanat» yoluyla aktarabiliriz… Bundan dolayı sanat; «Başkalarına bir duygu anlatmak amacıyla girişilen bir eylemdir…» «Bunu başaran ancak sanat eseridir…» Bunda aktarılan duygunun önemli-önemsiz, değerli-değersiz, iyi-kötü, vatan, aşk gibi duygular olması hiç önemli değildir…

14 Tolstoy Kuramının Zayıf Yönleri:
Bir eserin çok satması bir ölçü değildir… Tolstoy, çağının üst tabakasını temiz yüreklilikten yoksun, samimiyetini kaybetmiş bozulmuş bir sınıf olarak görür… Buna karşılık köylü ve fakir halk temizdir, iyidir… Sanat anlayışı ve beğenisi açısından da durum aynıdır…!!!!!! Bunlara katılmamız mümkün değildir…

15 SANATÇIYA DÖNÜK ELEŞTİRİ
Anlatımcılık, sanat eserinin ne olduğunu anlamak için sanatçıya ve onun yaşantısına dikkat eder… Bunu için «biyografik» eleştiri ağır basar… Ancak biyografilerin amacı, sanatı ve sanat eserini aydınlatmak değildir… Sadece ilginç bir adamın hayatını incelemektir. Sanatçının hayatı ile eseri arasında bir ilgi kurmaz…

16 Sanatçıdan esere; Eserden Sanatçıya…
Yazara dönük biyografik eleştiri ise sanatçının kişiliği ile eserleri arasında sıkı bir bağ olduğu ilkesine dayanır… Bu iki yolla sağlanır: 1. Eseri aydınlatmak için sanatçının hayatını, kişiliğini incelemek, 2. Sanatçının psikolojisini, kişiliğini aydınlatmak için eserlerini bir belge olarak kullanmak… Her ikisi de birden kullanılabilir…

17 Yazarın Amacını Bilmek !!!
Eserin anlamı gerçekten yazarın düşündüğü anlam mıdır? Metnin Anlamı Nerededir? 1. Anlam yazarın zihnindedir… 2. Anlam eserin metnindedir… 3. Anlam okurun zihnindedir… Sanatçıya dönük eleştirinin benimsediği birinci görüştür…

18 Anlam yazarın zihnindedir…
Ama kabul etmek gerekir ki yazarın kafasından geçenleri çoğu zaman bilemeyiz… Bilsek bile, yazarın söylediklerine körü körüne inanmak ne derece doğrudur? Kasten yanlış söyleyebilir, eksik söyleyebilir, yanılabilir vs. Dolayısı ile; «Yazarın yapmak istediği şey başka; yaptığı şey başkadır…»

19 Eserin Gerçek Anlamı ! Gerçekten, eserin anlamı yazarın kastettiği anlam mıdır, yoksa okurun eserden çıkardığı anlam mıdır????? Yakup Kadri, Yaban romanı……. M.Fuat ve şiirin yazarı Kemâl Özer’in «Ağıt» şiirine yaptıkları yorumlar… S.136

20 Bu Konuda Sonuç… Yorumun metne dayanması şarttır; metnin desteklemediği bir yorum kendini kabul ettiremez… Ancak sanatçının amacını bilmek de işimizi kolaylaştırabilir… Fakat; Sanatçının başarısı, başarılı sanat eseri demek de değildir… Kötü bir şiir yazmak isteyip başarılı da olmak mümkündür…

21 «İçtenlik-Samimiyet» konusu:
Collingwood, «Sanatçı, içten olduğu oranda sanatçıdır…» diyor. Fuzûlî, Leyla vü Mecnun için; «Bende Mecunundan füzûn aşıklık istidadı var Âşık-ı sâdık menem Mecnunun ancak adı var» Diyor…

22 Peki «içtenlik» bir ölçü müdür?
İçtenlik, başka amaçlar gütmeden kendini sanata adamak, gerçek sanatçıya has olmakla birlikte üçüncü sınıf kabiliyetsiz bir takım sanatçılar için de geçerli olabilir… O da aynı içtenlikle, aynı heyecanla çırpınabilir… Bundan dolayı bir eserin içtenlikle yazılmış olması kendi başına bir şey ifade etmez…

