Sunum yükleniyor. Lütfen bekleyiniz

Sunum yükleniyor. Lütfen bekleyiniz

TASAVVUFÎ&İŞÂRÎ TEFSİR

Benzer bir sunumlar


... konulu sunumlar: "TASAVVUFÎ&İŞÂRÎ TEFSİR"— Sunum transkripti:

1 TASAVVUFÎ&İŞÂRÎ TEFSİR
Ölmeden önce ölmek ve olmaktır; varlık içinde yokluktur. Derler ki; insan vav şeklinde doğar, sadece ortalarda dolaşarak hayatı anlamaya başladığını sandığı sıra elife benzer. Eğer tekrar kendini keşfedip de vav’a benzemeyi becerebilirse sonsuz aşk bilgisine sahip olur. “Vav”, Allah'ın vahid ismini temsil eder. Ayrıca tasavvuf’ta insanın mütevazilik, teslimiyet, ve edepten iki büklüm oluşunun, acziyetinin, boyun büküşünün, anne karnındaki cenin duruşunun namazda secdeye varan insan duruşunun simgesidir.

2 Tasavvufî&İşârî Tefsir Ekolü
 Hz. Peygamber’in vefatından sonra özellikle fetih hareketleri sırasında yeni Müslüman olanların da etkisiyle dinî yaşayışta bazı farklılıklar ortaya çıkmıştır. Bu farklılıklardan biri de, ibadete fazla düşkünlük, dünyadan uzaklaşma ve zühd hayatı gibi davranışların ön plana çıkmasıdır. Bunun sonucunda da, zühd hareketi yavaş yavaş sistemleşerek tasavvuf hareketine dönüşmeye başlamıştır.   Bu kişiler, aynı zamanda kendi anlayışları istikametinde Kur’ân'a yönelmişler ve Kur’ân'da yer alan bazı ahlakî kavramları batınî bir mânâ ile yorumlamaya çalışmışlardır. Böylece Kur’ân lafızlarının biri zahirî, diğeri de batınî olmak üzere iki çeşit yorumu ortaya çıkmıştır. İslâm tasavvuf târihinde ilk sûfî ismini alan, Ebû Hâşim es-Sûfî el-Kûfî (150/767)’dir. Sahabe ve tabiîler devrinde zühd ve takvanın menşei olan Allah korkusu (Hasan-ı Basri; ö. 110), zaman geçtikçe Allah sevgisine (Rabiatü’lAdeviyye; ö. 135/752)inkılâb etmiştir. Tasavvufî/İşârî tefsir ikiye ayrılır:  1) Nazarî Sûfî Tefsir: Kur’ân'ı, bir kısım araştırmalara ve felsefî görüşlere dayandırıp, arzu edilen şekilde mânâlandırmayla yapılan tefsirdir. Nazarî Sûfî müfessirler, Kur’ân’ı, tetkiklerine ve felsefi görüşlerine dayandırıp onu arzu ettikleri şekilde mânâlandırmışlardır. Kur’ân’ın gayesi, insanları irşâd olduğundan, onlar Kur’ân’dan kendi anlayışlarına uyacak mânâları çıkarmakta zorluk çekmişlerdir. Fikir sahibi filozof, sûfî, fikrinin revaç bulması için, onları Kur’ân’la te’yid etmek lüzumunu hissetmiştir. Tabiîdir ki bu da Allah kelâmını kendi arzu ve tahayyülüne göre te’vil etme ihtiyacını doğurmuştur. Nazarî işarî tefsir ekolünün kurucusu, nazarî tasavvufla ilk uğraşan ve bu hususta ilk eserleri vaz’ eden Muhyiddin b. el-Arabî (ö.638/1240) kabul edilmektedir.

3 2) İşârî Sûfî Tefsir: Yalnız sülük ehline açılan ve zahir mana ile bağ­daştırılması mümkün olan birtakım gizli anlamlara ve işaretlere göre Kur'an’ı tefsir etmektir. Burada, nazarî sûfî tefsîrde olduğu gibi sûfî müfessirlerin ön fikir ve yargıları yoktur. Müfessir, bulunduğu makamda, içine doğan ilhâm ve işâretlerle âyetleri mânâlandırmaya çalışırlar ve de kalblerine doğan bilgiyi kapalı bir üslûp ile, remiz ve işâret yoluyla ifade ederler. Bunun için tasavvufî tefsîre "İşarî tefsîr" adı verilir. Diğer bir ifade ile bu tefsîr, ilk anda akla gelmiyen, fakat tefekkürle, âyetin işaretinden kalbe doğan mânâları ihtiva eder. Bu düşüncenin izlerini Şihabuddin es-Sivasî (803/1400)’de görmemiz mümkündür. Osmanlı dönemi müfessirleri arasında sufiliği ile ünlü kişiler arasında Molla Fenarî (834/1431)’yi, Yahya es-Semerkandî (860/1455)’yi, Nimetullah Nahcivanî (920/1514)’yi ve İsmail Hakkı Bursavî (1137/1725)’yi sayabiliriz. Bu kişilere ayrıca aslen Iraklı olmasına rağmen yazdığı tefsirini İstanbul’a getirerek devrin padişahı Abdülmecid’e takdim eden Âlûsî (1270/1854)’yi de ilave edebiliriz.    İşârî tefsir erbabı, maksada ulaşmak için âyetlere batını mânâlar vermişlerse de, onları, Bâtınîler dediğimiz grubla karıştırmamak lâzım gelir. Onların tefsirde, Bâtınîlerden ayrıldıkları nokta şudur: Mutasavvıflar, bâtınî mânâlar veriyorlarsa da, zahir mânâyı tamamen hükümsüz addetmiyor ve şeriat için lüzumlu görüyorlardı. Bâtınîler ise, şeriatı bertaraf etmek için, tefsirden murad zahirî olan değil, bâtıni olandır derler.   Not: Muhyiddin b. el-Arabî (638/1240) ile Ahkâmu’l-Kur’an isimli eserin yazarı Ebu Bekir İbnü'l-Arabî (ö. 543/1148)’yi karıştırmamak lazım…

4 a. Kur'an'dan Deliller: ''Hiç Kur'an'ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalblerinin üzerinde kilitleri mi var?" (Muhammed, 47/24) "Allah size zahir ve bâtın nimetlerini bolca ihsan etti" (Lokman, 31/20) "Bu kavme ne oluyor ki hemen hiçbir sözü anlamıyorlar." (Nisa, 4/78): Bu ayette, kâfirlerin hiçbir sözü yani Kur' an'ı anlamadıkları belirtiliyor ve onlar Kur'an üzerinde düşünmeye teş­vik ediliyor. Oysa onlar Arap’tılar ve sözün zahirini anlıyorlardı. Allah, onların âyetlerde kastedilen asıl manayı anlamadıklarını söylemekte ve onları kendi âyetlerini düşünmeye davet etmektedir. "Allah size zahir ve bâtın nimetlerini bolca ihsan etti"  B. Sünnet'ten Deliller: Bu konuda ileri sürülen en önemli delil: "Her bir âyetin bir zahrı, bir batnı, bir haddi ve bir de matlaı vardır" şeklindeki rivayettir. Bu rivayetin Hasan-ı Basri'ye ait olduğunu söylerken, bazıları mevzu olduğunu söylemek­tedir. 2) "Eğer siz benim bildiklerimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız" hadisi bu hususa işaret etmektedir. Çünkü Hz. Peygamber'in hadiste konu edindiği ilim, eğer herkesin bilebileceği bir ilim olsaydı, "Benim bildiğimi bilseydiniz" dediği zaman Rasûlüllah'ı duyanlar: "Senin bildiğini biz de biliyoruz" derlerdi. Böyle söyleme­diklerine göre demek ki o’nun bildiği zahirin ötesinde bir ilimdi. 3) Ebû Hureyre de benzer bir hadisi şöylece nakletmiştir: "İlimler arasında sedef içerisinde saklı inci gibi bir ilim vardır ki, onu Allah'ı tanıyan bilginlerden başkası bilemez...« 4) Hz. Peygamber (sav): "İlim ikidir. Birisi kalpte gizlidir ki, faydalı olan da budur" demiştir. Dolayısıyla bu hadisler de Kur'ân‘ın, dış anlamının yanında bir de iç anlamının bulunduğunu göstermektedir. Böylece denilebilir ki hem âyetlerin hem de hadislerin delaletiyle şartlarına uygun olan bâtını te'viller her zaman mümkün ve caizdir.

