Sunum yükleniyor. Lütfen bekleyiniz

Sunum yükleniyor. Lütfen bekleyiniz

GÜLÇİÇEK HATUN KIZ ANADOLU İMAM HATİP LİSESİ TEFSİR DERSLERİ METİN NOTLARI FÎL SÛRESİNİN TEFSİRİ MUSTAFA GÜLEÇ.

Benzer bir sunumlar


... konulu sunumlar: "GÜLÇİÇEK HATUN KIZ ANADOLU İMAM HATİP LİSESİ TEFSİR DERSLERİ METİN NOTLARI FÎL SÛRESİNİN TEFSİRİ MUSTAFA GÜLEÇ."— Sunum transkripti:

1 GÜLÇİÇEK HATUN KIZ ANADOLU İMAM HATİP LİSESİ TEFSİR DERSLERİ METİN NOTLARI FÎL SÛRESİNİN TEFSİRİ MUSTAFA GÜLEÇ

2 اَلَمْ تَرَ كَيْفَ فَعَلَ رَبُّكَ بِاَصْحَابِ الْفِيلِ﴿١﴾ اَلَمْ يَجْعَلْ كَيْدَهُمْ فِي تَضْلِيلٍ﴿٢﴾ وَاَرْسَلَ عَلَيْهِمْ طَيْراً اَبَابِيلَ﴿٣﴾ تَرْمِيهِمْ بِحِجَارَةٍ مِنْ سِجِّيلٍ﴿٤﴾ فَجَعَلَهُمْ كَعَصْفٍ مَأْكُولٍ ﴿٥﴾ Rabbinin, fil sahiplerine ne yaptığını görmedin mi? (1) Onların tuzaklarını boşa çıkarmadı mı? (2) Üzerlerine balçıktan pişirilmiş taşlar atan sürü sürü kuşlar gönderdi. Nihayet onları yenilmiş ekin yaprakları haline getirdi. (3-5)

3 BU SUREDE BULUNAN KELİMEİER
اَصْحَابِ الْفِيلِ :Fil ordusu, Fil arkadaşları; تَرَ : Gördü, Görmek; يَجْعَلْ : Kılar, Yapar,Kılmak, yapmak; كَيْدَ : Oyun, Tuzak; تَضْلِيلٍ : Şaşkınlığa düşürmek, Alt üst etmek; اَرْسَلَ :Gönderdi, Göndermek; طَيْراً : Uçuşan varlık, Kuş, Haşarat.

4  اَبَابِيلَ : Grup grup, Bölük bölük; تَرْمِيهِمْ : Onlara atıyorlardı; حِجَارَةٍ : Taşlar; سِجِّيلٍ : Şiddetli, katı, sert, kiremit gibi sertleşmiş taş, dünya semâsı; عَصْفٍ : Kırıp dökmek, eğip bükmek, ekin yaprağı, saman, taze yaprak, taze ekin; مَأْكُولٍ: Yenmiş;اَلَمْ تَرَ : Görmedin mi.

5 SÛRENİN GENEL TANITIMI
Mekke’de indirilen ve 5 âyetten oluşan Fîl Sûresi, resmi sıralamada 105, iniş sırasına göre 19. Sûredir. Bu Sûrenin Hümeze ile anlam ilişkisi şöyle kurulabilir. Mal biriktirme sevdası ve kendinden başka adam tanımayan alaycı ve küstah tavrıyla Ebrehe de, muhtemelen Hutame’yi boylayacaklar arasında yer alacaktır. Bu Sûrede Hz. Peygamber’in doğumundan bir yıl önce meydana gelen ve “Fîl Olayı” diye anılan bir girişimden ve sonuçlarından söz edilmektedir.

6 اَلَمْ تَرَ كَيْفَ فَعَلَ رَبُّكَ بِاَصْحَابِ الْفيلِ
"Rabbinin fil sahiplerine nasıl (muamele) ettiğini görmedin mi?" (Fil, 1) FÎL OLAYI Rivayet olunduğuna göre, Ashame en-Necaşî'den önceki Yemen hükümdarı Ebrehe ibn es-Sabbâh el-Eşrem, San'â'da bir kilise yaptırır ve ona el-Kalîs adını verir. Maksadı ise, hacıları oraya çekmektir. Derken, Kinane oğullarından birisi çıkar, o kiliseye, geceleyin, büyük abdestini bozar... Bu durum da, Ebrehe'yi kızdırır.