23 İçtenlikten kasıt nedir?
İçtenlikten kasıt; yazarın dile getirdiği duyguları yaşaması ise, bu iddia yanlıştır… Bir yazar «kindar» bir insanı başarı ile anlatabilir… Yani bir yazar; gerçekten yaşamadığı duyguları başarılı bir şekilde anlatabilir… «Ne eserin «iyi»liği sanatçının içtenliğini kanıtlar, ne de kötülüğü içtensizliğini…»

24 O zaman İçtenlik: Bir sanatçının yaşadığı duyguları dile getirmesi değil, inandığı şeyleri yazıp yazmamasıdır… Gerçekten okur, sanatçının inanmadığı şeyleri yazdığını öğrenirse onda bir sahtekârlık sezer ve eserini gözden düşürebilir…

25 PSİKANALİZ VE ELEŞTİRİ
Psikanaliz: Freud’un geliştirdiği, insanın uyumlu veya uyumsuz davranışlarının kaynağı sayılan bilinçaltı, çatışma ve güdüleri araştırıp bilince çıkararak davranış problemlerini çözme yöntemi… (Ruh Çözümlemesi) Freud’un bilinçaltı ile ilgili buluşlarına dayanan yeni bir sanat eleştirisi yöntemi olarak yer tutmaya başlar…

26 Sanatçının Bilinçaltı Dünyası
Eserlerini yorumlamada ve anlamada önem taşımaktadır… Freud, sanatçının yaratma eylemi ile «nevroz» arasında sıkı bir ilişki kurar. Bilinçaltı ile birlikte… Zaten sanatçıların bu «eser verme» güçleri eskiden beri merak konusu olmuştur… Meselâ «ilham»… Sanatçının eser verirken dışardan bir gücün etkisi altında kalması…

27 Nevroz: Sinir hastalığı…
Şanatçılar, yazar ve söylerken akla dayanan bir iş yapmazlar… Bir nevi vecd içindedirler ve yazdıkları, bilinçli bir denetime tâbi değildir… Freud’a göre; «Sanatçı da bir ruh hastasına yakın sayılır…» Madem ki yazarı yazmaya iten, açığa vuramayıp bastırmak zorunda kaldığı isteklerdir, o halde bunlar bir yolunu bulup eserde ortaya çıkacaklardır…

28 Bu bakışın Eleştirisi…
Yazarın ve şairin dehasını ruhsal bozukluklarla açıklayamayız. Olsa olsa algılama, sezme, yansıtma, kavrama gücü gibi terimlerle açıklayabiliriz. Yani; Sanatçıyı sanatçı yapan ruhsal bozukluğu değil bir çeşit yeteneğidir… Ayrıca bu bakış bize sanat eserinin değeri hakkında fikir vermez…

29 RUS BİÇİMCİLİĞİ Şiirde Edebîlik (Yazınsallık):
Rus biçimciler edebiyat eleştirisi ve incelemelerinin, eserden hareketle yapılmasından yanadırlar… Onlara göre şiirde edebîlik; (yazınsallık) İngilizlerin «defamiliarization» kelimesi ile karşıladıkları «alışkanlığı kırma» durumudur. Bu durum gündelik dilden farklı bir ifade tarzıdır…

30 Cahit Sıtkı; Otuz Beş Yaş
«Bir namazlık saltanatın olacak, Taht misali o musalla taşında.» Dil belli bir vezinle ritme sokulmuş… Bazı sesler «ta, sal» sık tekrarlanmış… Taht misali musalla taşı: Tersine tekrar Vb.

31 Roman Jacobson’a göre;
Dilin Şiirsel İşlevi: Jakobson’a göre bildirimde «bildiri»nin dil olarak düzenlenişi diğerlerine göre daha ağır basıyorsa esas işlev ŞİİRSEL’dir… Bağlam Bildiri Gönderici Alıcı Söz Yazı İletici Kod

32 Romanda Edebîlik; Roman ve hikâye gibi anlatıma dayalı metinlerin edebîliği şiirden farklıdır. Yani edebîlik şiirdeki gibi dilin düzenlenişinden kaynaklanmaz. Syuzhet ve Fabula’dan kaynaklanır… Nedir bunlar?