5 C. Sahabeden Gelen Rivayetler:
 Bu bağlamda Hz. Ali'nin: "Kur'an'dan yalnız Fatiha sûresi hakkında bildiklerimi söylesem yetmiş katır yükü eder." sözü vardır. İbnu Abbas’ın da: "Kur'an'm çeşitli yolları, zahirleri, bâtınları vardır. Acaibi tüken­mez." dedii rivayet edilmiştir.  Zâhir-Bâtın Meselesi: Bu mesele tarih boyunca tartışılmış; çağımızda da aynı tartışma devam etmektedir. Kimine göre zahir, âyetin tilaveti: bâtın ise onun anlamıdır. Kimine göre zahir, sözün zahirinden anlaşılan, bâtın ise, o âyetle kastedilendir. Abbasiler döneminde ortaya çıkan ve uzun müddet İslâm âlemini meşgul eden Bâtıniyye, Kuran'ın bir zahirinin ve bir de bâtı­nın bulunduğunu; maksadın zahir değil, bâtın olduğunu; nasıl çekir­değin kabuğu değil içi önemli ise, nassların da zahirlerinin değil, bâtınlarının önemli olduğunu savunmuşlardır. Onlara göre bâtın, nassın zahiriyle amel etmeye engeldir. Bu nedenle nasların zahiriyle amel edenler cezalandırılmalıdır. Görüşlerine delil olarak da şu âyeti zikrederler; ''Aralarına kapılı bir sur çekilir kî, onun içinde rahmet vardır, dış yönünde de azap." (Hadid, 57/13) Bu tür işarı tefsirin kabul görmesi için birtakım şartlar ileri süRÜLMÜŞ: Bâtın mananın, lafzın zahir manasına aykırı olmaması: Örneğin; Gazzâlî ve bazı sûfîler; Allah'ın; "Ey Mûsâ, Ben (evet) ben, senin Rabbinim. Ayakkabılarını çıkar, çünkü sen, kutsal vadide, Tuvâ'dasın" [254] mealindeki âyette geçen "ayakkabılarını çıkar" emriyle, dünya ve ahiret hakkındaki düşüncelerin, zihinden dışarıya atılmasını kasdettiğini ifade ederler. Başka bir yerde bu mananın doğruluğuna nassen veya zahi­ren bir şahidin bulunması. Bu manaya şer'i veya akli bir muarızın bulunmaması. Bâtın mananın tek mana olduğunun ileri sürülmemesi.

6 Îşârî Tefsirin Sistemleşmesi Ve Gelişmesi
a) İşârî tefsirin ilk temsilcileri arasında el-Hasan el-Basrî (ö.110/728), Ca'fer-i Sâdık (ö.148/765) ve Abdullah b. Mübarek (ö.181/797)'in isimleri sayılmaktadır. Kaynakların belirttiğine göre tasavvufun henüz oluşum döneminde yaşayan bu zatlar, yalnızca Kur'ân'm bazı âyetlerini sûfî bir anlayışla tefsir etmeye çalışmışlardır. Çünkü o dönemde her âyette değil, bazı âyetlerde bâtmî manalar aranıyordu. Fakat giderek Kur'ân'm sonsuz manalar içerdiği kanaati yaygınlaşınca, buna paralel olarak her âyetten birçok bâtınî mana çıkarma temayülü de kendini göstermeye başladı.   b) Tâbiîn ve Tebe-i tabiîn döneminden sonra zühd hareketi gelişerek "Allah aşkı" na dönüşmüş ve bunun doğal sonucu olarak işârî tefsir de gelişerek sistematik bir hale sokulmuştur. Bu aşamada en büyük rolü, Sehl b. Abdillah et-Tüsterî (ö.283/896), Cüneyd-i Bağdadî (ö.298/910) ve Muhammed b. Musa el-Vasıtî (ö.331/942) üstlenmiştir.   c) Ancak dördüncü hicrî asrın sonuna gelindiğinde, Ebû Abdirrahman es-Sülemî (ö.412/1021), kaleme aldığı "Hakâiku't-tefsîr" adlı eseriyle işârî tefsirde en büyük gelişmeyi gerçekleştirmiştir. Denildiğine göre es-Sülemî söz konusu tefsirinde kendisinden önceki mutasavvıfların tefsir ve te'villerini bir araya toplayıp, bunların kaybolmasını önlemek suretiyle ilme büyük hizmette bulunmuştur. Hatta bazıları müfessir et-Taberî'nin zahirî tefsirde yaptığını es-Sülemfnin bâtınî tefsirde gerçek­leştirdiğini iddia etmektedirler.   d) İşârî tefsirin gelişmesinde önemli rolü olan diğer bir müfessir de el-Gazzâlî (öl.505/llll)'dir. "İhyâu ulûmi'd-dîn" ve "Cevâhiru'l-Kur'ân" adıyla yazmış olduğu eserlerinde el-Gazzâlî, Kur'ân âyetlerinin bâtını anlamları üzerinde genişçe durmuştur. Ona göre Kur'ân'ın dış manaları yanında bir de iç manaları vardır. Bu iç manalar tıpkı kabuğun özü gibidir.

7 e) İşârî tefsir hareketi Muhyiddîn İbn Arabî (61
e) İşârî tefsir hareketi Muhyiddîn İbn Arabî (61.638/1240) ile de "vahdet-i vücûd" un etkisi altına girerek zirveye ulaşmıştır. Ancak söz konusu etki sebebiyle olmalı ki, o dönemde çok aşırı te'villere gidilmiş­tir. Meselâ; O, bütün dinlerin aynı ve tüm inançların doğru olduğunu, putların da bir parça tanrılık özelliği taşıdığını, ayrıca eşyada tanrılığın bulun­duğunu savunacak kadar ileri gitmiştir İbn Arabî'ye göre küfür ve isyan ehli cehenneme girse de, azap görmeyecektir. Onlar da birtakım nimetler içerisinde bulunacaklardır. Bu bakımdan onlarla müminler arasında bir fark söz konusu olmayacak­tır. Fark sadece tecelli bakımındandır. Yani cehennem ehli müminlere nazaran bir müddet ilâhî tecelliden mahrum kalacaktır. Gerçi Allah cehennemde "azâb" çekileceğini ifade etmiştir. Ancak azâb "azb" kökündendir. Azb da "tatlılık" demektir. Dolayısıyla azâb sözü, onda gizli bulunan lezzetler için bir kabuk gibidir. Kabuk ise özü koruyan bir nesnedir Ancak Abdulvahhâb eş-Şa'rânî, İbn Arabi'nin eserlerindeki Ehl-i sünnet inancına ters düşen hususların gerçekte ona ait olmadığını, büyük bir ihtimalle bazı art niyetli kişilerin sonradan bunları söz konusu eserlere ilâve ettiklerini söyleyerek şeyhi, böyle bir durumdan kurtarmak istemektedir. f) Osmanlı döneminde bu düşüncenin izlerini mesela Şihabuddin es-Sivasî (803/1400)'de görmemiz mümkündür. Osmanlı dönemi müfessirleri arasında sufiliği ile ünlü kişiler arasında Molla Fenari (834/1431)'yi, Yahya es-Semerkandî (860/1455)'yi, Nimetullah Nahcivanî (920/1514)'yi ve İsmail Hakkı Bursavî (1137/1725)'yi sayabiliriz. Bu kişilere ayrıca aslen Irak'h olmasına rağmen yazdığı tefsirini İstanbul'a getirerek devrin padişahı Abdülmecid'e takdim eden Âlûsî (1270/1854)'yi de ilave edebiliriz