7 Arablardan birisinin bir ateş yakıp, rüzgârın o ateşi, kiliseye ulaştırıp, oraya yaktığı, bunun üzerine de Ebrehe'nin Kâbe’yi yakmaya yemin ettiği de ileri sürülmüştür. İşte bu maksatla Ebrehe, beraberinde çok kuvvetli olan ve adı Mahmûd olan bir fil ile birlikte, Habeşistan ve sair yerlerden topladığı ordu ile birlikte, yola çıkar. Ki bu ordunun içinde, ayrı cinsten sekiz fil daha bulunmaktadır.

8 Bu sayının on iki ya da bin olduğu da ileri sürülmüştür
Bu sayının on iki ya da bin olduğu da ileri sürülmüştür. Mekke'ye yaklaşınca, kendisini Abdulmuttalib karşılar ve ona, geri dönmesi için, Mekke'deki mallarının üçte birini vermeyi teklif eder. Fakat o, kabul etmez. Derken, ordusuna silah kuşatır ve o fili de ordunun önüne alır.

9 Onlar her ne zaman bu fili, Harem-i Şerif cihetine doğru yönelttilerse, o çöker ve oradan kalkmaz. Ama Yemen'e veya diğer yönlere doğru yönelttiklerindeyse, koşarak gider. Derken Ebrehe, Abdulmuttalib'e ait iki yüz deveyi alır. Bunun üzerine Abdulmuttalib, develerini geri almak maksadıyla, onların yanına gelir. İri yapılı birisi olduğu için, Ebrehe ona önem verir.

10 Ebrehe'ye, "Kureyş'in efendisi ve Mekke kervanının sahibi" diye takdim olunur. Abdulmuttalib ne maksadla geldiğini anlatınca da, Ebrehe, "Gözümden düştün. Zira ben, senin ve atalarının dini demek olan Kâbe’yi yıkmak için geldim. Sen buna hiç aldırmadın; ama, alınan develerini istemek için buraya kadar geldin!.." dedi.

11 Bunun üzerine Abdulmuttalib, "Develerin sahibi benim, o Beyt'in de sahibi vardır. Orayı, sana karşı koruyacaktır" dedi, sonra da dönüp, Kâ'be'ye geldi ve Kâ'be'nin halkasına yapışarak şöyle demeye başladı: "Allah’ım, herkes kendi helal malını müdafaa eder; sen de kendi malını koru! Bu gün seni, Salib'den yana olan ve ona tapanlara karşı, kendi yandaşlarına (âline) yardım et.

12 Onların haçı ve güçleri, haddi aşarak, senin gücüne galib gelemesin
Onların haçı ve güçleri, haddi aşarak, senin gücüne galib gelemesin. Eğer Sen Kâbe’mizi onların insafına terk edersen et, Sen bilirsin. Ya Rabbi, onlara karşı, Senden başka umacağım kimse yoktur. Ya Rabbi, onlara karşı, bu harîmini Sen koru, müdafaa et.”

13 Bu duayı yaptı ve döndü. Bir de ne görsün, Yemen tarafından bir takım kuşlar gelmiyor mu? Bunun üzerine Abdulmuttalib şöyle demeye başladı: "Vallahi, bunlar yabancı kuşlar, ne Necidli, ne de Tihâmeli, yani Mekkeli..." Her kuşun gagasında bir, ayaklarında da İki taş vardı ki, bunlar mercimekten büyük, nohuttan küçük idiler. İbn Abbas'ın, bu taşı, Ümmühanî'nin yanında Kafîz gibi, burnu çizgili, tıpkı Zıfâr kabilesinin gözboncuğuna benzer bir biçimde gördüğü rivayet edilmiştir. Taş, adamın başından giriyor, aşağıdan çıkıyordu. Ve her taşın üzerine, kime ait olduğu da yazılmıştı.