33 Syuzhet; Syuzhet, az çok olay örgüsü anlamında kullanılır… Yani yazarın metinde sunduğu sıra ve biçimdeki olaylar dizisi demektir… Fabula’yı «öykü» olarak çevirebiliriz. Ama kelimeyi özel bir anlamda kullandığımızı unutmamak şartıyla…

34 Alımlamacılık… Alımlamacılık düşüncesine göre, bir sanat eserinin anlamı, metin içinde hazır bir şekilde bulunmaz, metindeki bazı ipuçlarına göre okur tarafından yavaş yavaş ortaya çıkarılabilir… Sanat eserinin, bir tarafında sanatçı, diğer tarafında da “alımlamacı” bulunur…

35 Boş alanlar… Çoğu sanat eserinde ana hatlarıyla hissettirilen temanın ayrıntıları okura bırakılır. Biz bu alanlara ‘boş alanlar’, ‘karanlık alanlar’ diyoruz. O boşluklar, belirsizlikler okur için bilinçli olarak bırakılmıştır. Böylece alımlayıcının esere katılımı, metin boyunca yazarla yolculuğu, alışverişi daha sıcak, daha canlı sağlanmış olur.

36 Yazar, yolculuğun başlama noktasındadır…
İşin içine özel yaşantılar, kişisel deneyimler de katıldığından gittikçe tazelenen hayret ve heyecan insanı varlığının ayrılmaz bir yanından tutup çeker, alıp götürür. Yol nereye? Gidiş nereye? Bu aşamada yazar adeta yolculuğun başlama noktasını, belki yönünü belirleyendir.

37 Eser, sadece işaret eder…
Metin bir amaç, bir alan ortaya kor. Ortaya koymaz da İmgeler, çağrışımlar yoluyla o amaca işaret eder, o amacın ışığını yakar, düşünsel nüvesini oluşturur desek belki daha isabetli olur.

38 Gerçek sanat eseri ! Gerçek sanat eserlerinin, her yeni bakışta yeni güzelliklerin fark edilmesine yol açan mucizevi anlam zenginlikleri vardır. O eserlerde anlam dondurulmamıştır.

39 Gerçek sanat eseri ! Her türlü tamlama / tamamlama eserin yorum alanını genişletir, zenginleştirir. Böylelikle eser karşılıklı beslenen zihinsel süreç içinde tamamlanmış olur. Bu anlamda en güçlü eser her yazılışında, her okunuşunda bize yarım kalmış, eksik kalmış bir yanımızı hissettiren eserdir.

40 Yazar ve okurun algıları,
Yazar ile okur, algı düzeyinde - farklı yansımalarla - bazen ayrılsalar bile ortaya konan amaç ve alan fazla etkilenmez bundan. Bir bakıma okurun boş alanları doldurması, o amacı benimsemesi o alana katılması demektir.

41 Son cümle; Okurun kendi çabasıyla anlamı bütünlemesi ve keşfetmesi ona bir çeşit estetik zevk sağlar… Onun için yazar, okura her şeyi hazır vermemeli, biraz da onu düşünmeli; hatta biraz da onu düşündürmeli… Alımlamacılara göre…

42 YAPISALCILIK… Sadece bir edebiyat kuramı değildir… Antropoloji’den psikanalize, felsefeden edebiyata bir çok alanda bu yaklaşımı görmek mümkündür… Edebiyatta “yapısalcılık”a gelince:

43 1960’lı yıllar ve Fransa… Roland Barthes, Claude Bremond, Gerard Genette, A.J.Greimas ve Bulgar asıllı Tzvetan Todorov gibi eleştirmen ve araştırmacılar tarafından başlatılmıştır… Aynı yıllarda Tahsin Yücel, İstanbul Üniversitesine gelmiş olan Greimas’dan yapısalcılığı öğrenmiş ve Fransa dışında bu kuramı ilk defa edebiyata uygulayan bilim adamlarından biri olmuştur…