8 Meşhur İşâri/Tasavvufi Tefsirler
İşari Tefsir Hakkinda Eleştiriler: İşarı tefsir hakkında alimler ihtilaf edip, ayrı ayrı görüşlerde bulun­muşlardır: Bazıları ona cevaz vermiş ve hatta onu imanın kemalinden saymışlardır. Bazıları da, (Ebu'l-Hasan el-Vahidî, Şatibî, Zerkeşî, Sadık er-Rafiî gibi) onu menetmişler: Nitekim İbn-i Abbas (r.a.) demiştir ki: "Şüphesiz Kur'an-ı Kerim'in her konusu İçiçe girmiş çeşitli ilim dallarına, zahir ve batın mânâlarına sahiptir. Onun akıl­ları hayrete düşüren fevkaladelikleri bitmez tükenmez, onun sonu­na ulaşılmaz. Her kim ona yumuşak olarak dalarsa kurtuiur. Her kim ona sert olarak dalarsa helak olur. Onda haberler, misaller, helal-haram, nasih-mensuh, muhkem-müteşabih, zahir-batın vardır. Zahirden maksad, tilavettir; batından maksad, tefsirdir. Kur'an'ın mânâsını alimlerden sorun, Kur'an'ın mânâsını beyinsizlerden sor­mayın." (el-îtkan: 2/185) Meşhur İşâri/Tasavvufi Tefsirler  Bugüne kadar tasavvuf sahasında pekçok tefsir telif edilmiştir. Bunlardan en meşhurlarını şu şekilde sıralayabiliriz: 1- Ebu Muhammed Sehl b. Abdillah et-Tüsteri, (Ö.283/986),Tefsiru'l-Kur'ani'l-Azim. 2- Ebu Abdirrahman Muhammed b. Musa es-Sülemi, (Ö.412/1021), Hakâiku't-Tefsir. 3- Muhammed el-Kuşeyri, (Ö.465/1072), Latâifu'l-İşârât bi Tefsiri'l-Kur'an. 4- Ebu Muhammed Ruzbeha, (Ö.606/1209), Arâisu'l-Beyan fi Hakâiki-Kur'an. 5- Necmuddin Dâye, Te'vilâtu'n-Necmiyye. 6- Nimetullah Nahcivani, (Ö.920/1514), el-Fevâtihu'l-İlâhiyye ve'I-Mefâtihu'l-Gaybiyye. 7- İsmail Hakkı Bursevi, (Ö.1137/1725), Ruhu'l-Beyan.

9 Hz. Meryem ile ilgili Dört farklı ayet:
1) Hz. Meryem'in annesi tarafından mabede adanmasından, doğumundan ve mabedde kendisine Allah katından gelen yiyeceklerden bahseden ayet, (Âl-i İmrân, 3/35-37) «اِذْ قَالَت امْرَاَةُ عِمْرَانَ رَبِّ اِنِّي نَذَرْتُ لَكَ مَا فِي بَطْنِي مُحَرَّرًا فَتَقَبَّلْ مِنِّي اِنَّكَ اَنْتَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ (35) فَلَمَّا وَضَعَتْهَا قَالَتْ رَبِّ اِنِّي وَضَعْتُهَاۤ اُنْثٰى وَاللَّهُ اَعْلَمُ بِمَا وَضَعَتْ وَلَيْسَ الذَّكَرُ كَاْلاُنْثٰى وَاِنِّي سَمَّيْتُهَا مَرْيَمَ وَاِنِّۤي اُعِيذُهَا بِكَ وَذُرِّيَّتَهَا مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ (36) فَتَقَبَّلَهَا رَبُّهَا بِقَبُولٍ حَسَنٍ وَاَنْبَتَهَا نَبَاتًا حَسَنًا وَكَفَّلَهَا زَكَرِيَّا كُلَّمَا دَخَلَ عَلَيْهَا زَكَرِيَّا الْمِحْرَابَ وَجَدَ عِنْدَهَا رِزْقًا قَالَ يَامَرْيَمُ اَنّٰى لَكِ هَذٰا قَالَتْ هُوَ مِنْ عِنْدِ اللَّهِ اِنَّ اللَّهَ يَرْزُقُ مَنْ يَشَاۤءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ (37) = İmrân'ın hanımı şöyle demişti: «Rabbim! Karnımdakini azatlı bir kul olarak sırf sana adadım. Adağımı kabul buyur. Şüphesiz (niyazımı) hakkıyla işiten ve (niyetimi) bilen sensin. (35) Onu doğurunca, Allah, ne doğurduğunu bilip dururken: Rabbim! Ben onu kız doğurdum. Oysa erkek, kız gibi değildir. Ona Meryem adını verdim. Kovulmuş şeytana karşı onu ve soyunu senin korumanı diliyorum, dedi. (36) Rabbi Meryem'e hüsnü kabul gösterdi; onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi. Zekeriyya'yı da onun bakımı ile görevlendirdi. Zekeriyya (teyzesi ve Yahya’nın da annesi olan Îşâ’nin eşi), onun yanına, mâbede her girişinde orada bir rızık bulur ve «Ey Meryem, bu sana nereden geliyor?» der; o da: Bu, Allah tarafındandır. Allah, dilediğine sayısız rızık verir, derdi. (37)» 2) Meleklerin Hz. Meryem'e seçilmişliğini ve temizliğini müjdelemelerini, Hz. Meryem'i kimin himâye edeceğini tespit için insanların kur'a çekmelerini ve meleklerin kendisine Hz. İsa'yı müjdelemelerini konu alan ayet. (Âl-i İmrân 3/42-47). «) وَاِذْ قَالَتِ الْمَلاَۤئِكَةُ يَامَرْيَمُ اِنَّ اللَّهَ اصْطَفَاكِ وَطَهَّرَكِ وَاصْطَفَاكِ عَلَى نِسَاۤءِ الْعَالَمِينَ (42) يَامَرْيَمُ اقْنُتِي لِرَبِّكِ وَاسْجُدِي وَارْكَعِي مَعَ الرَّاكِعِينَ (43) ذٰلِكَ مِنْ أنْبَاۤءِ الْغَيْبِ نُوحِيهِ اِلَيْكَ وَمَا كُنْتَ لَدَيْهِمْ اِذْ يُلْقُونَ اَقْلاَمَهُمْ اَيُّهُمْ يَكْفُلُ مَرْيَمَ وَمَا كُنْتَ لَدَيْهِمْ اِذْ يَخْتَصِمُونَ (44) اِذْ قَالَتِ الْمَلاَۤئِكَةُ يَامَرْيَمُ اِنَّ اللَّهَ يُبَشِّرُكِ بِكَلِمَةٍ مِنْهُ اِسْمُهُ الْمَسِيحُ عِيسَى ابْنُ مَرْيَمَ وَجِيهًا فِي الدُّنْيَا وَاْلاٰخِرَةِ َمِنَ الْمُقَرَّبِينَ (45) وَيُكَلِّمُ النَّاسَ فِي الْمَهْدِ وَكَهْلاً وَمِنَ الصَّالِحِينَ (46) قَالَتْ رَبِّ اَنَّى يَكُونُ لِي وَلَدٌ وَلَمْ يَمْسَسْنِي بَشَرٌ قَالَ كَذَلِكِ اللَّهُ يَخْلُقُ مَا يَشَاۤءُاِذَا قَضَۤى اَمْرًا فَاِنَّمَا يَقُولُ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ (47) = Hani melekler demişlerdi: Ey Meryem! Allah seni seçti; seni tertemiz yarattı ve seni bütün dünya kadınlarına tercih etti (42). Ey Meryem! Rabbine ibadet et; secdeye kapan, (O'nun huzurunda) eğilenlerle beraber sen de eğil(43). (Resûlüm!) Bunlar, bizim sana vahiy yoluyla bildirmekte olduğumuz gayb haberlerindendir. İçlerinden hangisi Meryem'i himayesine alacak diye kur'a çekmek üzere kalemlerini atarlarken sen onların yanında değildin; onlar (bu yüzden) çekişirken de yanlarında değildi (44). Melekler demişlerdi ki: Ey Meryem! Allah sana kendisinden bir Kelime'yi müjdeliyor. Adı Meryem oğlu İsa'dır. Mesîh'tir; dünyada da, ahirette de itibarlı ve Allah'ın kendisine yakın kıldıklarındandır (45). O, sâlihlerden olarak beşikte iken ve yetişkinlik halinde insanlara (peygamber sözleri ile) konuşacak (46). Meryem: Rabbim! dedi, bana bir erkek eli değmediği halde nasıl çocuğum olur? Allah şöyle buyurdu: İşte böyledir, Allah dilediğini yaratır. Bir işe hükmedince ona sadece «Ol!» der; o da oluverir (47).»