14 Böylece bu, Kâ'be'yi yıkmaya katılanların hepsi, yollarda, vadilerde, helak olup, yok oldular. Ebrehe ise hastalandı, derken parmak uçları düştü. Göğsü yarılıp, kalbi dışarı fırlayarak öldü. Derken, veziri Ebû Yeksûm, geriye döndü, üzerinde de bir kuş uçup duruyordu. Necâşî'ye geri döndü ve durumu ona anlattı. Hadiseyi anlatıp bitirince de, o taş onun üzerine düştü, Necaşî'nin önünde yığılıp kaldı... Hz. Aişe (r.a)'nin de şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Ben, filin komutanını ve bakıcısını, kör-kötürüm olmuş, dilenir oldukları bir vaziyette gördüm..."

15 AYETLE İLGİLİ ŞÖYLE BİRKAÇ SORU SORULABİLİR:
HADİSE ÇOK ÖNCE İKEN NEDENاَلَمْ تَرَ DENİLDİ? Birinci Soru: Bu hadise, Hz. Peygamber (s.a.v)'in peygamber olmasından uzun bir süre önce meydana gelmiş olmasına rağmen, Cenâb-ı Hak niçin, اَلَمْ تَرَ görmedin mi?" buyurmuştur. Cevap: Buradaki "görmek" ifadesiyle, bilme ve hatırlatma manaları kastedilmiş olup, bu, bu haberin mütevatir bir haber olduğuna bir işarettir. Böylece bu konudaki bilgi, kesin, kuvvet ve açıklık bakımından, fiilen görmeye denk bir ilmi olmuş olur.

16 İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, başkalarına (hadiseyi görmeyenlere) bir kınama yoluyla, "Onlardan önce nice nesilleri helak etmiş olduğumuzu görmediler mi?" (Yasin, 31) buyurmuştur. Peki, daha niçin Cenâb-ı Hak, "Allah'ın her şeye kadir olduğunu bilmedin mi?" (Bakara, 106) buyurmuştur da denilmesin; çünkü biz diyoruz ki, buradaki fark şudur: İdraki tasavvur olunamayan şeyler hakkında, kadir olduğu için, ilim maddesi kullanılır. Ama mesela fiilin kaçması, gitmesi gibi, idraki tasavvur olunan şeylere gelince, burada "görmek" hadisesi kullanılabilir.

17 KEYFE (NASIL) KELİMESİNDEKİ İNCELİK
İkinci Soru: Peki, Cenâb-ı Hak niçin اَلَمْ تَرَ كَيْفَ فَعَلَ رَبُّكَbuyurmuş da, اَلَمْ تَرَماَفِعَلَ رَبُّكَ buyurmamıştır. Cevap: Zira varlıkların zatların zatları olduğu gibi onların birtakım keyfiyetleri de vardır bu keyfiyetler onların medlullerine delalet ederler. İşte bu keyfiyetlere, kelamcılar "Delil ciheti, yönü" adını verirler. Medhe ve övgüye müstehak olma yani nitelendirme imkânı, zatları görme ile değil, bu keyfiyetleri yakalamakla mümkün olur. İşte bu yüzden Cenâb-ı Hak, "Onlar, üstlerindeki semaya bakmadılar mı? Onu nasıl bina etmişiz..."(Kaf,6) buyurmuştur.

18 فَعَلَ KELİMESİNİN ÖZELLİĞİ
Üçüncü Soru: Cenâb-ı Hak, niçin, "kıldı, yarattı, amel etti.." demedi de, فَعَلَ buyurdu? Cevap: Çünkü خَلَقَ bir işin başlangıcı için جَعَلَ "kıldı" da, keyfiyet için kullanılır. Nitekim Cenâb-ı Hak, اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذِي خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ وَجَعَلَ الظُّلُمَاتِ وَالنُّورَ ثُمَّ الَّذِينَ كَفَرُوا بِرَبِّهِمْ يَعْدِلُونَ “Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah'a mahsustur. Böyle iken inkâr edenler başka şeyleri Rablerine denk tutuyorlar." (En'âm, 1) buyurmuştur. عَمِلَİse, talepten sonra kullanılan bir fiildir. Hâlbuki فَعَلَ daha genel bir ifâdedir, daha genel bir ifadedir..