44 Yapısalcılık; yani sanat eserinin yapısına yönelme…
Yapısalcılığı anlamak veya anlatmak için işe Yapısal Dilbilimi’nden başlamak gerekir. Bunun kaynağı ise Ferdinand de Saussure’ ün kurduğu “Yapısal Dilbilim” kuramıdır… Saussure’ün ölümünden sora, 1916 yılında, ona ait ders notlarının Genel Dilbilim Dersleri adı altında yayımlanması ile dilbiliminde yeni bir çığır açılır…

45 Ferdinand de Saussure

46 O zamana kadar, dilbilimciler için dil, bir takım dil olgularının toplamıdır ve bunlar ayrı ayrı bir öze sahipmiş gibi tek tek ele alınmalıdır… O zamana kadar dilbilim çalışmaları adına yapılan şey; dilin zaman içinde geçirdiği değişiklikleri incelemek ve bunların kurallarını bulmaktı... Buna art zamanlı yaklaşım (tarihsel gelişim) adı da verilmekteydi…

47 Saussure’ün (Sasür) farkı nedir?
Saussure, dili belli bir zaman noktasında ele alarak, eş zamanlı,(belli bir zaman dilimi ) kendi kendine yeterli ve bağımsız bir sistem olarak incelemeyi önerir… Yani Saussure’e göre, bir dilin tarihi gelişimini ve her dönem taşıdığı özellikleri bilmeye gerek yoktur.

48 Saussure’e göre Dil ve Söz Tanımı
Dil; bir dil sistemine verilen addır. Türkçe, Fransızca, İngilizce dilleri dediğimiz zaman dili bu anlamda kullanırız… (Soyut ve Toplumsal) Söz; dilin somut kullanımı, yani belli bir konuşmacı tarafından belirli bir andaki uygulamasıdır… (Somut ve Ferdi)

49 Gösterge,Gösteren ve Gösterilen
SES (Gösteren) Gösterge (Kelime) KAVRAM (Gösterilen)

50 Edebiyatta yapısalcı Tez:
Edebiyat bir iletişim aracıdır. Bundan dolayı onun da ögeleri arasında bir takım kuralları ve kanunları vardır… Dilbilimdeki somut ve kişiye göre olan “söz” ün arkasında, nasıl onu belirleyen soyut ve toplumsal bir “dil” sistemi varsa, edebiyatta da “söz”e karşılık gelen somut ve ferdî eserlerin arkasında da soyut ve toplumsal bir edebiyat sistemi vardır…

51 Saussure, dili incelemek için ne tarihe ne de gerçekliğe baş vurmuştu, çünkü sistem ancak eş zamanlı bir yaklaşımla bulunabilirdi ve gösteren ile gösterilen arasındaki bağıntı da keyfî ya da saymacaydı… Başka bir deyişle sistem, gerçeklikten bağımsız, kendi başına işleyen bir bütündür…

52 Todorov, Barthes, Greimas gibi yapısalcılar da edebiyata böyle eş zamanlı olarak yaklaşırlar… Yani ne yazarla, ne tarihle ne de metin dışı gerçek dünya ile edebiyat eseri arasında ilgi kurarlar… Çünkü, eserlerin uyduğu sistem, dış gerçeklikten bağımsız; kuralları, yasaları kurmaca “itibârî” olan ve kendi kendine yeten bir bütündür…

53 Yapısalcılığın hedefi;
Yeni eleştiriye göre sanat eserinden çıkarılabilecek tek doğru sonuç vardır… Başka bir deyişle, doğru ve tek anlamı garanti eden sanatçının amacı değil, tutarlı bir bütün olan eserin kendisidir…

54 Yapısalcılara göre ise;
Yapısalcılar sanatçıyı, anlamı belirleyen bir otorite olarak kabul etmedikleri gibi, eserin de tek bir anlamının olabileceğini reddederler… Kelimeler gibi metinler de birkaç anlama gelebileceği için çok anlamlıdırlar…