10 3) Allah'ın Hz. İsa ile birlikte kendisini, barınacakları yüksekçe bir yere yerleştirmesinden söz eden ayet. (Müminûn 23/50). «) وَجَعَلْنَا ابْنَ مَرْيَمَ وَاُمَّهُۤ اٰيَةً وَاٰوَيْنَاهُمۤا اِلٰى رَبْوَةٍ ذَاتِ قَرَارٍ وَمَعِينٍ (50) = Meryem oğlunu ve annesini de (kudretimize) bir alâmet kıldık; onları, yerleşmeye elverişli, suyu bulunan bir tepeye yerleştirdik. » 4) Onun ailesini terk ederek doğu tarafına yönelmesinden, Cebrail'in beşer suretinde temessül ederek kendisine gelip Hz. İsa'ya hâmile kalmasından, daha sonra çektiği hâmilelik sancılarından ve Hz. İsa'yı doğurmasından, bunun üzerine kavminin kendisine gösterdiği tepkiden ve kendisinin suçsuzluğunu ispatlamak üzere henüz beşikteki bir bebek olan Hz. İsa'nın konuşmasından bahseden ayet. (Meryem 19/16-29). «وَاذْكُرْ فِي الْكِتَابِ مَرْيَمَ اِذِ انْتَبَذَتْ مِنْ اَهْلِهَا مَكَانًا شَرْقِيًّا (16) فَاتَّخَذَتْ مِنْ دُونِهِمْ حِجَابًا فَاَرْسَلْنَا اِلَيْهَا رُوحَنَا فَتَمَثَّلَ لَهَا بَشَرًا سَوِيًّا (17) قَالَتْ اِنِّي اَعُوذُ بِالرَّحْمٰنِ مِنْكَ اِنْ كُنْتَ تَقِيًّا (18) قَالَ اِنَّمۤا اَنَا رَسُولُ رَبِّكِ ِلاَهَبَ لَكِ غُلاَمًا زَكِيًّا (19) قَالَتْ اَنَّى يَكُونُ لِي غُلاَمٌ وَلَمْ يَمْسَسْنِي بَشَرٌ وَلَمْ اَكُ بَغِيًّا (20) قَالَ كَذَلِكِ قَالَ رَبُّكِ هُوَ عَلَيَّ هَيِّنٌ وَلِنَجْعَلَهُ اٰيَةً لِلنَّاسِ وَرَحْمَةً مِنَّا وَكَانَ اَمْرًا مَقْضِيًّا (21) فَحَمَلَتْهُ فَانْتَبَذَتْ بِهِ مَكَانًا قَصِيًّا (22) فَاَجۤاءَهَا الْمَخَاضُ اِلٰى جِذْعِ النَّخْلَةِ قَالَتْ يَالَيْتَنِي مِتُّ قَبْلَ هَذٰا وَكُنْتُ نَسْيًا مَنْسِيًّا (23) فَنَادَاهَا مِنْ تَحْتِهۤا اَلاَّ تَحْزَنِي قَدْ جَعَلَ رَبُّكِ تَحْتَكِ سَرِيًّا (24) وَهُزِّۤي اِلَيْكِ بِجِذْعِ النَّخْلَةِ تُسَاقِطْ عَلَيْكِ رُطَبًا جَنِيًّا (25) فَكُلِي وَاشْرَبِي وَقَرِّي عَيْنًا فَاِمَّا تَرَيِنَّ مِنَ الْبَشَرِ اَحَدًا فَقُولِۤي اِنِّي نَذَرْتُ لِلرَّحْمٰنِ صَوْمًا فَلَنْ اُكَلِّمَ الْيَوْمَ اِنْسِيًّا (26) فَاَتَتْ بِهِ قَوْمَهَا تَحْمِلُهُ قَالُوا يَامَرْيَمُ لَقَدْ جِئْتِ شَيْئًا فَرِيًّا (27) ياۤ اُخْتَ هٰرُونَ مَا كَانَ اَبُوكِ امْرَاَ سَوْءٍ وَمَا كَانَتْ اُمُّكِ بَغِيًّا (28) فَاَشَارَتْ اِلَيْهِ قَالُوا كَيْفَ نُكَلِّمُ مَنْ كَانَ فِي الْمَهْدِ صَبِيًّا (29) = (Resûlüm!) Kitap'ta Meryem'i de an. Hani o, ailesinden ayrılarak doğu tarafında bir yere çekilmişti (16). Meryem, onlarla kendi arasına bir perde çekmişti. Derken, biz ona ruhumuzu gönderdik de o, kendisine tastamam bir insan şeklinde göründü (17). Meryem dedi ki: Senden, çok esirgeyici olan Allah'a sığınırım! Eğer Allah'tan sakınan bir kimse isen (bana dokunma)(18). Melek: Ben, yalnızca, sana tertemiz bir erkek çocuk bağışlamam için Rabbinin bir elçisiyim, dedi (19) Meryem: Bana bir insan eli değmediği, iffetsiz de olmadığım halde benim nasıl çocuğum olabilir? dedi. (20) Melek: Öyledir, dedi; (zira) Rabbin buyurdu ki: Bu bana kolaydır. Çünkü biz, onu insanlara bir delil ve kendimizden bir rahmet kılacağız. Bu, hüküm ve karara bağlanmış (ezelde olup bitmiş) bir iş idi (21). Meryem ona hamile kaldı. Bunun üzerine onunla (karnındaki çocukla) uzak bir yere çekildi (22). Doğum sancısı onu bir hurma ağacına (dayanmaya) sevketti. «Keşke, dedi, bundan önce ölseydim de unutulup gitseydim!» (23). Aşağısından (İsa yahut melek) ona şöyle seslendi: «Tasalanma! Rabbin senin alt yanında bir su arkı vücuda getirmiştir.» (24) «Hurma dalını kendine doğru silkele ki, üzerine taze, olgun hurma dökülsün.» (25). «Ye, iç. Gözün aydın olsun! Eğer insanlardan birini görürsen de ki: Ben, çok merhametli olan Allah'a oruç adadım; artık bugün hiçbir insanla konuşmayacağım.» (26) Nihayet onu (kucağında) taşıyarak kavmine getirdi. Dediler ki: Ey Meryem! Hakikaten sen iğrenç bir şey yaptın! (27). Ey Harun'un kız kardeşi! Senin baban kötü bir insan değildi; annen de iffetsiz değildi. (28) Meryem çocuğu gösterdi. «Biz, dediler, beşikteki bir sabî ile nasıl konuşuruz?» (29)»