19 Bunun için, bu ayette, فَعَلَ 'nin kullanılması daha münasip olmuştur
Bunun için, bu ayette, فَعَلَ 'nin kullanılması daha münasip olmuştur. Çünkü Cenâb-ı Hak, o kuşları yaratmış, o filin karakterini de, (o anda), üzerinde bulunduğu karakterin aksine kılmıştır. Mekkeliler, Cenâb-ı Hak'dan, Beytullah'ı korumasını istemişlerdir. Belki de onların içinde, duaları makbul olacak kimseler vardır. Şimdi, Cenâb-ı Hak şayet, bu üç fiili zikredecek olsaydı, o zaman söz uzardı. Böylece bu fiillerin üçünü de içine alan bir fiil فَعَلَ zikretmiştir.

20 NİÇİN ER-RABB DEĞİL DE RABBUKE DENİLDİ?
Dördüncü Soru: Peki, Cenâb-ı Hak niçin,رَبُّكَ demiş de, الرَّبُّ dememiştir? Buna şu birkaç açıdan cevap verebiliriz: 1) Cenâb-ı Hak adeta, şöyle demek istemiştir: "Onlar, bu intikam alışımı gözleriyle görüp müşahede ettiler. Ama yine de putlara tapmayı bırakmadılar. Hâlbuki ey Muhammed, sen, bu intikam alışımı bizzat gözünle görmedin. .

21 Ama bana şükretmek ve itaatte bulunmak suretiyle, bunu itiraf edip kabul ettin. Böylece de, bu intikam alışımı gören, (adeta) sen görmüş oldun. Böylece de, hiç şüphesiz, onlardan ayrıldın. Ben de, onların içinden seni seçtim. Şimdi Ben, "Senin Rabbin" diyorum. Yani, Ben, senin içinim, onlar için değil; tam aksine Ben, onların aleyhineyim."

22 2) Cenâb-ı Hak adeta, "Ben, fil ordusuna bunu, seni ululamak ve senin peygamber olarak gelişini kutlamak için yaptım. Bu demektir ki ben, seni, senin toplumundan önce eğitenim. Bunun için, sen bilfiil zuhur ettikten ve dünyaya geldikten sonra seni eğitmeyi nasıl bırakabilirim?.." demek istemiştir ki, bunda, Hz. Peygamber (s.a.v)'e, kendisinin galib geleceği hususunda bir müjde verilmektedir.

23 TAACCÜBÜN SEBEBİ? Beşinci Soru: Cenâb-ı Hakk'ın, اَلَمْ تَرَ كَيْفَ فَعَلَ رَبُّكَ ifâdesi, taaccüb sadedinde zikredilmiş bir ifadedir. Hâlbuki bu tür şeyler, Allah'ın kudretine nisbetle pek de ilginç değildir. Bunun için, bu taaccübün sebebi nedir? Buna şu birkaç açıdan cevap verebiliriz: 1) Kâbe, Hz. Muhammed (s.a.v)'e tabidir (ikinci derecede gelir). Bu böyledir, zira ilim, mes'ûd olmadan da ifa edilir. Ama âlimsiz mescid olmaz. O halde âlim, inci; mescid ise, onun sedefi mesabesindedir.

24 Sonra, o peygamber, Velîd ibn Muğîre'nin kendisiyle alay ettiği, böylece de kalbi daralmış olan o muhterem zattır. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Büyük bir hükümdar mescidini ta'n edince, onu yerle bir ettim, yok ettim.. Bunun için, senin hakkında ileri geri konuşan kimseye gelince ki sen, her şeyin esası ve maksadısın- onları helak ve yok ederim" demek istemiştir ki, bu cidden enteresandır.

25 2) "Kâbe, senin namazında, kendisine yöneldiğin kıblendir
2) "Kâbe, senin namazında, kendisine yöneldiğin kıblendir. Kalbin ise, bilgi ve marifetinin kıblesidir. Ben, senin amelinin kıblesini, düşmanlardan korumaktayım. Şimdi, senin dinini kıblesini, günahlardan ve masiyetlerden korumaz olur muyuz?" demektir.