55 Yapısalcılığın ana ilkeleri:
1. Edebiyat incelemesi, tek tek eserlerin değil, edebiyat eserlerinin tümünün uyduğu sistemin araştırılması demektir… 2. Edebiyatın tarih içindeki gelişimini bir yana bırakarak, her şeyden önce eşzamanlılık içinde incelenmesi gerekir…

56 3. Edebiyatın eşzamanlılık içinde kendi başına, bağımsız bir yapı olarak incelenmesi ise, bu yapıyı oluşturan ögelerin birbirleriyle olan bağıntılarının, yani işlevlerinin tespit edilmesi demektir…

57 Söz ve dil ilişkisi… Dilbilimdeki “söz”e karşılık gelen somut edebiyat eserlerinden yola çıkarak, bunların uyduğu sisteme (dil’e) ulaşmak şarttır. Çünkü sistem ile tek tek eserler arasındaki bağıntı, dilbilimde dil ile söz arasındaki bağıntının benzeridir…

58 Gerçek Anlam (Yan anlam her zaman “somut” bir anlam içerir) GÖZ
Göz:Delik (Yan Anlam) (Yan anlam her zaman “somut” bir anlam içerir) Göz:Oda (Yan Anlam) Göz: Kaynak (Yan Anlam) Temel Anlam GÖZ Görme organı Göz:Terazi kefesi (Yan Anlam) Göz:Çekmece (Yan Anlam)

59 Mecaz Anlam ise “Soyut”tur…
“Göz atmak…” Kısaca bakmak. “Çocuk, göze geldi…” Nazar değdi. “Gözden düşmek…” Değer kaybetmek. “Göz koymak…” Sahip çıkmak, sahiplenmek. “Göz hapsinde tutmak.” Kontrol etmek. “Gözü kalmak…” Beğenmek… “Gözden geçirmek…” İncelemek.

60 Bir “Uygulama” denemesi…
“Çocuk, babasıyla tartışır ve evi terk eder. Ormanın içinden geçerken derin bir çukura düşer. Çocuk eve dönmeyince baba meraklanır ve oğlunu aramaya, ormana gider. Derin çukuru görür, çukurun içine bakar, ama çukur karanlık olduğundan hiç bir şey göremez. Bir zaman sonra güneş tam tepeye gelir ve çukuru aydınlatır. Baba çocuğunu kurtarır, sarılıp barışırlar ve beraberce eve dönerler.”

61 Yapısalcı bir yorum: Metnin ilk cümlesi, "çocuk, babasıyla tartışır", "ast, üste karşı gelir" şeklinde tekrar yazılabilir. Çocuğun ormanın içindeki yatay hareketi, üst/alt kavramlarının zıttı olarak görülebilir ve "orta" olarak tanımlanabilir. Çocuğun çukura düşmesi "alt(ast)"ı simgelerken, güneşin tepeye yükselmesi "üst"ü simgeler. Yani, "üst", "alt (ast)"a üstün gelerek ilk cümledeki durumu tersine çevirir. Baba ve oğulun kucaklaşıp barışması "alt(ast)" ve "üst"ün birleşmesini, beraber eve gitmeleri de "orta"yı, yatay hareketi simgeler.

62 Analizden anlaşılacağı üzere, hikayenin içeriği tamamıyle göz ardı edilmiş, içerisinde bulunan yapılar ve fonksiyonlar ele alınmıştır. Hikâyedeki baba/oğul ikilisi bir yapısalcı için baba/kız ikilisinden farklı değildir. Ancak, mesela, psikoanalitik bir okuma yapsaydık, pekâla çocuğun çukura düşmesini ödip kompleksi (anneyi kıskanıp babanın yerine geçmek için babayı öldürme) açısından değerlendirebilir, babaya karşı gelmenin cezası olarak düşünebilirdik. Hümanist bir eleştirmen, insan ilişkilerindeki zorluklardan dem vurabilirdi pek ala.