11 KUR’AN’DA HZ. MERYEM VE HZ. İSA
Hz. Meryem Kur'an-ı Kerim'de zikredilen seçkin ailelerden biri olan imran ailesine mensuptur. İngiliz Müslüman İlahiyatçı Winter'ın da belirttiği gibi Kur'an, Hz. Meryem'den Kitab-ı Mukaddes'te bahsedildiğinden daha fazla bahsetmektedir. Onun adı, farklı varyantlarla toplam otuz dört yerde geçmektedir Peygamberler tarihinde; aralarında 1800 yıl olan iki İmran'dan (Musa ve Harun’un babasıyla Meryem’in babası) ve iki Meryem’den (Musa ve Harun’un kız kardeşi ve İsa’nın annesi)bahsedilir. Ayrıca iki Harun'un bulunuşuyla konu daha ilginç bir şekilde ortaya çıkmaktadır.(Makale, Ahmet Güç, s.216) Hz. Meryem henüz annesi Hanne’nin (Bu isim İncilde Hana olarak geçmektedir. İslami kaynaklarda da Hz. Meryem'in annesinin adı Hanne binti Fâzuka olarak ifade edilmektedir) karnında iken babası İmran vefat etmiş, annesi de onu Beyt-i Makdis'in (Mescid-i Aksa) hizmetine adamıştır… Allah (c.c) her zaman öksüz veya yetim bütün seçkin kullarını koruduğu gibi Meryem'i de Zekeriyya vasıtasıyla korumuş Meryem’i himayesi neticesinde, ilerlemiş yaşına ve kısır hanımına rağmen çocuk sahibi olmayı yürekten isteyen Hz. Zekeriyya ümitlenmiş ve çocuk istemiştir. Kur'an'da; Dürüstlük ve fazileti ile tanınan (Maide, 5/75), Oğlu Hz. İsa ile birlikte mucize olarak bildirilen (Mü'minun 23/50; Enbiya 21/91; Meryem 19/21), Allah’ın ruhundan üfürülen (Tahrim 66/12.), Güzel bir bitki olarak yetiştirilmiş (AI-i İmran 3/37.): Bitki gibi yetiştirilmek ne demek? Makale, Mehmet Okuyan, s.136. Özellikle iffetine aşırı düşkünlüğünden namus timsali olarak gösterilen (Tahrim, 66/12) Meryem'e, bir ara melekler gelerek müjde vermişlerdir. Hz. İSA İSE; Rûhu'l-kuds ile desteklenmiş, Tevrat ve İncil'i bilen hikmet sahibi bir kimse idi(Bakara, 2/87). Aynı zamanda yazı yazmayı da biliyordu (Âli İmran, 3/48) İlahi nimete ermiş (Maide, 5/110) Salih kimselerdendi (Enâm, 6/85). Hakkında Kur'an-ı Kerim'de "Allah'ın ruhu", "Allah'ın kelimesi" gibi ifadeler kullanılmış ( Nisa, 4/171), bununla beraber "Allah'ın oğlu" tabiri asla kullanılmamıştır. İsmiyle birlikte «İbn Meryem» peş peşe getirilmiştir. İsrailoğullarına Peygamber olarak gönderileceği önceden haber verilen Hz. İsa (Âli İmran, 3/48-49) bu görevi alır almaz kendisini ve Peygamberliğini milletine bildirmiştir (ÂIi İmran, 3/50-51). İsa'nın bu davetine muhatap olan İsrailoğulları, daha önce tahrif ettikleri ve adeta bir tarafa attıkları Tevrat'ı savunmaya kalkışmışlar (Bkz. Al-i İnıran, 3/93.) ve İsa'ya inanmamışlardır.Bunun üzerine, inanmaları için, onlara bir takım mucizeler göstermiş ve onlara bir konuşma yapmıştır (Âli İmran, 3/48-49; Maide, 5/110).

12 İsrailoğullarının inanmamakla ısrarlı olduğunu hisseden Hz
İsrailoğullarının inanmamakla ısrarlı olduğunu hisseden Hz.İsa; "Allah uğrunda yardımcılarım kimlerdir? diye seslendiğinde, kendisine inanmış olan Havariler:Biz, Allah dininin yardımcılarıyız. Allah'a inandık; şahit ol ki biz müslümanlarız «şeklinde karşılık verdiler ve bu inançlarınıı Allah‘a karşı ikrar ettiler(AIi İmran, 3/52-53) Havarilerin bu iman ve dilekleri de aslında Allah'ın lütfu sonucu gerçekleşmiştir (Maide, 5/111). Hz. İsa'ya gönülden inanan Havariler, ondan özel bir mucize istemişlerdir (Maide, 5/ ) Hz. İsa ve Havariler'in davetine uymak istemeyen israiloğulları, onu öldürmeyi planlamışlardı. Fakat Allah, onların planlarını boşa çıkarmış (Al- İmran, 3/54-55) ve İsa diye, ona benzeyen birini (Bu kişinin Yahuda İskariyod olduğu söylenmiştir. Bkz. Matta, 27/1-5.)yakalayıp astırmışlar ve sonra da "Meryem oğlu İsa Mesih'i öldürdük" demişlerdi (Nisa, 4/ ). Bu ayetten de anlaşılacağı gibi İsa (a.s), öldürülmeden göğe yükseltilmişitir. Mezarı dünyada değildir. Peygamber Efendimiz mirac gecesi kendisini bizzat görmüştü (Buh§ri, Enbiya, 48). Sağlığında İsa (a.s)'a çok az kişi inanmıştı. Bir ara ona inananların sayısı artmasına rağmen, bunların çoğu yanlış inançlara sapmaktan kurtulamadılar. Bu yanlış inançların en önemlisi ve en başta geleni: a) "Teslis"dir. Teslis; Allah'ın dışında, İsa'da ve annesi Meryem'de ilahlık özelliği (uluhiyet vasfı) olduğunu kabul etmek demektir. Teslis'e inananlardan bir kısmı: "Meryem oğlu İsa Allah'tır» demişler (Maide, 5/75.), Bir kısmı, "Allah'ın oğlu" olduğunu söylemişler (Tevbe, 9/30) , Diğer bir kısmı da, "Üç'ten biridir" demişlerdi (Maide, 5/75.) . Halbuki bu tür inanç ve anlayışların asılsız ve hatta küfür oiduğu Kur'an’da açık bir şekilde belirtilmiştir (Maide, 5/73; Nisa, 4/171; Maide, 5/75; Maide, 5/72-73) Hıristiyanların "teslis" inancını benimsemelerinde İsa'nın hiç bir dahli yoktu. Fakat yine de Allah, bu hususta İsa'yı hesaba çekecek ve aralarında konuşma geçecektir (Maide, 5/ ). Bu konuda makaleler: Hasan Tevfik Marulcu ve Süleyman Sayar) İsrailoğullarının tüm karşı koymalarına rağmen tebliğ vazifesini tamamlayan İsa (a.s), göğe yükseltilişinden önce onlara ve tüm inananlara şu ilahi müjdeyi vermişti: "Ey İsrailoğulları! Doğrusu ben, benden önce gelmiş olan Tevrat'ı doğrulayan ve benden sonra gelecek ve adı 'Ahmed' olacak bir Peygamber'i müjdeleyen, Allah'ın size gönderilmiş bir Peygamberiyim.» (Saff, 61/6)