26 KUL HAKKININ ÖNEMİ Yedinci Soru: Kureyş kâfirleri, ta öteden beri, Kâ'be'yi putlarla doldurmamışlar mıydı? Bunun, Kâ'be'nin duvarlarını yıkmaktan daha çirkin bir şey olduğundaysa, şüphe yoktur. Öyleyse, Cenâb-ı Hak daha niçin, Kâ'be'yi yıkmaya gelenlere o azabı vermiş de, orayı putlarla dolduranlara bir azabta bulunmamıştır?

27 Cevap: Çünkü Kâ'be'yi putlarla doldurmak, Allah'ın hakkını çiğnemek; orayı harab etmek ise, mahlûkatın hakkını çiğnemektir. Ki, bunun bir benzeri de, yol kesen ve meşru devlet reisine başkaldırmış olan kimsenin durumudur. Bunlardan adam öldürenler Müslüman olmalarına rağmen, öldürülürler. Hâlbuki yaşlı kimseler, körler, ibadetgâhlarda bulunan din adamları ve kadınlar, kâfir bile olsalar, öldürülmezler. Zira bunların zararları, insanlara ulaşmaz.

28 KEYD KELİMESİNİN MANASI
Bil ki Allah Teâlâ, onlara ne yaptığını belirtince اَلَمْ يَجْعَلْ كَيْدَهُمْ فِي تَضْلِيلٍ "O bunların, kötü planlarını boşa çıkarmadı mı?“ (Fil, 2) buyurmuştur. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: KEYD KELİMESİNİN MANASI Bil ki, el-keydu اَلْكَيْدِ bir başkasına, gizlice zarar vermek istemektir.

29 Buna göre şayet, "Peki, bu şey ayan beyan ortada iken, Cenâb-ı Hak bu İşi niçin "keyd - tuzak" diye isimlendirmiştir? Zira karşı taraf, Kâ'be'yi yıkacağını açıkça söylüyordu..." denilirse, biz deriz ki: Evet, o bunu açıkça söylüyordu, ama onun kalbinde, açığa vurduğundan daha şiddetli bir kötülük bulunmaktaydı. Zira o, Arablara olan kıskançlığını içinde saklıyor, Kâbe sebebiyle, Arablar için hâsıl olan o şerefi Arablardan ve onların beldesinden alıp, kendisine ve beldesine yöneltmek istiyordu.

30 ÜÇÜNCÜ MESELE فِي تَضْلِيلٍ İfadesi, "boşa çıkarmada, ibtâl etmede..." Manalarındadır. Nitekim birisi birisinin tuzağını boşa çıkarıp zayi ettiğinde, denilir. Ki, bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, قَالُوا اَوَلَمْ تَكُ تَأْتِيكُمْ رُسُلُكُمْ بِالْبَيِّنَاتِۜ قَالُوا بَلٰىۜ قَالُوا فَادْعُواۚ وَمَا دُعٰـؤُا الْكَافِرِينَ اِلَّا فِي ضَلَالٍ۟ “(Cehennem bekçileri) derler ki: “Size peygamberleriniz açık mucizeler getirmemiş miydi?” Onlar, “Evet, getirmişti” derler. (Bekçiler), “Öyleyse kendiniz yalvarın” derler. Şüphesiz kâfirlerin duası boşunadır. "(Mü'min, 50) ayetidir.

31 Buna göre mana, "Onlar o kiliseyi yapmak suretiyle, o Kâ'be'ye kastettiler. Hacıları o kiliseye çevirmek suretiyle bu işe başlamak istediler. Ama Allah Teâlâ, o kiliseyi yakmak suretiyle onların tuzaklarını boşa çıkardı. Derken, onlar ikinci kez, Kâ'be'yi temelinden yıkmayı arzu ad ar da, Allah, o kuşları onların üzerine salıvermek suretiyle, bu işlerini de boşa çıkardı" şeklindedir.