63 ESERE DÖNÜK ELEŞTİRİ Yeni Eleştiri:
Bu yöntem, sosyoloji, tarih yada psikoloji gibi ilimlere yaslanarak yapılan eleştirinin, sanat yönünü bir yana bırakarak edebiyattan uzaklaşmasına bir tepki olarak doğmuştur… Okullardaki ve Üniversitedeki edebiyat eğitim- öğretimi «edebî değer» üzerinden yapılmamaktadır…

64 Oysa… Oysa sanat eserini bu şekilde kullanmak onun «özüne ve işlevine» uygun bir kullanım değildir… Eleştirinin amacı, eserin kendisini incelemek olmalıdır… Bunun için; «Yazarın amacını bilmenin eleştiri için ne gereği nede yararı vardır…» Daha önce de görmüştük; Yazarın yapmak istediği ile yaptığı şey aynı olmayabilir…

65 Orhan Veli… Kitabe-i Seng-i Mezar
Tüfeğini depoya koydular Esvabını başkasına verdiler, Artık ne torbasında ekmek kırıntısı, Ne matrasında dudaklarının izi, Öyle bir rüzgâr ki, Kendi gitti, İsmi bile kalmadı yâdigâr, Yalnız şu beyit kaldı, Kahve ocağında, el yazısıyla: «Ölüm Allah’ın emri, Ayrılık olmasaydı.»

66 YAPISAL ELEŞTİRİ Yapısalcılık da Yeni Eleştiri gibi yorumlama işinde sanatçıyı dışlar. Farklı nedenle de olsa.. Yapısalcı eleştiri değerlendirici değildir… Yapısalcılara göre içerik anlamı üreten yapının kendisinden ibaret olduğu için bu yapıyı çözümlemeye yönelir… Peri Masalı incelemesi: (s. 215)

67 ARKETİP ELEŞTİRİ 20.yy’da ortaya çıkan bir eleştiri yöntemidir…
Birçok bilim kolu ile ilgilidir… [Antropoloji, Psikoloji, Felsefe, Sosyoloji, Tarih, Din Bilimleri] Sonuç olarak eseri incelemeyi esas alan bu yöntem, «esere dönük» bir eleştiri yöntemidir.

68 Ancak… Biçimci anlayış gibi esere eğilir. Oradaki ögelerin anlamını / anlamlarını ortaya çıkarmaya çalışır… Ama bunu eserdeki estetik yapıyı ortaya çıkarmak amacı ile yapmaz… Çoook eski çağlardan beri insanları etkileyen kişileri, imgeleri, simgeleri, durumları, olayları ortaya çıkarmaya çalışan bir yöntemdir…

69 Tanım ve Anlam Arketip; «Ana örnek», «ilktip», «kalıp», «şablon» ve «ilk model» gibi anlamlara gelmektedir… Evrensel ve genel özellik taşıtanlar olduğu gibi, Yerel ve millî olan tekrarlar da vardır… Meselâ çeşitli ülkelerin masallarında ortak olay örgülerine, tiplere ve davranışlara rastlayabiliyoruz.

70 Meselâ Bizim «Keloğlan» Masalları
«Arama» Arketipi, «Paylaşma» Arketipi «Adalet» Arketipi, «Zoru başarma» Arketipi Kavuşma - Başarma Arketipi Bunlar eski MİTOS’lara kadar uzanır… Millî farklar da mevcuttur…

71 Dini Törenlerdeki Ortak Davranışlar
Tabiattaki döngü: İlk Bahar = Doğuş Yaz = Gelişme, Yaşama ve Gençlik Sonbahar = Yaşlılık Kış = Ölüm ve Son Bütün toplumların geçmişinde benzer davranışlarla ifade edilmişleredir…

72 «Battalnâmeler» ve «Romanlar»
Bu türlerde de durum benzerdir. Ancak «modern zamanların» romanlarında bu yolculuklar biraz şekil değiştirmiştir… «Kahramanların kendi içlerindeki yolculuklar» Veya; Psikolojik düzeyde «kimlik arayışı» Çünkü bunlar, insanların içinde yatan Kaygılarını, Korkularını ve İsteklerini yansıtır…