13 İşârî Tefsirlerde Hz. Meryem
Kur'an'da Hz. Meryem’in, iffet/ zühd, takva, dünyevî meşgale ve kaygılardan soyutlanmışlığı ve Allah'a adanmışlığı; tam da tasavvuf düşüncesinde ideal bir sûfîde bulunması gereken vasıflarla bire bir örtüşmektedir. Öte yandan Allah tarafından seçilmişliği/ kendisine çeşitli kerametlerin verilmesi gibi özel­likleri sebebiyle de tasavvufî anlayışta bir "veli"de bulunan özellikleri de taşımaktadır. Bu sebepledir ki sûfî müfessirler, işârî tefsirlerde Hz. Mer­yem hakkındaki âyetlere özel bir önem vermiş ve onu zâhidlik ve veliliğin prototipi olarak ele almışlardır. 1) Hz. Meryem'in annesi tarafından mabede adanmasından, doğumundan ve mabedde kendisine Allah katından gelen yiyeceklerden bahseden ayetler: Âli İmrân, 3/35-37. Bu ayetlerde sûfî müfessirlerin üzerinde yo­ğunlaştıkları konu, Hz. Meryem'in annesi tarafından mabede, dolayısıyla da Allah'a tam hür (مُحَرَّرًا = muharraran) olarak adanmasıdır. Onlar, bu muharraran kelimesinin ne anlama geldiği üzerinde durmaktadırlar. Elde mevcut en eski işârî tefsirin müellifi olan Sehl b. Abdillah et-Tüsterî'ye (ö. 283/896 veya 293/905) göre İmrân‘ın hanımının, "Onu, Allah'a tam bir hür {muharraran) olarak adadım" demesi; "Onu, dünyanın köleliğinden, hevâsına tâbi olmaktan ve nefsinin isteklerini yerine getirmekten âzâd ettim" demektir. Ebû Abdurrahman es-Sülemî (ö. 412/1021) de Cafer es-Sâdık'm muharraran'ı "dünya ve dünya ehlinin köleliğinden kurtulmak" şeklinde yorumladığını aktarır." Kuşeyrî (ö. 465/1072) ise, "kulun mahlukların köleliği altında bulunmaması ve maddî herhangi bir kudretin ona tesir etmemesi" şeklinde açıklamaktadır.

14 «َتَقَبَّلَهَا رَبُّهَا بِقَبُولٍ حَسَنٍ = Allah'ın, Hz
«َتَقَبَّلَهَا رَبُّهَا بِقَبُولٍ حَسَنٍ = Allah'ın, Hz. Meryem'i güzel bir şekilde kabul etmesi» Onu günahlardan koruması ve ona katından verdiği nimet­lerle peygamber olan Hz. Zekeriya'yı dahi imrendirecek şekilde yüce bir makama çıkarması, onu yalnızca kendine itâat etmek için seçmesi, velile­rine gösterdiği yakınlığı ona göstermesi, ilâhî ismet ile eğitmesi, onda kerâmetler zuhur ettirmesi, enbiyâ ve evliyâsının dizinin dibinde büyütüp yetiştirmesi, zamanının enbiyâsına bile gösterilmeyen bazı hakikatlerin kendisine keşfolunması olarak açıklanmaktadır. «وَاَنْبَتَهَا نَبَاتًا حَسَنًا =Onu bir bitki gibi gü­zelce yetiştirmesi» ise, amellerini zikrullahta, bedenini Allah'ın hizmetin­de, kalbini de marifetullahta yetiştirmesi, onun bakımını Hz. Zekeriya gibi bir peygamberin üstlenmesi, nübüvvet meyvesi verinceye kadar rububiyet ağacında kudret sularıyla yetiştirilmesi şeklinde izah edilmektedir. Kuşeyrî'ye göre Hz. Meryem'in güzel bir kabule mazhar olmasının bir alâmeti de sürekli mihrabda bulunmasıdır. Dolayısıyla bulunduğu yeri, kulluk ettiği yere -ki o mihrabdır- çeviren herkes azîz bir kul olur.« قَالَتْ هُوَ مِنْ عِنْدِ اللَّهِ : şeklindeki cevap: Tevhidin özünü (aynut-tevhîd) ve Allah'ın kullarına rızık gön­dermesi ve ihsanda bulunmasının, yalnızca kendisinin irâdesine bağlı olup, bunların insanların ibadet ve tâatlarının karşılığında verilmediğini açıklamaktadır. Rûzbihân ise burada Hz. Meryem'e verilen "rızk"ın, hiz­met ve iffetin karşılığında kendisine kerâmet olarak verilen/ikram edilen "halvet cenneti" olduğunu söyleyerek, bağlamdan anlaşıldığı kadarıyla âyette "yiyecek" anlamında kullanılan "rızık" kelimesinin tasavvufî anla­yışta tavsiye edilen "halvet'e işaret ettiğini belirtmektedir. Kâşânî ise; sözkonusu rızkın; ledünnî bir rızık olduğunu ve bunun Allah'tan kendisine gönderilen marifet, hakikat, ilim ve hikmetler olarak anlaşılabileceğini söylemektedir.

15 Bu ayetteki yorumlarda dikkat çeken husus şudur: Sûfîler, Hz
Bu ayetteki yorumlarda dikkat çeken husus şudur: Sûfîler, Hz. Meryem'in yaşadıklarını sadece ona özel tecrübeler olarak değil, onun şahsında âriflerin yaşayabilecekleri tecrübelerin anlatıldığını düşünmektedirler. 2) Meleklerin Hz. Meryem'e seçilmişliğini ve temizliğini müjdelemelerini, Hz. Meryem'i kimin himâye edeceğini tespit için insanların kur'a çekmelerini ve meleklerin kendisine Hz. İsa'yı müjdelemelerini konu alan ayetler.(Âli İmrân 3/42-47) «وَاِذْ قَالَتِ الْمَلاَۤئِكَةُ يَامَرْيَمُ اِنَّ اللَّهَ اصْطَفَاكِ وَطَهَّرَكِ وَاصْطَفَاكِ عَلَى نِسَاۤءِ الْعَالَمِينَ ……. Allah seni seçip kötü­lüklerden ve ahlâksızlıklardan temizledi ve seni kötü davranışların örtü­sünü zırh edinmiş şehvânî nefslere üstün kıldı. Âlûsî, «Ya Meryem» hitabında; bu âyetin muhatabının "ruh" olduğu­nu belirterek şöyle bir uyarlama yapmaktadır: Ey ruh! Rûhânî ve nefsânî kuvvetler, hal ve manevî gelişim evrelerini kendisiyle yazdıkları istidat (kabiliyet) kalemlerini tedbîr denizine atarlarken sen onların yanında değildin. Tasavvufi kanâate göre kendi kendi­ne yetişen ağaç, meyve vermediği gibi, bir şeyh olmaksızın kendi kendini yetiştiren kişi de ya sapıtır ya da pek fayda görmez. Halbuki Allah, dilerse hiçbir mürşidin terbiyesi olmadan sırf cezbe-i ilâhiyye ile bazı nefisleri böyle seçebilir. Kâşânî, âyette geçen Hz. Meryem'in sembolik karşılığının "nefs-i zekiyye", meleklerin "rûhânî güçler", kale­min "istidat kalemi", denizin "tedbîr denizi", Hz. Muhammed'in (a.s.) ise "ruh" olduğuna işaret etmektedir.