32 وَاَرْسَلَ عَلَيْهِمْ طَيْراً اَبَابيلَ
EBABÎL KUŞLARI وَاَرْسَلَ عَلَيْهِمْ طَيْراً اَبَابيلَ "O, bunların üzerine sürü sürü kuşlar gönderdi"(3) BURADA BİRKAÇ SORU SORULABİLİR: Birinci Soru: Cenâb-ı Hak, niçin, habersiz olarak, طَيْراً buyurmuştur? Cevap: Bu, ya tahkir için böyle getirilmiştir. Çünkü her zaman bu yapılan iş; en hakir iş olursa, Allah'ın fiili de, o nisbette harikulade ve en büyük olur. Yahut da, "tefhim" içindir. Buna göre Cenâb-ı Hak, adeta, "kuşlar, amma ne kuşlar! O ufacık taşları atıyorlar, ama attıkları hiç boşa çıkmıyor, hedefini buluyor.." demek istemiştir.

33 Üçüncü Soru: Bu kuşların şekil ve şemailleri nasıldı?
İkinci Soru: "Ebabil'' ne demektir? Cevap: Dilcilere gelince, meselâ Ebû Ubeyde, bu kelimeye, "bölük bölük" manalarını verir. Üçüncü Soru: Bu kuşların şekil ve ş leri nasıldı? Cevap: İbn Şîrîn, İbn Abbas'ın, "Tıpkı, filin hortumu gibi hortumları, köpeğin patileri gibi pençeleri bulunan kuşlar idi.." dediğini rivayet ederken, Ata da, İbn Abbas'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Bunlar, deniz tarafından bölük bölük gelen siyah kuşlardı.." Belki de, bunun sebebi, o kuşların, dış görünümlerinde siyah renkli, içlerinde de küfür ve masiyetin siyahlığı bulunan bir topluluğun üzerine salıverilmiş olmalarıydı.

34 Saîd ibn Cübeyr'den de, bu kuşların, küçük beyaz kuşlar olduğu rivayet edilmiştir. Belki, bunun da sebebi, küfür zulmetinin bu kuşlar sebebiyle bozguna uğrayıp sona ermesiydi. Çünkü beyaz, siyahın zıddıdır. Bu kuşların, tıpkı yırtıcı kuşların başlarına benzer başları bulunan yeşil kuşlar olduğu da ileri sürülmüştür. Ben derim ki, bu kuşlar, bölük bölük olunca, belki de, bunların her bir grubu, başka bir şekil üzere idiler. Bunun için, herkes, gördüğünü tavsif etmiştir. Bu kuşların, kırlangıçlar gibi, alaca oldukları da ileri sürülmüştür.

35 تَرْمِيهِمْ بِحِجَارَةٍ مِنْ سِجِّيلٍ
SİCCÎL تَرْمِيهِمْ بِحِجَارَةٍ مِنْ سِجِّيلٍ "Ki bunlar onlara pişkin tuğladan taşlar atıyorlardı" AYETLE İLGİLİ BİRKAÇ MESELE VARDIR: BİRİNCİ MESELE Ebû Hayve, "Allah veya kuşlar attı" anlamında, يَرمِيهِمْ şeklinde okumuştur. Çünkü bu, cem-i müzekker için kullanılan bir zamir olup, fiil, manadan dolayı müennes getirilmiş, تَرْمِيهِمْ şeklinde okunmuştur.

36 İKİNCİ MESELE Âlimler, bu atmanın keyfiyeti hususunda da şu izahları yapmışlardır: 1) Mukâtil, şöyle der: Her kuş, biri gagasında, ikisi ayaklarında olmak üzere, üçtaş atıyordu ki, kimi öldüreceğine dair ismi üzerinde yazılı bulunan bir adamı öldürüyordu. O taşlar, düştüğü yeri delip, öte taraftan çıkıyordu. Eğer mesela, bir kimsenin başına düşmüşse, onun makatından çıkıyordu.

37 2) İkrime İbn Abbas'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: Allah Teâlâ, o taşları, fil ordusu üzerine salıverdi. O taşlar, onlardan herhangi biri üzerine düştüğünde, orada bir kabarcık meydana geliyor ve bu sebeple, çiçek hastalığına benzer bir hastalık meydana geliyordu. Bu, Said İbn Cübeyr'in görüşüdür. Bu taşların en küçüğü, mercimek; en büyüğü ise, nohut kadardır.