73 Sonuç Olarak Eleştirmenler:
Yazarın farkında olmadan kullandığı «mitos» dilini, oluşturduğu arketip kişileri, karakterleri, simgeleri, olay örgüsü kalıplarını belirleyerek eserin derin anlamını çözmeye çalışır… Ayrıca bireyin anne, baba, erkek, kadın, gibi rolleri ve geçimini sağlamak, eş ve arkadaş bulmak, yolculuğa çıkmak gibi arketipler de sayılabilir…

74 Arketipal eleştiri… Arketipal eleştiri, metne eğilerek orada yer alan ögelerin anlamını araştırır. Arketipal eleştiride amaç, ele alınan anlatıda, yazarın niyetini değil, metnin niyetini anlamaktır. Yani arketipal eleştiri, yazarın hayat hikâyesinden farklı bir şeydir. Metnin kendi niyetini kendi elemanlarıyla üreten bağımsız bir varlıktır.

75 Carl Gustav Jung’un Kuramı (1875-1961)
Jung, kişiliğin tümünü «psişe» olarak isimlendirir. Psişe, birbirinden farklı nitelikleri olan fakat birbirleriyle etkileşimde bulunan üç kısımdan oluşur. Bunlar: 1. BİLİNÇ, 2. KİŞİSEL BİLİNÇ, 3. ORTAK BİLİNÇDIŞI, (Kolektif Bilinçdışı)

76 Bunlar Nelerdir? Jung’a göre Bilinç ve Kişisel Bilinçdışı bireysel yaşantılardan kaynaklanmaktadır. Ortak Bilinçdışı ise bireylerin ömürleriyle sınırlı değildir. Ortak Bilinçdışı’nı oluşturan öğeler, insanlığın geçmiş yaşantılarının ürünü olup nesilden nesle geçerek günümüze ulaşmıştır. [ Karanlıktan korkması için bir insanın mutlaka bir olumsuzluk yaşaması gerekmiyor…]

77 Carl Gustav Jung’a göre;
Ortak bilinçdışı kapsamını oluşturan ögelere «arketip» denir. Örnek Olarak: Anne, mağara, ağaç, ateş, dev, bilge ihtiyar, gölge, «ayrılma – aşama - dönüş arketipi» vb. (Bu üç aşama Campbell’e göredir.) Arketipleri, banyo edilmemiş negatif filmlere benzetebiliriz…

78 Örnek Yazılar Mehmet Dönmez, «Emine Işınsu’nun Azap Toprakları Romanının Arketipal Eleştirisi», IJSES Uluslararası Sosyal ve Ekonomik Bilimler Dergisi, S.1(2), 2011, s.63-67 Üstün DÜKMEN, «Pinokyo’nun Arketipler ve Ana Baba-Çocuk İlişkileri Açısından İncelenmesi, Ankara Üniv. Eğit.Bil.Fak. Dergisi, C.16, S.2, 1983, s

79 OKUR MERKEZLİ KURAMLAR
1. I.A.Richards’ın; Duygusal Etki Kuramı Bir şeyi tanımlarken genellikle onun sahip olduğu niteliklerinden ve özellikle de «işlevinden» hareket edilir… Örnek: Balta; Kesmek, yarmak, yontmak için kullanılan ağaç saplı, demir ağızlı alet… Duygusal Etki Kuramı sanatı bu yoldan tanımlamaya çalışır… «İşlev’e Göre»

80 Peki Sanatın İşlevi nedir?
1. Bilgi vermektir, 2. Ahlâk bakımından eğitmektir, 3. Millî duyguları uyandırmaktır, 4. Estetik duygu ve heyecan uyandırmaktır, 5. İşlevi kendisidir… Bazılarına göre bunlardan bir tanesi asıl işlevdir

81 Duygusal Etki Kuramına Göre
Sanatın işlevi; zevk vermek, estetik duygu veya heyecan uyandırmaktır… Bu yaklaşıma göre biz sanat eserini okumaktan zevk aldığımız için okuruz… Bazı yan etkileri de olabilir: Bizde kötü fikirler vb. uyandırabilir… Ancak zevk aldığımız her iş de sanat eseri değildir… Balık tutmak, seyahat etmek, kumar oynamak vb.