16 3) Allah'ın Hz. İsa ile birlikte kendisini, barınacakları yüksekçe bir yere yerleştirmesinden söz eden ayet. (Müminûn 23/50): «) وَجَعَلْنَا ابْنَ مَرْيَمَ وَاُمَّهُۤ اٰيَةً وَاٰوَيْنَاهُمۤا اِلٰى رَبْوَةٍ ذَاتِ قَرَارٍ وَمَعِينٍ (50) = Meryem oğlunu ve annesini de (kudretimize) bir alâmet kıldık; onları, oturmaya; yerleşmeye elverişli, suyu bulunan (pınarları akan) bir tepeye yerleştirdik. » Kâşânî, bu âyetin tefsirinde Hz. İsa'yı, "kalb"; Hz. Meryem'i de "nefs-i mutmainne" ile, bunların bir âyet olmalarını da Allah'a yönelme ve yürümede birleştiklerinden dolayı tek bir âyet kılınmaları olarak açıkla­maktadır. Hz. İsa'nın Hz. Meryem'den doğmasını ise, manevî gelişim sonunda neftsen kalbin doğması şeklinde yorumlamaktadır. Eş-Şîrâzî’ye (ö. 606/1209 ) göre Allah, İsa ve Meryem'i, basiret sahibi sıddîkler ve ve mukarrebler için kudsiyyetinin nurlarının birer kandili, celâl ve cemâl tecellîlerinin birer aynası kılmıştır. Allah, onları ezeliyeti müşâhede etme yerleri olan tepelere sığındırmıştır. O tepeler, ariflerin sırlarının meskenle­rinin ve suyundan içenleri fenâ ölümünden bekâ hayatına çıkaran pınarla­rın sahibidir. Görüldüğü gibi Rüzbihan Baklî eş-Şîrâzî, yaptığı bu sembolik yorumla, âyette geçen “Rabve=tepe” kelimesini, "ezelîyeti müşahede etme yerleri"; (oturmaya elverişli, pınarları akan) kelimelerini de "ariflerin sırlarının meskenlerinin ve suyundan içenleri fenâ ölümünden bekâ hayatına çıkaran pınarların sahibidir" şeklinde okumaktadır. Bursevî, âyette geçen İsa'yı "ruh"; Meryem'i "'ol!' emri"; tepeyi ise "beden" ile yorumlamaktadır. Zira be­den, ruhun yerleştiği yerdir. "Oturmaya elverişli" ifadesini ise şöyle açık­lamaktadır: Beden, ruh ile emrin yerleştiği yerdir. Yani ruh bedene yerleş­tiği sürece emir de bedene yerleşir, böylece sorumluluk ondan düşmemiş olur. "Pınarları akan" kelimesini ise kalpten dile akan hikmet pınarı olarak yorumlamaktadır.

17 4) Onun ailesini terk ederek doğu tarafına yönelmesinden, Cebrail'in beşer suretinde temessül ederek kendisine gelip Hz. İsa'ya hâmile kalmasından, daha sonra çektiği hâmilelik sancılarından ve Hz. İsa'yı doğurmasından, bunun üzerine kavminin kendisine gösterdiği tepkiden ve kendisinin suçsuzluğunu ispatlamak üzere henüz beşikteki bir bebek olan Hz. İsa'nın konuşmasından bahseden ayetler: (Meryem 19/16-29).(.. وَاذْكُرْ فِي الْكِتَابِ مَرْيَمَ اِذِ انْتَبَذَتْ مِنْ اَهْلِهَا مَكَانًا شَرْقِيًّا Bu âyetlerde anlatılan hususlar, sûfî müfessirler tarafından manevî kemâl basamaklarında ilerleyen bir ârifin ya da arınmış nefsin (nefs-i zekiyye) yaşayabileceği tecrübeler olarak yorumlanmıştır. Yani kıssadaki Meryem, bir ârifi ya da arınmış nefsi temsil etmek­tedir. Şöyle ki: Kâşânî'ye göre âyette geçen "doğu tarafındaki bir yer", tecerrüd eden nefsin, ruhu'l-kudsle yani Cebrail ile iletişime geçtiği yer olan kudsî âlemdir. Hz. Meryem'in ehlinden uzaklaşması ise, kemâle eren nefsin, nefsânî ve tabîî kuvvetlerden uzaklaşması; Hz. Meryem'in kavmiyle arasında perde ger­mesi, maddî kuvvetlerin bilgisinin ulaşabileceği son nokta olan kalp perdesiyle (hicâbu's-sadr) engellenmiş olan nefs âleminin ehlinin girmesinin yasak olduğu kudsî alandır (hazîretu'l-kuds). C 2) Cebrail'in (Kur'an'ın ifadesiyle ruh'un) Hz. Meryem'e kusursuz bir insan şeklinde temessül etmesi ise, onun bu yakışıklı ve câzibeli görünümünden Hz. Meryem'in nefsinin hayal âleminde etki­lenmesi içindir. Nitekim, Hayal âlemindeki bu etki, bedene sirâyet eder ve böylece tıpkı uykuda olduğu gibi nefsani duygular harekete geçer ve böylece nutfe, rahme düşer ve Allah da ondan bir çocuk yaratır. Bu noktada Kâşânî, yakışıklı bir insan şeklinde temessül eden bu ruhun, Hz. İsa'nın ruhu olabileceği şeklindeki yorumu gündeme getirmekte ve bunun isâbetli olmadığını, bu ruhtan maksadın Cebrail olduğunu söylemektedir. Çünkü Meryem’in, oğlu İsa'nın ruhunun temessül etmiş halinden şehvetlenmesinin düşünülemeyeceğini söyler. Rûzbihân’a göre ise, Hz. Meryem'in ruhu, ğayb ruhuna hâmile kalmış ve böylece en büyük kelime ve en üstün ruha hâmile kalmıştır. Ayrıca Kâşânî'nin aksine Rûzbihân, Hz. Mer­yem'e yakışıklı bir insan şeklinde temessül eden ruhun, Übey b. Ka'b'm görüşüne istinaden Hz. İsa'nın ruhu olduğunu söylemektedir.