38 Bil ki, bazı kimseler, bunu kabul etmeyerek şöyle demişlerdir: "Şimdi biz, mercimek tanesi gibi olan bu taşlarda, ağırlık bakımından, insanın başından girip makatından çıkacak denli bir güç ve kuvvet olduğunu söylemiş olursak, o zaman, kocaman bir dağın da, ağırlığının olmayıp, ancak saman çöpü kadar bir ağırlıkta olduğunu da tecviz etmiş olurduk.” Bu ise, gözle görünen şeylerden bile güvenin kalkması anlamına gelir.

39 Çünkü her ne zaman böyle bir şey caiz olursa, o zaman bizim yanı başımızda nice güneşlerin ve ayların bulunduğu, fakat bizim onu görmediğimiz, aynı şekilde, hür bir kimsenin de, kendisi doğuda bulunduğu halde, mesela Endülüs'de bir toprak parçası görmesini vb. şeyleri mümkün görmemiz gerekirdi. Hâlbuki bütün bunlar ise imkânsızdır. Bil ki, bütün bu kimseler, biz ehl-i sünnet ve‘l-cemâatin itikadına göre olabilecek şeylerdir. Ancak ne var ki, örf, böyle şeylerin olmadığı şeklinde cereyan etmektedir.

40 ÜÇÜNCÜ MESELE Âlimler "siccîl"in ne demek olduğu hususunda da şu izahları yapmışlardır: 1) Siccîl, sanki de kâfirlerin azabının kaydedildiği divanlarının (amel defterlerinin) bir ismidir. Bu tıpkı, “siccîn'in” kâfirlerin amel defterlerinin özel ismi olması gibidir. Buna göre sanki "Azabları yazılı ve tedvin edilmiş, azab türünden biri taş ile" denilmek istenmiştir ki bu manaya göre, kelimenin iştikakı, "salıvermek" demek olan "iscâl" kökündendir. Su dolu büyük kovaya da, "seci" denmesi böyledir. Bu defterlere, içinde onların azabları yazıldığı için bir ad verilmiştir.

41 Çünkü azab, hem, "O, bunların üzerine sürü sürü kuşlar saldı" ayetinden, hem de, "Onlar üzerine bir tufan saldık" (A'raf, 133) ayetinden anlaşıldığı üzere, "salıverme" sıfatı ile nitelenmiştir. Bunun için مِنْ سِجِّيلٍ ifâdesi, "Allah Teâlâ'nın bu kitaba yazdığı şeylerden olmak üzere..." manasınadır. 2) İbn Abbas "siccîl'in manasının, "bir kısmı taş bir kısmı çamur" manasındadır. 3) Ebû Ubeyde şöyle der: "Siccîl, şedîd (kuvvetli) manasınadır.“ 4) Siccîl, dünya semasının adıdır. 5) Siccîl, cehennemden bir taştır. Çünkü siccîn, cehennemin isimlerinden biridir. Bunun için "nûn", lâm'a çevrilmiştir.

42 فَجَعَلَهُمْ كَعَصْفٍ مَأْكُولٍ
ASFİN ME'KÛL فَجَعَلَهُمْ كَعَصْفٍ مَأْكُولٍ "Derken (Allah) onları, yenmiş ekin yaprağı gibi yapıverdi" BU AYETLE İLGİLİ OLARAK BİRKAÇ MESELE VAR BİRİNCİ MESELE Âlimler "asf'ın ne demek olduğu hususunda bir takım izahlarda bulunmuşlardır. Âlimler burada da şu izahları yapmışlardır: a) Bu, tarlada, hasad sonrasında kalan rüzgârın kırıp geçirdiği, hayvanların yediği ekin yaprağıdır.

43 d) Asf, içi yenilen, kabuğu kalan tane demektir.
b) Ebü Müslim, "asf", samandır. Çünkü Hak Teâlâ, "zu'l-asfı ve'r-reyhân" (samanlı ve kokulu...)" (Rahman, 12) buyurmuştur. Zira asf, rüzgârın toz halinde savurduğu ve taneden ayırdığı şeydir. Bu şey, yenildiği zaman iyice ufanır, hiçbir mukavemeti kalmaz" demiştir. c) Ferrâ, "asf, başak oluşmazdan önce, ekinin, sapını saran yapraklardır" der. d) Asf, içi yenilen, kabuğu kalan tane demektir.