82 Bu kuramdan önceki görüş;
«Hakikati araştırmak ve bildirmek akla dayanan bilimin işidir. Sanatın değil…» 17.yy’dan sonra durum değişir… Artık, John Dryden’in görüşü hakim olur: «Zevk, edebiyatın tek değilse de başlıca amacıdır… Yada; «Hoşlanma yeterli şart değil, fakat gerekli şarttır…» diyebiliriz…

83 Duygusal Etki Kuramı ve Okur...
Bir sanat eserini sırf ondan aldığımız tad için okumuyorsak, işe başka hesaplar karışıyorsa tutumumuz estetik değildir… Kısacası eseri, ondan şu yada bu şekilde faydalanmak için okumak estetik değildir… Estetik tutumda dikkatimiz sadece eserin kendisine dönüktür, eseri keyif için okuruz…

84 2. ALIMLAMA ESTETİĞİ Alımlama estetiğinin doğum yeri Almanya’dır.
[Wolfang Iser, Hans - Robert Jauss ve Amerikalı Stanley Fish ] Alımlama Kuramı sanatın tanımı ile uğraşmaz. Anlamına bakar… Iser’e göre anlam, metnin içinde hazır bir şekilde bulunmaz. Okur, metnin içindeki ip uçlarından hareketle bu anlama yavaş yavaş ulaşır…

85 Alımlama… Anlam, anca okur tarafından alımlandığı süreç içinde somutlaşır ve bütünleşir… Iser’e göre Ayrıca; Edebî metnin iki ucu vardır: 1. Yazarın ortaya koyduğu metin (Artistik) 2. Okurun yaptığı somutlama (Estetik) Burada «okur»un rolü önemli…

86 Iser’e Göre; Yazar metinde her şeyi söylemez, bir takım yerlerin doldurulmasını okura bırakır… Boş alanlar bırakır… Basitten – Karmaşığa Somuttan – Soyuta Okur buraları tamamlar. Eğer yazar okura her şeyi hazır verirse, okura yapacak bir şey kalmaz… Sıkılır… Tersi de doğrudur… [Metin çok kapalı olursa.]

87 Hans-Robert Jauss’a Göre Anlam
Jauss, okuru daha doğrusu okurları tarihî dönemlerdeki şartlar içinde ele alır. Önerisi de edebiyat tarihinin, bilimsel araştırmalara ve sözüm ona tarihî nesnelciliğe göre değil, okurların tepkisine göre yazılmasıdır… Okurun «beklentiler ufku», ya da «beklentiler yelpazesi» vardır…

88 Jauss Ayrıca; Tarih boyunca edebiyat zevkinde meydana gelen değişimleri böyle açıklar: Şöyleki, «Yenilik getiren, beklentilere uymayan eser, o dönemin okurlarına yeni bir ufuk açar. Estetik ölçülerin değişmesine sebep olur… Bundan dolayı; eğer yazıldığı dönemden daha önceki bir dönemin beklentilerine yakınsa o modası geçmiş bir eserdir…

89 Yok eğer, yazıldığı dönemin beklentilerini karşılamakla yetiniyorsa zamanına ya da «modaya uygun» demektir, Ancak daha ileriki bir dönemin beklentilerinin habercisi olacak kadar döneminden uzaksa ve ileri ise, o eser zamanında anlaşılmamış ve «zamanından önce» gelmiş bir eserdir…

90 Amerikalı Stanley Fish
Okur Merkezli Kuramlar içinde okura en etkin rol tanıyan Stanley Fish’tir… Fish, Iser’in okura yüklediği boşlukları doldurma ve bütünleme işlevini reddeder… Ona göre anlam, okuma süreci içinde okurda uyanan yaşantılardır… Bu yaşantıların oluşmasında, içinde yaşanılan toplumun da etkileri vardır…

91 Feminist Eleştiri Kuramı


"Edeb. Bilg. Ve Kuramları 2-B" indir ppt

Benzer bir sunumlar


Google Reklamları