18 3) Hurma ağacı, nefs; alttan seslenen Cebrail; su arkı ise tabîî ilimlere ve fiillerin tevhidine dair değerli bilgilerdir. Üzerine taze hurmaların dö­külmesi için hurma dalını kendisine doğru silkeleme emri ise, kemâle eren nefsi, tefekkür ile harekete geçirip ondan marifet ve hakikatlerin devşirilmesidir. 4) "Artık ye, iç. Gözün aydın olsun!" ifadesi, "Artık üstündeki (gayb âlemine ait olan) hakikatleri, ilâhî marifetleri, sıfatların tecellîsi ilmini, mevhibeler ve halleri bilebilirsin; altındaki (şehâdet âlemine ait olan) tabîî ilimleri, Allah'ın yarattığı varlıklardaki hârikaları, ilâhî fiillerin güzellikle­rini, tevekkülü, fiillerin tecellîlerini bilebilirsin" demektir. 5) “Bugün kimseyle konuşmayacağım' de, ifadesinde kendileriyle konuşulmaması istenen kişiler de zâhir ehlidir. Zira onlar sadece sebeplerin zâhirî boyutunu görür, hakikatleri göremezler. 6) Ağacın dallarını sallamasına gelince: Âl-i İmrân Suresi'nde anlatıldığı üzere, Hz. Meryem, mihrabda kendini ibadete verdiğinde, kendisinden hiçbir şey istenmeksizin rızık gönderilmesine mukâbil, bu hâdisede üzerine hurma düşmesi için kendi­sinden ağacın dallarını sallamasının istenilmesi, sûfî müfessirlerin dikka­tini çekmiş ve bu konuda bazı yorumlar yapmışlardır. Sülemî, Birincisinde, Hz. Meryem, hiçbir dünyevî şeyle meşgul olmaksızın kendisine tamamen ibadete vermişti. İkincisinde ise gönlü, evlat sevgisi ile meşguldü. Dolayısıyla ilkinde hiçbir tekellüf olmaksızın Allah tarafından rızıklandırılıyordu, diğerinde ise rızıklandırılması için ağacın dallarını sallaması istenildi. Kuşeyrî ve Rûzbihân de bu görüştedr Hatta Rûzbihân, Hz. Mer­yem'in "Ah keşke daha önceden ölseydim!" sözünü söylemesinin sebebi­ne dair şöyle bir görüş nakletmektedir: Bana rızık verilmesi için önce ta­lepte bulunmam gereken bu günlerden evvelki tevekkül günlerimde öl­seydim keşke!

19 Ancak İbn Acîbe, bu konuda farklı düşünmektedir. Ona göre Hz
Ancak İbn Acîbe, bu konuda farklı düşünmektedir. Ona göre Hz. Meryem, birinci kıssada sebeplere tevessül etmeden sadece ke­rametler gösteriyordu. Ancak ikincisinde, artık yakîni kemâle ermiş oldu­ğu için sebepler âlemine dönmüştü. İkinci hali, birincisinden daha kâmil idi. İbn Acîbe, bu yorumu naklettikten sonra, yukarıda diğer sûfî müfes­sirlerin konuyla ilgili yorumlarını ise eleştirmektedir. Zira Hz. Meryem, sıddîkadır. Sıddîkler ise, makam değişikliği olduğunda, bir alta değil, olsa olsa bir üst makama geçerler. Rûzbihân ise, ariflerin kendi aralarında sadece işaret diliyle anlaşmala­rını Hz. Meryem'in işaretle iletişim kurmasına benzetmektedir. Ayrıca Hz. Meryem'in susarak sadece işaretle derdini anlatmasını ve akabinde Hz. İsa'nın konuşmasından şöyle bir işaret çıkarmaktadır: Hz. Meryem'in dili zâhirin dilidir; Hz. İsa'nın dili ise bâtının dilidir. Nasıl ki zâhiri temsil eden Hz. Meryem susunca bâtını temsil eden Hz. İsa konuşmuşsa, ârifler de zâhiren sustuklarında bâtınları ile, yani dilleri susunca ruhları ile konu­şurlar.» 7) İbn Acîbe, bu kıssadan bir takım tasavvûfî ilkeler çıkarmaktadır. Bunlar, özetle şöyledir: 1. İnsan, namusunun tehlikede olduğu durumlarda bazı şeyleri gizleyebilir ve namusunu koruyabileceği güvenli bir yere gidebilir. 2. İnsanın, çektiği sıkıntılarını hafifletmek üzere başka bir yere gitmesinde bir beis yoktur ve bu tevekküle aykırı değildir. 3. Di­ninin ya da namusunun elden gitmesinden veya kalbi ile arasına giren bir fitneden korkan bir insan ölümü temenni edebilir. 4. Şok anında kalbin korku hissetmesi, sabır ve rızaya mani değildir. Zira bu, son derece insânî bir haldir. Ancak şok anı geçtikten sonraki korku, sabır ve rızaya uygun değildir. 5. Şer'î sebeplere tevessül etmek, tevekküle aykırı değildir. Zira Hz. Meryem'den, hurma elde etmek için hurma ağacının dallarını sallaması istenmiştir. 6. Kişi, kendisini insanlardan ya da nefsinden koru­yacak ibadetleri kendisine farz kılmalıdır

20 Sonuç Kur'ân-ı Kerim'de ismen zikredilen yegâne hanım olan Hz. Mer­yem hakkındaki kıssalarda anlatılan hususlar, sûfî müfessirlerin dikkatini çekmiş ve onlar tarafından çeşitli tasavvufî/işârî yorumlara tâbi tutulmuş­tur. Sûfî müfessirlere göre Kur'an'da Hz. Meryem; Arınmış nefsi (nefs-i zekiyye) temsil etmektedir. Nasıl ki Hz. Mer­yem, rûhullah olan Hz. İsa'ya, babası olmaksızın, yalnızca Allah'ın bir lütuf ve ikramı olarak hâmile kalmış ve İsa henüz beşikteki bir bebek iken hak ve hakikati söylemişse, nefsini arındıran insan da kemâle ermiş ruhu doğurur ve artık onda konuşan bu ruhtur. Kur'ân kıssaların senaryolarının, çift boyutlu bir şekilde kurgulanmış olduğundan hareketle insanın iç âlemindeki varlıklara da işâret edecek şekilde yorumlandığı görülmektedir. Zâhirî tefsiri iptal veya göz ardı etmeksizin yapıldığı takdirde böyle bir yorum tarzının, zâhirî tefsir şartları açısından meşruiyyetinde bir sorun olmayacağı, bilakis yorum zenginliği olarak değerlendirilmesinin daha doğru olacağı düşünülmektedir. Hatta bazı işârî yorumların, isrâiliyyât kökenli zâhirî yorumlar­dan çok daha anlamlı ve derinlikli olduğu görülmektedir. Sözgelimi Hz. Zekeriya'nm mihraba her girişinde Hz. Meryem'in yanında bulduğu rız­kın hangi meyve ve sebzelerden müteşekkil olduğu üzerinde isrâiliyyât kaynaklı rivâyetlere dayalı spekülasyonlar yapmak ve meseleyi tarihin sadece bir noktasında olup bitmiş ve sadece tek bir kişi tarafından yaşanı­labilecek bir hadise olarak anlamak ve anlatmak yerine, -zâhirî manasını kabul etmekle beraber- bu rızkı tıpkı Hz. Meryem gibi nefsini arındıran ve kendisini tamamen Allah'a adayan insanlara verilen manevî bir rızık ola­rak yorumlamak, kıssaları herkesin ders çıkarması için anlattığını bildiren, onlar üzerinde tefekkür edilmesini isteyen ve kendisini bir "masal kitabı" olarak değil "mesel kitabı" olarak tanıtan Kur'an'a daha uygun görün­mektedir.


"TASAVVUFÎ&İŞÂRÎ TEFSİR" indir ppt

Benzer bir sunumlar


Google Reklamları