44 Âlimler, "me'kûl"ün tefsiri hususunda da şu izahları yapmışlardır:
İKİNCİ MESELE Âlimler, "me'kûl"ün tefsiri hususunda da şu izahları yapmışlardır: a) Me'kûl, yenilmiş şey demektir. Bu izaha göre burada şu iki ihtimal söz konusudur. Birinci İhtimal: Mana, "hayvanların yeyip, sonra da yediklerini dışkı olarak atıp, bu dışkının kuruyup dağılan ekin ve saman" şeklinde olmasıdır.

45 Böylece bu ekinlerin, biribirlerinden ayrılışları, dışkının parçalarının dağılmasına benzetilmiştir. Fakat buradaki ifade, Kur'ân'ın edeb üslubuna göre gelmiş bir İfade olup, tıpkı, "O ikisi (yani İsâ (a.s) ile Hz. Meryem) de yemek yerlerdi" (Mâide,75) diyerek, def-İ hacette bulunduklarını kastetmesi) gibidir. Bu, Mukâtil’in Katâde'nin ve Atâ'nın rivayetine göre İbn Abbas (r.a)'ın görüşüdür.

46 İkinci İhtimal: Bu teşbih, ekinin yapraklarına kurt düşüp, onu delik deşik ettiği zamanki ekin yaprağına yapılmış bir benzetmedir. b) "Me'kûl", Allah onları, tanesi yenilmiş, geriye samanı kalmış bir ekin gibi yaptı" demektir. Bu takdire göre ayet, "Allah onları, tanesi yenilmiş saman gibi yaptı" manasında olur. Bu tıpkı, "yüzü güzeldir" manasında, "Falanca güzeldir" denilmesi gibidir.

47 Böylece "me'kûl"ün, asf (saman) İle olan ilgisi, tanelerinin yenilmiş olması bakımındandır, çünkü bu mana malumdur. Bu görüş de, Hasan el-Basrî 'nindir. c) "Me'kûl",yenilen şeyler" demek olup, canlıların yediği" manasınadır. Çünkü yenilmeye elverişli olan her şeye "me'kûl" denir. Buna göre ayet, "Allah onları, hayvanların yediği saman gibi kıldı" manasındadır. Bu da İkrime ile Dahhâk’ın görüşüdür.

48 FİL SÛRESİNİN GENEL MESAJLARI
1-Vahyin ilk dönemine yakın bir geçmişte yaşanan ve o dönemde herkes tarafından etraflıca bilinen bu olay, mabede, yani Kâbe’ye, dolayısıyla Yüce Allah’a ve O’nun iradesine karşı çıkmanın ağır faturası hakkında bilgi vermekte, benzer niyetleri olanlar da böylece uyarılmaktadır. 2- Yüce Allah, Ebrehe ordusunu yok etme nedenini, Kâbe’nin kendi katındaki değerine bağlamıştır; diğer bir nedenini ise bir sonraki sûrede ele almaktadır. 3- Helaki hak edenlerden değil, ilâhî rızayı rehber edinip ödüllerle buluşturulanlardan olmayın niyaz ediyoruz.

49 KAYNAKLAR 1.Fahreddin Er-Râzî, Tefsîr-i Kebîr (Mefâtihu’l-Gayb)
2.Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’ân. 3.Diyanet İşleri Başkanlığı, Kur’ân Yolu Türkçe Meâl ve Tefsir. 4.Mehmet OKUYAN, Kısa Sûrelerin Tefsiri Diyanet İşleri Başkanlığı Kur’an-ı Kerim Meâli. 6.Diyanet Vakfı Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meâli.

50 MESLEK DERSLERİ ÖĞRETMENİ
HAZIRLIYAN MUSTAFA GÜLEÇ GÜLÇİÇEK HATUN KIZ ANADOLU İMAM HATİP LİSESİ MESLEK DERSLERİ ÖĞRETMENİ


"GÜLÇİÇEK HATUN KIZ ANADOLU İMAM HATİP LİSESİ TEFSİR DERSLERİ METİN NOTLARI FÎL SÛRESİNİN TEFSİRİ MUSTAFA GÜLEÇ." indir ppt

Benzer bir sunumlar


Google Reklamları